Yazar yazı yazmayı başka insanlara göre daha zor yapan insandır. -Thomas Mann |
|
||||||||||
|
"...Yıl 1994 ve ben Atatürk Kütüphanesine öğle araları kaçtığım, soluk aldığım zamanlarımdan biriydi. Çocukluğumdan beri yalnızlığım gibi konuk olduğum kütüphaneler, duygusal sığınaklarım olmuştu. Önceleri, Kemalettin Tuğcularla merhameti ve azla yetinmeyi ilke edinen gözlerim, daha sonra Ömer Seyfettin’ler, Halide Edip’ler, Muazzez Tahsin Berkant’lara devir, teslim yapmıştı. Daha sonraki yıllarımız ise, Tolstoy, Dostoyevski, Balzac, Victor Hugo gibi klasiklerle beslenirken fikir ve edebi hayatımız, yerini tarihi gerçekleri öğrenmeye bırakmıştı… İşte 30-40’ lı yaşlarımda elime ilk geçen üç kalın kitap olmuştu. Şevket Süreyya Aydemir’in, “Tek Adam” kitabı… Her öğlen “su içer” gibi geçen zamana inat, okuma sevdam, beni Atatürk Kütüphanesine tutsak edip dururdu. Unuturdum zamanı. Çoğu kere geç kalıp soruşturma zarfları teslim edilmişti elime. ” …maddesine göre görev yerinizi mazeretsiz terk ettiğiniz için….125. maddenin B….fıkrasına göre savunmanız istenmektedir…” Hiç unutmam o yıllarımı. Bu soruşturmalardan nasıl “illallah “ ettiğimi, bir ben bir de eşim, dostlarım çok iyi bilirler. Soluğu yine kütüphanelerde alırdım. Vazgeçmezdim, okuma tutkumdan. Hele ki, söz konusu ATATÜRK olunca… Bir gün dayanamayıp, o kütüphanenin müdürüne vardım. Ve soruşturma zarfımın içinden çıkanları gösterdim. Ve… -“ Atatürk ile ilgili kitapların, kütüphane dışına çıkmasına izin verilmediğini öğrendim. Size söz veriyorum, 2 veya 3 gün içinde bu kitapları getireceğim. Sizden rica ediyorum. Artık soruşturma almak istemiyorum…” diye, adeta yalvarıyordum. Müdür bayandı. Ve tesettürlüydü. Gözlerinin içi gülümsedi. Sarı zarftan çıkan yazı, onu hem üzmüş hem de, hayranlık oluşturmuştu. -“ Evet, hanımefendi. Dışarı eğitim ve öğretim amaçlı bu tür kitapların çıkmasına izin yok. Ama görüyorum ki, ibadetlerimizi özgürce yapmamıza sağlayan önderimizi daha yakından tanıma arzunuz var. İşte ben bunun önüne geçemem ve bizlerin amacı da bu arzunuza hizmet etmek. İnanıyorum ki, dışarı çıkaracağınız bu kitaplar sizin ellerinizde emniyette olacaktır.” Kütüphane müdürünün sözleri ruhuma doluşan Akdeniz meltemleri gibi ılıkça esmişti. Heyecanım boğazımda birikmiş ve yutkunurken onun sorusu ile sustum: -"Telefonunuzu alabilir miyim? Bunu istemekteki amacım, eğer bu kitaplar acil olarak biri gereksinim duyarsa diye… Siz acele etmeden okuyun. Nasıl olsa iş yeriniz bir adım ötemizde…” Nasıl mutlu olmuştum! Ve başı kapalı kütüphane müdürünün, aydın bir insan olduğu da, gözümden kaçmamıştı… Tek Adam, kitabını okurken, kâh güldüm, kâh ağladım, kâh şaşırdım ve yüreğim coşkuları büyütürken, yerini zaman zaman buruk bir tada da bırakıyordu… Onu, daha yakından tanıyan aklıma artık söz geçirmem imkânsızlaşıyordu. Daha ve daha da bilgi alma arzum çoğalmaktaydı. Her satırda tanıdığım o insanı arıyordum… Hani Amiral Bristol Hastanesinin 4/B katında hasta yatağında yatmakta olan Cemal Işıksel Beyi. Ama göremedim satırlarda… O zamanlar bilgi dünyasına bu kadar geniş bir yelpazeden bakamıyorduk. Ve yeni basım tarih kokan kitaplarımız şimdikilerde olduğu gibi sık basılmıyordu. İnternet dünyası ve görsel medya bu konuda bizi yeterince aydınlatmaya yetiyor bile… Yeter ki, az bir araştırma isteği olsun içimizde… Neydi benim aradığım? Tek Adam Kitabının her satırında belki bulurum ümidiyle sarıldığım kitapta bulamadım, Cemal Bey’i ve Sedat İçgören Bey’i… Yoktular işte! Belleğimden aklıma süzülen anımı satırlara dökmek ve aktarmak, şimdiye kadar hiç aklıma gelmemişti. Ta ki, dün gece yarısı, o sesi duyana kadar… Cemal Bey’in yattığı oda hemşire deskinin hemen yanında ki, ilk odaydı. Doktoru Faruk Turnaoğlu idi. İç hastalıkları uzmanı olan Dr. Faruk Bey çok sevdiğimiz bir insan aynı zamanda da, dâhiliye hastalıkları bilgilerimizi sorguladığımız, değerli bilgilerini bizlerden esirgemeyen bir insandı… Sabah saat 07:30 sularıydı. Elimdeki tepside öksürük şurubu, tansiyon ilaçları, tansiyon aleti ve ateş ölçmek için derece vardı. Cemal Bey’in odasına girdiğim zaman uyumadığını gördüm… -“ Günaydın Cemal Bey. Nasılsınız bu sabah?” Her hasta odasına girdiğimizde güler yüzle sarf ettiğimiz rutinleşmiş sözcüklerdi. Cemal Bey, hasta yatağında doğruldu. Hoş bir tebessümle yüzü aydınlandı. -“ Beyaz meleğimi görünce iyi olmamak mümkün mü? Günaydın güzel hemşirem.” Onun koluna tansiyon aletini takıp, dudaklarının arasına termometreyi sıkıştırınca, bakışları kederlenirdi. Civanın yukarı yükselip aşağıya inişini birlikte izlerdik. Dudaklarındaki cam çubuk konuşmasına engeldi. Eliyle, “kaç çıktı?” soru işareti yapardı. Yüksek çıktığı halde onun yüreğindeki kuşku ve kaygıyı hemen buhar edebilecek, tümceyi söylerdim. -“ Cemal bey, yaşınız 70 değil mi?” O, gülümseyişini yanağını hafifçe kıvırıp ifade ederdi. Ben ona aldırmayıp devam etmiştim. -“ Bu şu demektir Cemal Bey. Yaşınızın yanına bir eklerseniz sizin normal tansiyonunuz olur bu rakam. Yani 170’tir sizin, anlayacağınız. Uyumadınız mı bu gece? Tansiyonunuz az yükselmiş. 200’ lerde seyrediyor. Şimdi ateşiniz kaç bakayım?” Dedikten sonra yatağının yanında bulunan siyah deri koltuğa oturmuştum. Ateşi normaldi. Verileri, kolumun altında getirdiğim “alüminyum” kapaklı hasta dosyasına not ettikten sonra hala yanında duran sehpaya ilişmişti gözlerim. Kahvaltısını yememişti… -“ Yememişsiniz, neden?” diye sordum. -“ Canım istemedi. Aç değilim.” Der demez ayağa kalktım. Sesime az sitem eklemiştim. -“ Aaa, dünyada olmaz, darılırım! Bu kahvaltıyı size yedirmeden de odanızdan ayrılmayacağım.” Odasında bulunan banyoya yöneldim. Havlu ve böbrek küvetini alıp, yanına yaklaştım. Sehpada içi su dolu sürahiden gazlı bezi ıslatıp, yüzünü incitmeden sildim. Bu işlem iki üç dakikamı almıştı. Daha sonrada penceredeki şerit perde ipini çekip odayı baharla doldurdum. Gün girdi hasta yatağına… Günler akıp geçtiğinde, ben yeni bir şeyler öğreniyordum Cemal bey’den. Mesela Atatürk’le karşılaştığı o anı hiç unutmam. Yavaş ve sakin bir anlatım tarzı vardı. Kelimeler düzgün bir Türkçeyle kulağımdan belleğime tek tek süzülüp, raflara diziliyorlardı… -“ Siz, beyaz meleğim. Yaklaşın yanıma, size arzu ederseniz onu anlatmak istiyorum. Kimsede olmayan ve benim çektiğim fotoğrafları göstereceğim sana. “ Çok şaşırmıştım. Çekmecesine uzandı ve açtı. Elinde büyük bir zarf tutmaktaydı. Bana uzattı ve açmamı söylemişti. Zarfın içinden ona yakın Atatürk’ün siyah beyaz çekilmiş fotoğrafları çıkmıştı. Evet, şimdiye kadar hiç görmediklerimdi, elimde hayranlıkla tuttuklarım. Küçük dilimi yutacak gibi, bir şaşkınlık abidesi gibi odanın ortasında durmaktaydım. Küçük bir kahkaha çıktı dudaklarından. Bense fısıltıyı andıran bir merakla sordum? -“ Siz ve Atatürk! Kimsiniz?” -“ Onun hep yakınında olan ve her hatırasına tanık olan biriyim, beyaz melek…” Ellerimi sevinçle çırptım. Yüzümdeki çocuksu coşku onu da, heveslendirmişti. -“ Ne olur Cemal Bey, onunla ilgili yaşadığınız bir anınızı bana anlatır mısınız?” Ve sözcükler tarihi tümcelere bıraktı yerlerini. - “ Küçük beyaz melek gel şöyle yanı başıma. Durma öyle şaşkın ördekler gibi. Sana her gün bir anımı anlatacağım, ama sende bana söz ver.” Hemen başucundaki siyah deriden koltuğa iliştim. Boğazıma ilmek olmuş, tükürüğümü yutmak dahi istemiyordum. Benden nasıl bir söz istiyordu. O sözlerine devam etti. -“ Bana bir on sene daha vereceksin, söz mü? “ Dayanamadım, bir kahkaha attım. Espri yeteneği, düzgün ve akıcı konuşmasından haz alıyordum. Ve anlatmaya başladı: -“1925 Mart ayı son günleriydi. Fethi Okyar büyükelçi olarak Paris’e gittiği zamandı. Mustafa Kemal onu uğurlamak için istasyona gelmişti. Bende makinemi sehpaya yerleştirmiş bekliyordum. Onu istasyon binasından perona girerken karşıladım ve - “ Bir dakika Paşam! “dedim. Yüzüme bir an duraksayıp baktı. Acelesi var gibi hani. - “Peki, çocuk, çabuk ol!” dedi. Heyecanlanmıştım. Mesleğimde yeni olduğum dönemlerime tesadüf eden bir anım oldu bu. Elim ayağım bir birine dolanır gibiydi. Birkaç poz çektim. Hemen hemen her yurt gezisinde yer alıyordum. O zamanlar Vakit gazetesinin Ankara foto muhbiriydim. Hem gazeteme haber için iyi bir fotoğraf yetiştirmek hem de bir devre imza atmış hayranlıkla izlediğimiz, sevilen bir lideri izlemek beni mutlu ettiği gibi onurlandırıyordu da... “ 1933 Mayıs’ında çiftliğin yıldönümünde gene Atatürk’ün fotoğraflarını çekiyordum. Bir aralık gülerek bana döndü, -“ İlk seferinde bu kadar kolay çekemiyordun, değil mi çocuk” dedi. -"Sekiz yıl önce istasyonda nasıl çalıştığımı hatırlayarak beni hayretler içerisinde bıraktığı o günü hafızamdan hiç silinmedi, küçüğüm.” Okulda yatılı okuyordum. Amerikan eğitimi ekolünde yetiştiriliyorduk. Ciddi, sorumlu ve bilgili olmak ilkelerimizdendi. Yatağıma uzandığım staj sonrası, gecelerimde ay penceremden ipeksi beyaz ışığı ile süzülürken ben, Cemal bey’in anlattıklarıyla uyuya kalıyordum… Onunla hemen hemen bir on günü geçirdiğimi anımsadım. Sabahları heyecan sarardı beni. Yüzümü yıkar, dişlerimi acele fırçalar yıllar sonra bırakacağım beyaz, pembe üniformamı giyerdim. Onun odasına her girişim farklı heyecanlar ile yüreğimi eşerdi. Yine bir sabah odasına vardığımda çoktan uyanmış ve birini bekler gibi bir hali vardı. Gülümseyerek “günaydın” dedim. -“Ah, geldin mi? Günaydın beyaz meleğim. Gel şöyle bak senin için ne hazırladım?” Merakla yanına yaklaştım. Elinde bir dosya tutmaktaydı. Açtı ve içinden siyah beyaz Atatürk fotoğrafları göründü. Her birinin ebadı bir koca çerçeve sığacak büyüklükteydi. Bana uzattı: -“Bunlar senin için meleğim.” Şaşırmıştım!.. Boğazım yine heyecan sıvıları ile dolmuştu. Sevinçle ellerimi çırptım. İçimde çocuksu bahar sevinçleri dolmuştu. -“Siz ciddi misiniz? Bu resimler şimdi benim mi oldu, yani? Benim için mi?” diye, kekeledim. Onun kahkahaları bugün bile kulaklarımda hissederim. -“Evet, küçüğüm senin de, ama onlar resim değil. Fotoğraftır, adı. Resim ile fotoğrafı sakın karıştırma. Biri ressamın tuvale çizip, boyadığı el emeğidir, diğeri ise bir fotoğraf makinesinin objektifi vizöründen, kareleri dondurduğun anın eseridir. Her ikisi farklı bir sanat eseridir küçüğüm…” Utanmıştım, yüzüm yanmış ve fotoğraf ile resim arasındaki farkı öğreten yaşlı insanın yanağına bir “teşekkür” öpücüğü kondurmuştum… Cemal Işıksel’in bana vermiş olduğu o fotoğrafları, kızımın okuduğu Beşiktaş Kız Lisesi Müdürü Suat Hanıma imza karşılığı teslim edip, Atatürk’ün o birbirinden güzel fotoğraflarını Türk Gençliğine emanet etmiştim. Şimdi yıl 2008 ve yağışlı bir bahar havasında, ” onu gören gözlere nasıl baktığımı…” bir düş gibi aklımdan süzmekteyim… 11 Nisan 2008/ Akçay/Emine Pişiren Not: Atatürk Çankaya Köşküne gecenin bir yarısı uykusundan kaldırılıp, senfoni orkestrasını dinledikten sonraki ruh halini anlatan ağabeyim, dost bildiğim değerli insan Sedat İçgören o zaman bir konservatuar öğrencisiymiş. Henüz sakalı yeni çıkmış gençlerden olan, hani… Bir sonraki yazımda bu anıyla buluşmak üzere…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Emine Pişiren, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |