Başka dillerle ilgili hiçbir şey bilmeyenler, kendi dilleriyle ilgili de hiçbir şey bilmiyorlar. -Goethe |
|
||||||||||
|
Şehirler girer rüyalarıma, sevgi tuğlalarıyla örülmüş şehirler… Tan kızıllığında uyanır zihnimi kemiren düşünceler… Kent ‘Merhaba’ der bana yürekten bir tebessümle. Sabahın mahmurluğunda balkona çıktığımda bir ‘Günaydın’ da deniz fısıldar kulağıma. Balıkçıların takalarının silueti belirir ufuk çizgisinin berisinde. Rüzgâr denizden getirdiği tuzlu havayı bahşeder akciğerlerime. Havanın tuzu yakar genzimi. Şehre adanmış hissiyatım uyanır zaman beşiğinde. Hatıralar canlanır mazinin izbe köşelerinde. Akçaabat’ın bahçelerinde yetişmiş taze kıyılmış tütünlerin kokusu kuşatır belli belirsiz anıları. Nikotin, belleğimi bağlar esaret zincirleriyle. Yalın ayaklı çocuklar kirli elleriyle yarım ekmeği tereyağıyla sıvayıp indirirler aç midelerine. Çocuklar okula gidip gelirken üşür köy yollarında, onlarla birlikte zaman da üşür. Uzak emeller doru atlar gibi kaçar gözlerinin feri sönmüş çocukların düşlerinden. Umutların yaldızlı adıdır Akçaabat… Gül bahçelerinden gül denizlerine uzanan uzun bir koridor… Bu koridorda tükettik ömür sermayemizi. Gecelerimizi doyumsuz kılan bir rüyadır bu şehirde bu şehri yaşamak. Ya gurbette bu şehre sevdalanmak… O bir ateşten gömlekten farksızdır. Sıladaki kentin cadde ve sokakları yâdıma düştüğünde ruhumdaki hüzünler harmanlanır boylu boyunca. Mevsimlerden sonbaharı yaşarım yazın ortasında. Hayallerimin enkazı altında ezilirim. Yağmur damlaları bir kurşundan farksız düşer sırtıma. Gurbette yaşadığım şehir bir harabe, bir mezarlık olarak kalır hatıralarımda. Gecenin karanlıkları örtemez gurbetteki hüznü ve acıları. İçimdeki yalnızlığı silemez hiçbir şey… Denizlerinin iri mavi gözlerine meftunum Akçaabat… Farzet ki bir oyundu yaşadığımız. Oyun ama ciddi bir oyun… Bedelini zaman olarak hayat değirmenlerinde öğüttüğümüz, içine bir ömrü sığdırdığımız bir buğday tanesi… İçi memleket sevgisiyle dolu bir ressamın uykusuz gecelerde çizdiği şaheserdi arkada bıraktığımız. Biz o tuvalde boynu bükük ve aciz bir portreden başka neyiz ki!... Ellerimiz ve ayaklarımız hatıraların zincirleriyle bağlı… O ağır zincirin en büyük halkası sen değil misin Akçaabat, sen değil misin? Sen bir anneydin Akçaabat, dizlerinde uyuduğum ve büyüdüğüm şefkatli bir anne… Denizlerin vardı senin… Hamsisi, mezgidi, istavriti bol denizlerin… Cömerttiler bir anne kadar… Lâkin şimdi eli sıkı bir cimri rolünü oynuyorlar hayat oyununda. Beni hülyalara daldıran masmavi suların vardı, düşlerimin çekirdeği, ana nüvesi... Gecelerin vardı, uykusuz gecelerin. Sevdalıların ay ışığı altında derin hayallere daldığı, hayattan kâm aldığı gecelerin şimdi hüznü çağrıştırıyor gurbetteki evlatlarına. Bir zamanlar etle tırnak gibiydin evlatlarınla. Fakat şimdi her birini gurbetin bir köşesine saldın. Onların arzuları senin merhametli kollarında yaşayıp senin bağrında vermekti son nefeslerini. Şimdi kara kışlar çepeçevre kuşatmış mevsimlerini. Ömrün ahirinde ateşten şiddetli olan intizardır paylarına düşen… Şimdi gurbet mahzenlerinde yüreğim yanar. Kardelenler açar gönlümün karlı dağlarında. Üşürüm yoklunda, ısınırım hatıralarının sıcağında. Sensizliğin sürgününde, ayrılıkların ertesinde, gecenin hançer gibi içime batan soğuğunda dikilip kalmışım sana giden yolların kavşağında… Damarlarımda senden kan, bedenimde senden can taşıyorum. Bir siyah-beyaz fotoğraftır şimdi yalın kılıç düşlerimi süsleyen. Anneannemin ceviz sandığında gün yüzüne hasret bir kare… Acı ile hüzün sarmalamış göçebe duygularımı. Aşk ve ıstırabın uykudan uyanmış halidir gönül bahçemdeki kan kırmızı gülün mahmurluğu… Geçmiş zaman şarkılarıdır ak şehrin gönül telini titreten. Karadağ’ın karıdır gönlümüzün ateşini alan, o karlar ki pınarlarımızın hayat kaynağıdır. Dağlarımızı bembeyaz bir yorgan gibi örten karın paklığı gönül paklığına tekabül eder. Cemreler düşeceği vakti sabırsızlıkla bekler. Karanlık çökünce tenhalara acılardır senden payıma düşen. Sayfaları eskimiş, işi bitmiş bir defter gibi yorgun ve terkedilmişlik duyguları içerisindeyim. Sabahı bekleyen bir hasta gibi zaman durur dört duvar arasında. Kavrulan bağrımı dağ rüzgârlarına açmış bekliyorum. Denizler gelmeyin üzerime, tuzlu sularınızı değdirmeyin yürek yaralarıma… Yüzyıl geçse de unutulur mu esaret günleri?… Geçer mi yürek yaralarının sızısı? Sargana’da ruhlar yatar mı uykuya? Kanla yazılan özgürlük yemini suyla silinir mi? ‘Zaman hiçbir şeyi unutmaz ve unutturmaz’ derler. Acı tatlı bütün hatıralar zamanın heybesinde saklı durur öylece. Avuçlarımıza aldığımız ve gönül asumanına uçurduğumuz barış güvercinleri vurulur mu öfkenin zehirli oklarıyla? Çalınır mı zaferlerden arda kalan mutluluklarımız? Bölüşülür mü en büyük zenginliğimiz olan gönül sermayemiz? Söndürülür mü gönüllerimizi aydınlatan sevgi mumları? Bu sorulardır zihnimi gece gündüz kemiren. Olmaz olmaz demeyin. Dünün acılarını unutmamalı, unutturmamalı… Unutmak gaflettir, gaflet intihardır. Fatih’in emeğine ihanettir. Geçmişin acılarını tellal misali geri çağırmaktır. Rıhtımda suya değen bakışlarım dalgaların getirdiği köpüklerin çıkardığı ritmik sesle yön değiştiriyor. Düşünceler beni Akçaabat’ın yarınlarına götürüyor. Kelebekler nasıl kozasını örerse ben de bu şehrin geleceğini örüyorum beynimin tenha yerlerinde. Dalgalar yalıyor kıyıları. Kumları okşuyor köpükler… Güneşin batmaya yüz tuttuğu vakitlerde tabiatın fırçasından eşsiz bir tablo çıkıyor. Bu tabloya ne Picasso’nun, ne de Bellini’nin kudreti yeter. Geleceği çok uzaklarda görenler, ‘gün bugündür’ anlayışında olanlar ve geleceği ufkun arkasında hayal edenler basiret fukaralarıdır besbelli. Bu akıl fukaralığı aydınlık yarınların etrafını saran paslı bir zincirden farksızdır. Sert fırtınaların varlığını bilmek ve idrak edebilmek için fırtınalara maruz kalmak gerekmez ki… Bunun ötesinde fırtına başladığında gösterilen canhıraş gayretler ne fırtınayı dindirir, ne de zararından korur bizi. Üstün akıl, bugünü dünden, yarını bugünden gören akıldır. Ancak bu akıl önümüzü aydınlatır. Şehirlerin güzeli Akçaabat şehrengizleri kıskandırıyor. Ufuk çizgisinde geleceğin aydınlık resmi beliriyor. Daralan vakitlere sığıyor koca gelecek… Mutluluğun resmini çiziyor zaman keskin fırça darbeleriyle. Gecenin tenhalığında gelen hissiyata bir tutam hüzün karışıyor. Gözlerim buğulanıyor hüznü yudumlarken. Titrek ışıklar gölgesini bırakıyor mavi sulara. Gülkurusuna banan umutlar ellerimde ufalanıyor. Ünsiyet peyda oluyor seninle aramızda. Sen ki yüreğimi yakıyorsun yine de aşk ateşlerinin en korunda, en korunda… Günahını vebalini sırtıma yüklüyorum karanlıkların. Senden yadigâr kalan uykusuz geceleri taşıyorum gözbebeklerimde. Derin bir ‘âh’ ın göbeğinde saklanıyor çığlıklar. Yorgunluğumun sebebi oluyorsun Akçaabat… Durgunluğumun, yenilmişliğimin bir parçası oluyorsun bir puzzle’ın en zorunda. Direnişim ışığa varana kadar sürecek elbet… Şehir beni bağrına basmadan bitmeyecek ısrarım. Sana giden yolların kırılgan yüzü ayaklarıma değecek bir gün. Umut çeşmelerinin suyu akacak tez vakitte… Bulutlar güneşin önünden çekecek ipekten şalını. Pişmanlıkların pası silinecek yüreğin muhacir duygularından. Şehrin mazisi canlanacak akıbetin aydınlığında. İzbe sokaklar ağlayacak üstünden geçenlerin acı sonuna. Her köşe başı, her cadde ve sokak geçmişin izlerini geleceğe taşıyacak. Dün bugüne, bugün yarına kültür ve medeniyet bağlarıyla sıkıca bağlanacak. Dostça, kardeşçe ve barış içerisinde nefes almanın hazzını doyasıya yaşayacak şehrin yoldaşları. Şehirlerin ruhu, modern zamanlara sığmayacak. Taşacak gönüllerden sevgi, saygı, hoşgörü ve dayanışmanın ölümsüz gülleri. Güllerin rayihası bülbüllerin yanık sesine karışacak kuşluklarda. Bahçelerimizde ekilen tohumlar bire on verecek güneşin koynunda. Ve Yıl 2018… Ufuktan bir güneş doğuyor. Bu güneşin aydınlığı akça şehri abat ediyor. Mutlu insanlar kenti, gülücüklerini insanlarla paylaşıyor. Yüzlerdeki tedirginlik ve endişeler yerini tebessüm tomurcuklarına bırakıyor. Dostluk, kardeşlik ve muhabbet kıvılcımları sevgi ve hoşgörü ateşini tutuşturuyor. Bu ateş hem ısıtıyor, hem de aydınlatıyor insanları. Gönül bahçeleri cömertlik yarışında… Bahçe güleç, bahçıvan mutlu… Ekinler boy atıyor yürek tarlalarında. Şehrin üzerindeki kapkara bulutları sürüklüyor rüzgârlar… Denizin kızı Akçaabat, işveli bir gelin oluyor bembeyaz duvağının altında. Bu gelinin yüreğindeki umutlar Karadağ’dan daha yüce ve heybetli… Acılar ders oluyor geleceğin mimarlarına. Umut harmanları endişeleri bertaraf ediyor. Akçaabat yarınlara parlayan gözlerle, taze beklentilerle bakıyor. Akçaabat yüzyılın şerefini bütün hücrelerinde hissediyor.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © M.Nihat MALKOÇ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |