Bir ülke bağımsız olmadan, bağımsızlık da erdem olmadan ayakta duramaz. -Rousseau |
|
||||||||||
|
Hey gidi eski ramazanlar hey… Ne güzel günlerdi onlar be! Çocukluğumun yarısı masal, yarısı gerçek zamanlarında ramazanlar şimdikinden daha güzeldi. Çünkü ben çocuktum ve her şeyi oyuna çevirebilme, her şeyi istediğim renklere boyayabilme, gerçekleri süsleyip daha şirin ve sevimli hale getirebilme becerisine sahiptim. Gökyüzü bomboş olduğunda kuşlar serpiştirebilir, karanlık gecelere milyonlarca yıldız yapıştırabilirdim. Elimde değildi büyüdüm, boyalarım soldu, gece karanlık, gökyüzü bomboş kaldı. Hali vakti yerinde olanlar iftar için akşam ezanını caminin avlusunda bekleyenlere tepsilerle lokma getirirlerdi. Ezen başlamadan, top patlamadan önce tepsileri getirip şadırvanın yanındaki bankların üzerine koyarlardı. Tepsilerde bazen etli ve nohutlu pilav ile zerde ama çoğunlukla zeytin ve lokma olurdu. Büyükler genellikle tepsilerden çocukların nasiplenmesini isterlerdi. Kendilerini çok azını alıp çocukların sevindirilmesini arzularlardı. İnce Mehmet iftar zamanı geldiğinde çarşı ortasında çaput ve barutlarla sıkıştırılmış dolma tüfeği patlatırdı. Tüfeğin sesinin ardından iki camide birden akşam ezanı okunurdu. Kasabamız küçük olduğu için tüfeğin sesi bütün kasabadan duyulurdu. Herkes tüfek patladığında, camilerin şerefesindeki ışıklar yandığında besmele ile oruçlarını açardı. Bizim için asıl ziyafet o zaman başlardı. İnce Mehmet’in yanından ayrılıp caminin avlusuna dolardık. Büyükler akşam namazını kılmak içi camiye girdiğinde onlardan arta klanlar bize dağıtılırdı. Arta kalanlar demek biraz haksızlık sayılır, neredeyse her şey bize kalırdı. İtişip kakışmadan sıramızı beklerdik. Zaten tepsilerde kalanların çocuklara paylaştırılması birkaç dakikada biterdi. İnce Mehmet tüfeğini genellikle cami önündeki meydana gelmeden önce doldurmuş olurdu. Bazen kırk elli kadar çocuk onun etrafını çevirip tüfeği patlatmasını beklerdik. Dolma tüfeğin namlusunu havaya diker, dipçiğini kemerine dayar cami avlusundan gelecek işareti beklerdi. Tüfeği kendi saatine göre değil cami avlusundan gelen işarete göre patlatırdı. Tüfek patlayınca önce kara barut dumanları havaya yükselir, arkasından da gökyüzünden çaput parçaları yağmaya başlardı. Bir akşam İnce Mehmet dolma tüfeğin barutunu fazla kaçırınca namlu yerinden fırlayıp kundağı parçalamış, adamcağızın eli yaralanmıştı. İnce Mehmet’i o akşam Ramis’in minibüsüne bindirip Manisa’ya hastaneye götürdüler. Tüfek parçalandığı için belediye başkanı ona iftar zamanı patlatması için eski usul bir piştol almıştı. Kıvrık kabzalı, namlusu incecik nakışlarla süslü bu eski piştolu o ramazan bitinceye kadar kullandı. Bu silah ta fazla baruttan parçalanır, çoluk çocuğu yaralar diye sonraki ramazanda bir daha ortaya çıkarılmadı. Piştol yerine ona bir metreye yakın incecik çıtadan tutma yeri olan, fitili aşağıya doğru uzayan havai fişeklerden verildi. Çıtasından tutuyor, fitili ateşliyor, fitil bitip fişek ateşler çıkarmaya başladığında onu gökyüzüne bırakıyordu. Bütün çocuklar havai fişeğin roket gibi gökyüzüne yükselip orada patlamasına hayran kalmıştık. Fişek, ateşler saçarak gökyüzüne yükselip patladığı için kasabanın her yerinden duyulduğu gibi ovanın uzak yerlerinden bile duyuluyordu. Çocuklar havai fişekle birlikte yeni bir oyun bulmakta da gecikmediler. Düşen havai fişeğin parçalanmış gövdesinden geri kalanları kapmak neredeyse mahalleler arası bir yarışmaya döndü. Bazen fişeğin yere düşen kısmı rüzgârla uzak sokaklara, evlerin bahçelerine düşüyordu. Onu büyük bir dikkatle izleyip mutlaka düştüğü yerde buluyorduk. Sonra havaya kaldırıp sallayarak bunu öteki çocuklara göstererek övünürdük. Bayramdan önce kurulan Cuma pazarı çok kalabalık olurdu. Kasabadaki belli bazı zengin aileler her bayram mutlaka mahalle veya kasabadaki yoksul çocuklara pazardan yeni giysiler ve ayakkabılar alır, çocuklar orada giydirip alınan giysilerin üzerine uyup uymadığını kontrol ederlerdi. Bizim sokağımızdaki Veli Ağaların böyle bir zekât geleneği vardı. Adları ne kadar ağa olarak anılsa da o yaşlı adam çok zengin biri değildi. Orta halli bir çiftçi olmasına rağmen her ramazan bayramında mahallesinden birkaç yoksul çocuğu sevindirmeyi kendine adet edinmişti. Kasabanın çok zenginleri, Manisa bankalarında çok parası olduğu ballandıra ballandıra anlatılan ailelerin birçoğu zekât işiyle hiç ilgilenmezdi. Daha çok orta halli insanlar yoksul çocukların sünnet edilmesi ve bayramda giydirilip donatılması işine soyunurdu. Bayram sabahı erkekler namazdan çıktıktan sonra İnce Mehmet son kez ramazan topunu (havai fişeğini) patlatır bayramın resmen başladığını kasabaya duyururdu. Erkekler camiden çıkarken uzun kuyruklar olup bayramlaşır, çocuklar da evde babalarının gelmesini beklerdi. Kuşluk yemeği yemeden, üstümüzü giymeden evde bayramlaşma başlamazdı. Sofradan kalkıldıktan sonra büyüklerimizin ellerini öper, kardeşlerimizle bayramlaşır ve babamızdan ilk bayram harçlığımızı da koparırdık. Şeker bayramı denmesine rağmen biz el öpmeye gittiğimiz evlerden bize şeker değil para verilmesini beklerdik. Zengin evlerinde çocuklara hem şeker, hem para hem de güzel mendiller verilirdi. Bazen bayramlaşmak için gelenlere para verildiğini duyduğumuz, ama hiç tanımadığımız ve yakınlığımız olmayan evlere bile giderdik. Elbette harçlığı kapıncaya kadar kaldığımız o evlerde, önümüze her çıkan kişinin elini öper kendimizi dışarı atardık. O evlerde elini öptüğümüz her büyük değil sadece evin erkeği bayram için bozdurduğu beyaz yirmi beşliklerden birini cebinden çıkarıp bize uzatırdı. Bazen hayallerimiz ve duyumlarımız yanlış çıkar evden harçlık yerine sadece bir tane kâğıtlı şekerle uğurlanırdık. O zaman yirmi beş kuruş alabilmek için yaptığımız bu yüzsüzlükten elbette çok utanırdık. Çok para canlısı olan arkadaşlara “Bu evde her gelene para veriyorlar.”deyip yalan söylerdik. Onları kandırıp hiç gitmediğimiz bir eve gönderir, kapıda bekleyip eli boş dönenlere gülerek eğlenirdik. Bazıları hiç bozuntuya vermez, cebinden bir beyaz yirmi beşlik çıkarıp bize gösteri, “Hakikatten doğruymuş. Bak da gözün kalsın. Aha da bu parayı onlar verdi. ” deyip durumu kurtarmaya çalışırdı. Birçok bayram anısında anlatıldığı gibi bizim kasabamızda salıncaklar ve atlıkarınca kuran, çocuklara bisiklet kiralayan, ip cambazlı bayram yerleri düzenlenmezdi. Sadece pamuk helva, horoz ve elma şekeri batıcıları gelirdi. Bizden yaşça büyük oğlanlar öğlene kadar kapı kapı dolaşıp harçlık topladıktan sonra trene atlayıp Akhisar’da kurulan bayram yerine giderlerdi. Bayram harçlıklarımın bir kısmına kıyıp kendime pamuk helva ve mantar tabancası satın alırdım. Akşama kadar birkaç kutu mantar patlatır, geri kalan paralarımın hepsini götürüp anneme verirdim. Bir keresinde bayram harçlığımla çarşıdan üç tane makine civcivi aldım. Biri hastalanıp öldü, diğerini kedi kaptı ve birini besleyip büyütmeyi başardım. Makine civcivleri satmaya götürülmeden önce seçildiği için genelde hepsi horoz çıkar. Benim civciv büyüyünce kırmızı boynu ateş gibi parlayan, uzun telli kuyruk tüyleriyle güzel bir İngiliz Horoz’u oldu. Elde beslendiği için köpek gibi peşimde dolanır, sabahları da gür sesiyle bahçeyi çınlatarak öterdi. Horoz zamanla iyice irileşti, güç yetmez, başa çıkılmaz bir hayvan oldu. Kardeşimi evin bahçesinde yalnız başına denk getirince üzerine atlamış, kızcağızın yüzünü, kulaklarını yırtıp kanatmış. Ağabeyim ve annem ben eve gelmeden karar verip onu kesmişler. Akşam eve geldim, horozumu aradım. Bulamadım. Annem horozun kesildiğini, çünkü kardeşimi yaraladığını dili döndüğünce ve beni incitmeden anlatmaya çalıştı. Horozun kesildiğini duyunca durur muyum? Feryat, figan bütün mahalleyi ayağa kaldıracak şekilde ağlamaya başladım. “Bana ne, ben horozumu isterim. Kardeşim bahçeye çıkmasaymış, horozdan uzak dursaymış.” Horoz, akşam olunca pirinçli kapama olarak sofraya geldi. Ben yeniden ağlamaya başladım. Horoz herkese zehir zıkkım oldu. Ben, ablam ve kardeşim horozun etine elini bile uzatmadı. Onlarda benimle birlikte ağlamaya başladı. Hepimiz koro olarak ağlamaya başlayınca babam kalkıp tepsiyi aldı, kapıdan çıkıp köşe başındaki çöplüğe götürüp döktü. Yılda ayda bir zar zor et yüzü gören evimizde akşam ve horoz herkese zehir zıkkım oldu. Seyfullah ÇALIŞKAN Ekim 2005
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © seyfullah ÇALIŞKAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |