Tüm insanlık bir tutkudur; tutku olmadan din, tarih, romanlar, sanat, hepsi etkisiz olurdu. -Balzac |
|
||||||||||
|
Bilmek hem merak gidermekte, hem de öğrenmenin sevincini yaşatıp, bunu birileriyle paylaşma gereksinmesi vermektedir. Bir bebeğin ilk öğrendiği şey gülmek ve güldürmek… Karşısındaki kişinin neye odaklandığını bebek fark ederse, o hareketle karşısındaki kişinin ilgisini topladığı için, hareketi kendisi ya da karşısındakinin bıkkınlığı ortaya çıkana dek devam ettirir. Bilgi seviyesi çok düşük olan kişilerde de bu böyledir. Öğrendiği her bilgiyi birileriyle paylaşmak ister kişi. Bu yüzden de, ne kadar az bilirse o kadar çok, o bilgiyi paylaşır ve kendisinin bir şeyler bildiğini kanıtlamaya çabalar. Bu durum bilginin artmasıyla ters orantılıdır. Kişinin bilgi seviyesi arttıkça bilgisini paylaşma isteği de aynı oranda düşer. Çünkü kişi artık kendinden çok emindir ve bu tür bir paylaşıma ve kendini ispata gerek duymaz. Ancak kendisine sorulan bir şey olursa, açıklama gereği duyar. Hatta sorulandan fazlasına yanıt verme yoluna gitmez, en kısa ve en işe yarayacak miktarda konuşur. Çevrenize bakın bakalım; en çok ve en boş konuşan kişiler mutlaka en az bilgiye sahip olan kişilerdir. Bilgi seviyesi yüksek kimseler bu tür kişilerle bir araya gelmemeye, konuşmamaya özen gösteriler. Eğer dinlemek bir zorunluluğa dönüşmüşse, mutlak bir bahaneyle oradan uzaklaşmaya bakarlar. Ali Şeriati öğrenme işleminde, öğrenilen şeyin gerçek bir bilgi olmadığını, kişinin yalnızca ne kadar şey bilmediğinin farkına vardığını söylüyor. Bir çocuk önce bir odanın içinde neleri bilmediğini fark ediyor. Dışarı çıktığında evinin içinde ve bahçesinde neleri bilmediğini far ediyor. Sonra cadde, mahalle, şehir, ülke, kıta, dünya evren gibi sıralanıyor bilinmeyen unsurların fark edilmişliği. Sonunda bilmediklerinin okyanus, bildiklerinin ise yağmurda bir çise bile etmediğini fark ediyor. Bu kadar çok şeyin farkında olan insan hangi bilginin ne kadarını, kiminle, hangi zaman içinde paylaşabileceğine bakıyor ve paylaşmaktan vazgeçiyor. Sadece kendisine yöneltilen sorulara kısa yanıtlar veriyor. Oysa az bildiğini bildiğimiz kişilere baktığınızda kendisine sorulan sorunun cevabının ötesinde yığınla bilgiler sıralayarak karşısındaki kişinin hayranlığına muhtaçlığını ortaya koyuyor. Bilgi eksikliği gidermek değil mi? Eğer bizler de ruhumuzu kaplayıp bizi kendi varlığımıza hapseden nefsi aralayıp insanlık denilen gerçeği yakalayıp, bu araçla doğada yardıma ihtiyaç duyan her canlıya ulaşıp, yardım edebiliyorsak, gerçek bilgiye ulaşmışız demektir. Yoksa hem bilginin, hem de nefsimizin hedef gösterdiği varlıkların kölesi haline gelmişiz demektir. Benim hep üzerinde düşündüğüm ve durduğum bir konu var; Allah Kur’an-ı Kerim’de ahiret ayetlerinde cennet tasvirlerine oldukça fazla yer veriyor. Dünya yaşantısıyla ilgili ayetlere de bakıldığında insan yaşantısını olumsuz etkileyecek her şeyi yasaklıyor. Benim bundan çıkarımım, Allah Müslümanlardan yeryüzünü bu yasaklara uyarak, uyulmasını sağlayarak ve cennet tasvirlerini dikkate alarak, yeryüzünü cennete çevirmelerinde ısrar ediyor. Zannımca, bu konuda çaba göstermeyen Müslümanların cennetten faydalanmaları da olağan görünmüyor. Bir başka husus ise Allah Müslümanlardan liderlerini seçerken (seçme ve seçilme hakkına dikkat çekmek istiyorum özellikle) mevcut kişilerin en bilgilisinin seçilmesi bir zorunluluk. Bunun örneği de tapınsal eylem (namaz veya salah) sırasında en bilgili kişinin imam tayin edilmesi gibi. Bu toplumsal bir sorun ve biz bunu hakkıyla bir türlü çözüme ulaştıramadık. Nedenine gelince. En başta söylediğimiz noktaya geri dönüyoruz. Az bilenin çok, çok bilenin az konuşması. Yani kişilerin kendi hadlerini bilmek yerine hep karşılarındaki kişilere hadlerini bildirme girişimleri. Bu sorunu aştığımız zaman sosyal olgunluğa ulaşıp hata payını en aza indirebiliriz. Bu durumu peygamber de “Âlimlerin susup, cahillerin konuşmaya başladığı zaman kıyameti bekleyin” diye izah ediyor. Bu durum gerçek bir kıyamet olmasa bile, zaten sosyal bir kıyamet anlamına gelmekte. Sözü uzatmayalım; mesele insanların neye inandıkları değil, yaşarken nasıl yaşadıkları… İnsan denen varlığın yaşayan canlılara bir faydası var mı, kendi çıkar ve faydaları için bütün canlıları kullanıyor mu, bunlara bakılmalı ve düzenden beklentiler bu doğrultu da sağlanmalı, diye düşünüyorum. Hülasa Nazım Hikmet’ten biraz bozarak aldığım bir cümleyle, insanlık zor zanaat, diyorum. 17 Eylül 18 Gölcük
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Osman AKTAŞ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |