Benim yaradılışımda fevkalade olan birşey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir. - Atatürk |
|
||||||||||
|
Dudakları kıpırdamaya devam ediyor görüyorum, ama artık onu duymuyorum. Gözlerinin derinliklerine bakıyorum bir hüzün var mı gözlerinde diye. Ellerini sağa sola sallayarak konuşmaya devam ediyor. Gözlerini gözlerimden kaçırıyor, sağa sola bakınıyor. Ağzı hala kıpırdıyor. Hiç ses duymuyorum. Yerimden kalkıyorum yavaşça, soru soran bir ifadeyle gözlerime bakıyor. Gözlerinden süzülen bir iki damla yaş var. Bir şeyler diyor olmalı. Ama duymuyorum. Arkama dönüp kapıdan yavaşça çıkıyorum. Yoldan aşağıya doğru koşmaya başlıyorum. Yağmur çiseliyor. Önce küçük adımlarla, sonra bacaklarımı açarak atabileceğim en büyük adımları atarak koşmaya devam ediyorum. Yağmur hızlandı. Gökten düşen yağmur damlaları gözyaşlarımı gizliyor. Yüzüme düşen yağmur damlaları ile yanaklarımdan süzülen gözyaşlarım birbirine karışıyor. Kalbim yerinden çıkacak kadar hızlı atıyor. Gök gürlüyor. Saçlarımdan damlalar süzülüyor. Daha da hızlanıyorum. Yerde oluşmuş su birikintilerinin tam ortasına atlıyorum her defasında. Kıyafetlerim sırılsıklam. Söylediği sözler kulaklarımda çınlıyor, şimşek çakıyor; kalbim çarpıyor, gök gürlüyor, gözlerim ve tüm bedenim ıslak… Dakikalarca koşuyorum yağmurun altında. Yağmur yavaşlayınca ben de yavaşlıyorum. Yağmur dindi, duruyorum. Aklım ve kalbim bomboş. Başımı gökyüzüne kaldırıyorum. Ağzımdan tek bir cümle çıkıyor ve tenha sokağın sessizliğinde yankılanıyor: “O beni sevmiyor. Peki Sen? Sen beni seviyor musun Rabbim?” Eve giriyorum. Sıcak bir banyo alıp, üstümü değiştiriyorum. Odamın kapısını kapatıp masama oturuyorum. Önümde beyaz bir mektup kağıdı duruyor. Dolma kalemimi elime alıyorum. Ne yazmak niyetindeyim, bilmiyorum. Kalemi elime alıp bekliyorum. Aklımda hiçbir kelime yok satırlara dökülmeyi bekleyen. Kalem, elimin içinde olduğu halde sağa sola titriyor, hissediyorum. Kalemi sıkıca tutup, engel olmak istiyorum hareket etmesine. Kalem, kağıda doğru bir hamle yapıyor yazmak istediği bir şey varmışçasına. Daha da sıkı tutuyorum ona engel olmak için. Ama kalem bütün gücüyle kağıda doğru bir hamle yapıyor ve titrek harflerle bir kelime yazıyor: “B..ır..ak, bır..ak” Elimi biraz gevşetiyorum, kalemin yazacaklarını merak ederek. Yazmaya devam ediyor: “Bir soru sordun madem, boğazımı sıkmayı bırak da sana cevabını iletebileyim…” Şaşkın gözlerle bir kaleme, bir kağıda bakıyorum. Ellerimi iyice gevşetiyorum. Kalem, boğazı sıkılmış bir adamın rahatlamış edasıyla elimin içindeki duruşunu düzeltiyor, kağıda doğru tekrar uzanarak yazmaya devam ediyor: “Böylesi daha iyi… Bir soru sorduysan cevabı duyabilmek için önce dinlemeyi öğrenmelisin. Şimdi söyle, kalemin söyleyeceklerini duymak istiyor musun?” Bir an ikimiz de duruyoruz. Cevaplarımı yazmalı mıyım, yoksa söylemeli miyim, karar veremiyorum. Ağzımdan bir fısıltı gibi çıkıyor kelimeler: Evet, istiyorum diyorum yalnızca kendimin duyabileceği bir ses tonuyla. Kalem yine yazmaya başlıyor: Sevdiğim… Bana öyle bir soru sordun ki, sorun yedi göğü aştı da bana ulaştı. Gözündeki yaşı gördüm, gönlündeki hüznü hissettim. Ağlaman bile buluta gözyaşı döktürdü. Ey alemi yoluna toprak, güneşi gülüşüne kul ettiğim insan! Sana duyduğum sevgiyi sorguladığında yerle gök bu soruyla inledi, denizler utancından masmavi kesildi, güneşin yüzü sarardı, rüzgar öfkesinden esti geçti, dağlar taş kesildi. Benim sana olan sevgim, harfsiz ve dilsiz söylenen bir sözdür. Bu sözü ancak can kulağıyla duyabilir, sana olan sevgimi ancak can gözüyle görebilirsin. Anadan doğma sahip olduğun aklına değil, gönlüne sormalısın bu soruyu. Ey feleği üzerinde döndürdüğüm aşk bahçesinin bülbülü! Sen hala sana olan sevgimi sorgulamaktasın. Sen hiç aynaya bakmaz mısın? Ayna tek başınayken içinde hayal bulunan cilalı bir nesneyken, sen ona bakınca o hayal, senin suretin olarak akseder. Görüntü bir iken, iki oldu sanırsın ama aslında biri aynanın içinde, diğeri aynanın dışında bile olsa bu iki suret aslında bir’dir. Bu bir’lik, seven ile sevilenin bir’liğidir. Sen ayrıldık sanırsın ama bir olan şey, nasıl ayrılabilir? Sen, benden; ben de senden ibaret olunca aşk, baki ve ölümsüz olur. Kalem yazmayı durdurdu. Yazdıklarını okuyorum, yeniden, ve yeniden... Aşk ile ilgili ne güzel satırlar, ne anlamlı sözler bunlar. Ama benim tek istediğim o iki kelimeyi duymak, beni sevdiğini duyabilmek oysa ki… Kalem bıraktığı yerden yazmaya devam ediyor: Ey bir tek sözüyle denizin dudaklarını kurutan sevgili! Sözün söylenmesinin bir faydası yoksa söylenmemesi daha uygundur. Manayı harfle, kelime ile bağlamak istiyorsun. Ama söyler misin bana“Rüzgar” kelimesi sence rüzgarı ne kadar anlatabilir? Bu kelimeyi her duyduğunda onun teninde dolaşan ellerini görebilir, kulağına getirdiği uğultuyu işitebilir misin? Rüzgarı duyabilmek için beş duyunu kullanman gerekir. Ama aşk’ı bilmek için beş duyudan fazlası gerekli. Can kulağını açabilseydin eğer sana o iki kelimeyi hiç durmadan söylediğimi duyabilirdin. Şu bahçedeki nazlı güllere bir bak? Sana olan aşkımı gülün kulağına fısıldadım da nasıl yüzü kızardı, görmez misin? Kalem tekrar duraksadı. Peki ama insan sevdiğinden neden ayrılır diye soruyorum. Kalem, yazıyor: Gölge, güneşten ayrılabilir mi hiç? Ten, candan ayrı mıdır? Ey sonsuzluklar aleminin ruh kuşu! Ruh yüceliğe sahipti, ten ise değersiz bir toprak. Yüce olanla değersiz olan birbirine dost olunca insan da zıtlıkları içinde barındıran, şaşılacak bir şey oldu. Sen ayrıyız desen de bu doğru değil. Gölgeyi daima güneşte kaybolmuş görürsün. Kimin gölgesi olduğunu bildin mi ayrılık şöyle dursun, güneşle olan bağını ebediyete kadar güçlendirdin demektir. Biz seninle güneşle gölge; tenle can gibiyiz… Ey ezelde aşk mektubunu ayağına bağladığım doğan kuşu! Ebediyete kadar o mektubun bağını çözme. Biliyorum sen hep aşk ateşiyle yanacak, ayrılık acısıyla feryat edip duracaksın. Ama şunu bilmelisin ki senin varlığının sebebi bendeki Aşk’tır. Kime bakarsan bak, baktıkların hep bahanedir. Her yerde, her şeyde gördüğün yalnız Ben’im. Sevdiğin yalnız Ben. Can cisimde ve Ben, cisimde gizliyim. Açıkça aradığın zaman gizlenir, gizlice aradığın zaman aşikar olurum. Bu aşk yolunda yürümeye devam et, sonunu sorma. Her an bu yol daha da sonsuzlaşmada. Aşk derdiyle gönlünü hoş tut. Unutma, aşk, kainatın özü ve sen de Aşk’ın kendisisin. Kalem bir anda elimden düşüveriyor. Beyaz sayfanın alt kısımları kalemden dökülen damla damla mürekkeple boyanıyor. Ellerime bakıyorum. Parmaklarımda mürekkep lekeleri var. Bu mektup ayrıldığım sevgilime yazılmış bir mektup mu, yoksa varlığının aşikarlığı yüzünden gözlere görünmeyenin soruma verdiği bir yanıt mı? Soru da cevap da anlamını yitiriyor. Şimdi biliyorum ki kalemimden mürekkep değil, Aşk damlıyor…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Şebnem Pişkin, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |