Tüm mutsuzluklar yokluktan değil, çokluktan gelir. -Tolstoy |
|
||||||||||
|
“Benden sana yar olmaz” diyorsun. Sağlığının iyi olmadığını, tedavilerin hiç bir işe yaramayacağını, hayatında dokunduğun ne varsa hepsini yıktığını söylüyorsun. Hatta içindeki karanlığı kör bir bıçakla kesip atmak istiyorsun. Halbuki bu dünyada sıkıntıları olan bir tek sen değilsin. -ben bile değilim- Anlattığın rahatsızlığı sen söylemeden de biliyordum… Adı ne olursa olsun benim için her zaman bir çiçektin öyle de kalacaksın. Bu sebepten her zorluğa rağmen; incitmemeye, güzel hatıralar biriktirmeye çalıştım. Sevginin, muhabbetin, samimiyetin ve şefkatin iyileştirmeyeceği hiç bir şey yok. Sana her zaman, bir çocuğun hayretle bakan o gözleriyle baktım. Olumsuz ne yaşanırsa yaşansın hiç bir zaman ne ilgimde ne de sevgimde zerre kadar azalma olmadı. Senden şikâyet ettiğim tek bir cümlem yok. Gönül koyduğum birkaç mevzu hariç, bir gün bile sana “öf” demedim. Her daim yalın, net ve tatlı sözlerle içini ısıtmaya çalıştım. Peki, bir anlamı oldu mu? Sanırım yüreğinde hissettiklerini paylaşmaya başlarsan bir anlamı olup olmadığını öğrenmiş olurum… Keşke şu dünyada herkes birbirinin sıkıntısını omuzlasa da kimsenin sorunu, sıkıntısı kalmasa. Sen de sıkıntılarını paylaştıkça rahatlıyordun.. Şimdi sana iyi gelen ne varsa uzağında tutuyorsun. Sanıyorsun ki hissettiklerini öğrenince bunları başına kalkacağım. Komik değil mi bu? Ben sıradan bir insana bile ahir ömrümde böyle bir muamelede bulunmadım… Her ne ise… o gün senle konuştuktan sonra hemen sokağa attım kendimi… Sokak ne? Esasen nicedir bilmiyorum ben nereye gittiğimi, gideceğimi… Gitmeye hevesliysem bir akıntıyı kolluyorum… Beynim bu kalabalığın içinde gidiş istikametini belirler belirlemez yürümeye başlıyorum düşünceli bir şekilde… Evet, düşünmelerim bitince başka bir yere doğru fırlıyorum. Nereye? Ne bileyim nereye! Sonra pencerelere bakıyorum, sarı, kırmızı, beyaz ışığı olan pencerelere; seviyorum ışıklı pencereleri. Hani çocuğu olmayan kısır kadınların çocuğa olan düşkünlüğü gibi, ben de ışıklı pencereleri seyretmeye düşkünüm… -Ey yalnız Yuşa! Ey kimselerin hiç yalnız bırakmadığı ama özdeki en yalnız adam! Ey gıcırdayan koltuğum, tozlanmış kitaplarım ve on beş senelik tül perdem! Ey kendine mutfakta kahve hazırlayan adam! Ey baş döndürücü odam, bütün gezmelerimin, okumalarımın, sindirip, sindiremediklerimin toplamı! Ey kanıma giren çaresizlik! İçimin dökülüşünü, adımın yazılışını okşayan F klavyem! On parmağım. Ey küçük odam, çekyatım, balkonum, çöp tenekem. Ey üst kattan gelen ergen sesleri! Ey ipin ucundaki sepet ki, içinde iftarlık sarma, dolma, çorba, zeytinyağlı yemek bulunan! Ey balkondan balkona seslenen kadınlar! Ve sokakta annelerin dikkatini çekmeye çalışan çocuklar! Telefonlar, tabletler, oyunlar, tuvaletteki bozuk musluk, çiçekli mektup ipi, zarfı ve bir şiir kitabı. Ve ey ziyaretlerden dönüşler, bir bardak su içmeler sonrasındaki o tuhaf sükun!– Yalnız pencereler mi? Not defterimi çıkarıyorum montumun iç cebimden; bir yandan sayfaları çeviriyor, bir yandan hatırlamaya çalışıyorum kime gidebilirim diye. Yok! Gidecek bir yer yok işte! Var ama yok! Yaşlı bir abim, hasta bir yengem var baba-ana yarısı… Belki.. Çünkü onlar yaşanmayanı anlarlardı birlikte yaşadığımız taş evde. Oysa herkes yaşamına bir ses, bir renk katmak istiyor. Ev yok! Kesin olarak yok ev! -Japon pazarında kapıları kapalı dükkanın içinde, yüzünü bir türlü aklımda tutamadığım bir adam, kadın gibi temizlik yapıyor. Marketteki kasiyer kız parmağına taktığı nişan yüzüğüne bakılıp bakılmadığını süzüyor. Karşı lokantada mahkeme suratlı, uykusuz, yorgun bir garson masaya sökeniyor! Bir kadın durakta yarı çıplak otobüs bekliyor. Kafelerden dünyaya karışan insan sesleri… Işıklar, karanlık, çokça ışık… Çikolataya uzanan çocuk elleri… Avcılar meydan soğuk, rüzgarlı ve yağışlı. Sert rüzgâr esiyor. Aşağıda yıkılmış camii. Girişte köşede bir çiçekçi; sevgililer, gönül almalar, hassas duygular… Meydanın aşağısında karı satan pezevenkler; “Abi merhabalar”, bir gecelik moteller, oteller… motelin ön tarafında beyaz giyinmiş esmer yüzlü bir kız… hani atına bindiği gibi…- Atına bindiği gibi… ardında da yok oluştan çizilen garip bir iz.. Dursana, diyorum. Bana mı dediniz, diyor bir oğlan. Hayır, sana demedim… Oğlan çevresine göz atıyor, hafif sesli bir şekilde: “bütün tuhaflıklar da beni buluyor amk” cümlesi beliriyor gecenin içine… Alıp başımı Üsküdar’a gidiyorum. Çünkü Üsküdar iyidir her zaman. Ne de olsa orası Üsküdar. Ama bana kalırsa Sarıyer daha iyi. Bir sürü hatıra. Bir sürü… Sarıyer sahilde toplanmış, yıkanmış balıkçı tablaları. Balıkçı lokantaları, köşeden dönünce tekel bayi… Dünyadaki bu gariplikler ne kadar saçmaysa gezip görmek, yollarda olmakta bu saçmalığı bertaraf ediyor… Gezmek yaşama dair bir işaret bana göre. Belki de bir arayış, bir bekleyiş, belki de bir hasretin bitmesini dilemek… Ama ben en çok birlikte konakladığımız Kadıköy rıhtımdaki o küf kokan binayı unutamıyorum. Dar ve kısa merdivenleri, nemli odaları, filmlere konu olmuş sokağı, bürolar, şirketler, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan şişko insanları ve şişko kedileri… Sabahladığımız o ev benim için gerçekten çok başka! Bence İstanbul’da eşini bulamayacağımız güzel bir bina, bence.. İki kişilik bir asansörü bile vardı.. Bir ilkyaz uçurtması gibiydi odaya girişimiz… Sahipleri de misafirlerine çok naif davranıyorlardı. Sanki kötülükten hiç anlamayan adamlar gibi… Duvarlardaki çatlaklar, yeni boyanmış koridordan yayılan yağlıboya kokusu. Perdeleri kirli olmasına rağmen nedense kirli de değildi. Belki de kadife renginde olduğu içindir. Sabahladığımız mı dedim? Ya sokak arasına park ettiğimiz arabanın yok oluşuna ne demeli? O gün zaman, insanlık adına durmuştu Kadıköy’de… Ödümüzü koparmak adına herkes parmağıyla hesap yapıyordu. Ve ben, görünmeyen, bilinmeyen, önemsenmeyen yapış yapış ne kadar konu ve olay varsa hepsinin lanet bir tarihçisi gibiyim. Biliyor musun, keşke seni ilk gördüğüm o yaşımda olsaydım. Ve ilk gördüğümde kolundan tuttuğum gibi sana vurulduğumu ve tutuklu kaldığımı söyleyebilseydim. Sonra birlikte yürüseydik… Sana dondurma ısmarlasaydım… Dondurmayı yerken üstümüze dökseydik. Seni almak için her gün EyüpSultan’a gelebilseydim. Her gün okuldan çıkışını bekleseydim. Sonra; “sanki burada bir sevdiğim vardı, hatta bugün sınavdan çıkar çıkmaz Mecidiyeköy’e sinemaya gideceğiz” diye kursaydım kendimi! Keşke ama keşke seni ilk gördüğüm o gün ki yaşımda olsaydım… Annem deseydi ki, “neyin var a oğul? aşık mısın?” Babam deseydi ki, “Bilgisayara bakmaktan gözlerin bozulacak kalkta gez biraz!”… … Hani Kadıköy meydanda beni beklerken altında serinlediğiniz o ağaç ve sonrasında gelişim uzayınca yemeğe gittiğiniz lokanta orada duruyor. Beni ilk gördüğünde gülümseyen garson işinin başında. Ama 2009 yılından bu yana tam on dört yıl geçti. Bugün sen benden altı yaş küçük olmana rağmen bir takım hastalıklara sahipsin… Bir de “kahvaltıya yine gelelim buraya” dediğin mekânın görünür ormanlık alanını dün göremedim… Yeni yeni dükkanlar açılmış yol üzerindeki caddede. Sence daha yeni dükkanlar açılır mı dersin? Bilmiyorum. Belki. Rumeli hisarındaki köfteci çıldırmış gibi iş yapıyordu iftar saatinde. Önce ekmek arası köfte, sonra ayran ve kola sel gibi akıyordu insanların midelerinden… Oyuncak klarnet çalan o roman çocuğu yoktu bugün. Acaba o da Kovid 19’dan ölmüş müdür? Caminin imamıyla göz göze geldim. Adamın saçları jöleli ama siyah ceketinin omuzları kepekle dolmuş… Sigara, içecek ve atıştırmalık aldığımız büfeci nefes nefese kalmadan istediklerimi verdi bu sefer. Burada, unutulmuş güzelliklerin sesini duymaya çalışıyorum ama duyamıyorum… Belki de sözlerimize sinen bu çekimserlik, okşayışlarımıza da kendini bulup, bilinçlendiği içindir… Hani aynadan fotoğraf çektiğin yer var ya! Oradan sarı bir papatyayı kopartıp göğe tutaraktan haykırdım… Dedim ki: Ey doğa!!! Ne Rumeli ormanlarının kokusu, ne Anadolu Feneri’nin mis gibi deniz kokusu! Hiç biriniz onun gibi missss kokamaz. Deniz mi? Orman mı? Hiiiç, sadece bir avuntu… Biliyor musun buradaki hatıraların hepsi içimi umutla dolduruyor. … İşte günün sonunda bir şeyleri yazmak zorunda gene ben kaldım. Sen yazma lütfen, hiç bir zaman rütben küçülmesin. Ah ben, nereden bilecektim ki seni böylesi seveceğimi… Seni aklımla, gönlümle, mantığımla, ruhumla sevecekmişim nereden bilebilirdim… Seni sırf sen olduğun için sevmişim. Ne olursan ol sevmişim işte. Kim bilir, belki de sen olmak için böylesi sevdim… Bugün mesaj yok. Hiç aranmayan, özlenmeyen bir kaya parçası gibi hissedişimin üzerinden bir hafta daha geçti. Hava gene soğuk. Mide ağrım yok, halim iyi. Sadece sağ kolumda baştan sona garip bir ağrı… Mesaj yok. Üstümde siyah eşofmana kur yapan, kısa kollu beyaz bir tişört. Uzanmışım çarkı çıkmış sarı çekyata. Mesaj gene yok. Saat üç. Mesaj yok. Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma, Cumartesi, Pazar. Yok hiç mesaj. Mesaj… Yok! Ne dersin, perhizi bozup mide kanamasından öleyim de öyle sevdiğini söyle sen en iyisi.. Kal sağlıcakla…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |