"Çok söz hamal yüküdür." -Yunus Emre |
|
||||||||||
|
Şey, diyecektim, şey… Şimdi Hasanla çay vaktim geldi sanırım. “Hasan” deyince yine ıslandı kirpiklerim, yanaklarımda yine o ılık sular aktı. Hem bu gün hiç kurumadı ki gözyaşlarım. Hasan, daha bu gün gitti. “Gitti” işte, sanki bir daha görüşemeyecekmişiz gibi ayrıldık birbirimizden. Ayrılırken, yalnız tokatlaştık. Oysa birbirlerimizin boynuna sarılıp dakikalarca hıçkırmak varken… İyi ki de birbirimizin boynuna sarılmadan ayrılmışız yoksa ben “erkeklik merkeklik” dinlemeyecek -kesin- ağlayacaktım. Mesele Hasan olunca… Zaten duygusalım, Hasan’ı hatırlayınca (her hatırladığımda) daha da duygusallaşıyorum, anlayacağınız bir beter oluyorum. Aslında “Hasan” her ne kadar Orduzu Kaldırım’da oturuyorsa da (şimdi oturmuyor ya..) Hasan’ın meselesi Kaldırımlıları ilgilendirmez, Orduzuluları hiç ilgilendirmez, alakadar bile etmez. Çünkü Hasan öyle tanınmış/popüler biri de değildir. Aslında bu köşeyi, hele hele ilkyazımda Hasan meselesini hiç konuşmayacaktım. Ama öyle bir şey ki… Şu an parmaklarım klavyenin tuşları üzerinde geziniyor ya… On parmağımın onu da “H” harfini arıyor. Değil parmaklarım, tüm hücrelerim bile “Hasan!.. Hasan!” diyor. Mesela Hasan gitmemiş olsaydı, şimdi bu yazıyı yazmak yerine onunla oturmuş, çay içiyor olacaktım. Çünkü bu saat, Hasanla çay içme saatim benim. Öyle ki yıllardır bu hep böyle geçti. Hasanla çay içme saatlerim, bende büyük bağımlılık yapmış olacak ki ben bu saate Hasan’ı özlüyorum. Bu saatte onunla çay içmesem hiçbir şey beni kesmiyor. Bu bendeki bağımlılık bir tütün tiryakisinden de beter. Bu bağımlılığı, müşahhas bir örnekle verecek olursam; yeni sütten kesilmiş bir bebeğin annesinin memesinden süt emmediği vakit girdiği krize benzer. Ve ben şimdi “Hasanla çay saatini” yaşamama krizine girmiş durumdayım… Anlıyorum beni hiçbir şey kesemez ve teskin edemez.! Yüreğim; tuz- biber serpilmiş bir yara gibi kanarken, kalp atışlarım “Hasan! Hasan!” diye ağıt yakıyor. “Ah Hasan ah!” Beni bırakıp gideceğine hiç inanamamıştım/öleceğime inanmıştım ama Hasan’dan ayrılacağıma inanamamıştım… Ula Hasan!.. Doğduğum günden beri, senin olmayan ışığın olmaya çalışmadım mı ben? Kolumu koluna geçirip seni gezdirirken kendimi senden bir bütün olarak görmüş, gözlerinin görmediğini sana hissettirmemeye çalışmıştım hep. Hal böyle iken sen şimdi kalkıp beni terk ediyorsun. Ula Hasan! Biz, iki kardeşten çok bir vücudun azaları gibi değil mi idik… Hasan, demek sen gittin!.. Gidişin bir beni, bir de -sanırım- seni can evinden vurdu; bizim acımızı bizden başka duyan oldu mu ki? Biliyorum, şimdi sen beni duymayacaksın, kesin duymayacaksın ama ben yine de sana seslenmek istiyorum. “Bak Hasan, şimdi çay vaktimiz bizim. Ben yine çay koydurdum. Ama bu kez sen olmayınca içemeyeceğim çünkü sensiz boğazımdan geçmiyor…” Boğazımdan geçmiyor sensiz çay Hasan!.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Şevket Başıbüyük, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |