"Hayranlığı o dereceye vardı ki; yere düştü ve kendinden geçti." -Fuzuli (Leyla ile Mecnun) |
|
||||||||||
|
Otobüs durağındaki erik ağacı çiçeğe durmuş. Bembeyaz, üzerine karlar yağmış gibi… Cemreleri sıralamayı öğrenemedim ama badem ve erikleri beyazlar kuşanmış, gelin gibi süslenmiş görünce bahar geldiğini anlayabilirim. Yıllarca köylerde yaşadım. Dağların yamaçlarına sığınmış küçücük evlerin kuytu sokaklarında dolaştım. Ormanlarda yürüdüm uzun uzun. Çakal eriklerinin, kestanelerin, yaban güllerinin patikaları sakladığı ormanlarda… Bu nedenle belki kentlerin baharlarına alışamadım. Kocalan bulvarların, geniş caddelerin kıyısına köşesine serpiştirilmiş ağaçların şarkıları yüreğime kar etmiyor. Özlemimi gidermeye yetmiyor. Saksı çiçeği gibi bu bir iki ağaç, asker saçı gibi kısa kesilmiş bu çimenler içimdeki uyanışı tetiklemekte yetersiz kalıyor. Perşembenin gelişi çarşambadan belliymiş. Gün ortasında durup dururken güneş birden bulutların arkasına gizleniyor. Ardından yağmur başlıyor. On beş yirmi dakika, bilemedin en fazla bir saat. Hava hala aynı hava, ıslanıyorum ama aldırmıyorum. Kaçmaya da çalışmıyorum. Televizyonlar radyasyon bulutları tepemizde dolaşıyor diye haber yapmışlar. Benim umurumda mı? Üşümeden sırılsıklam olmayı özlemişim. Atın ölümü arpadan olsun. Bursa’ya gezi yapılacakmış, okulca… Öğretmenimiz söyledi. “Gitmek isteyenler adını yazdırsın. Bir hafta içinde okula otuz beş lira da para getirsinler.” O gün okul çıkışı koşa koşa eve gittim. Babama Bursa gezisini söyleyeceğim. Ama babam evde yoktu. Kahveden dönsün diye beklemeye başladım. Sadece kapı önünde oynuyordum. Öteki sokaklara gitmeden... Babam gelirse göreyim diye. Havanın kararmasına yakın çıkıp geldi. Kocaman bir ikindiden uzak bir akşamı bekledim. Geç kaldı, çok zaman geçti ama köşe başından çıkıp geldi. Koşup bacaklarına sarıldım. Adam kaçın kurası işkillendi tabii. “Okulca gezi yapılacakmış Bursa’ya. Katılmak isteyenler otuz beş lira getirsin,” dediler. - Beni gönderirsin dimi baba. - Herkese mecburi mi bu gezi? Ona yalan söyleyemezdim. Çünkü o da bana söylemezdi. Eften püften bahanelerle kandırmaya çalışmazdı. Biliyorum. Mecburi desem parayı yerin kırk kat dibinde bile olsa çıkarıp vereceğinden adım gibi eminim. Diyemezdim ki… - Mecburi değil, isteyen katılacakmış. - Otuz beş lira çok para be oğlum. - Bütün arkadaşlar gidiyor ama baba. Alaattin, Osman, Nedim, Melek Hasan da hatta… - Şimdi paramız yok. Seneye yeniden düzenlenirse söz göndereceğim. - Hadi be baba. Ben de gideyim. Otuz beş lira bu dile kolay. Bir kişinin üç günlük tarla yevmiyesi. Mevsim bahar ama pamuk çapaları daha başlamamış bile. İşin ve paranın en yokluk zamanı. Hevesim kursağımda kaldı ama babama hiç küsmedim. Uludağ’ı Ulu Cami’yi, Hacivat ile Karagöz’ü, Atatürk’ün köşkünü görmesem ölmem ya. Fakat Uludağ’a çıkıp karların üzerinde yuvarlanmak harika olurdu. Çünkü bizim buralara kar düşmez. Sipil’in tepesi beyazlanır azıcık. Hepsi o kadar. Günü gelip çatınca Cuma akşamından yola düştü gezginler. Külüstür otobüsün yanına seyre gitsem canım sıkılacak. Dönüp bakmadım bile. Ertesi sabah canım sıkkın, giden gitmiş, şimdi dönüşte ballandıra ballandıra anlatacaklar. Saat kaçtı bilmiyorum. Benden az sonra Şaban düştü kapı önüne. İki arkadaş oturduk biraz. Hava cam gibi aydınlık, gökyüzü masmavi... Tren yoluna gittik birlikte. Belki asker treni geçer, gaste atarlardı. Yarım saat, belki bir saat bekledik. Ne gelen oldu ne giden? Kanal boyunda kındıralara baktık. Daha olmamışlardı. Mahalleye geri döndük. Kendimiz gibi birkaç aylak daha bulduk. Belediyeden anons edildi. Zeytinlik mahallesinde düğün varmış. Biz de ekip olarak basıp gittik. Tıka basa yemek yedik. Eli nohut, keşkek, pilav ve zerde… Davullara baktık biraz, ellerinde rakı şişesi ve canlı tavukla oynayan gençlere. Sıkılıp mezarlık mahallesinin arkasından, bağların oradan geri dönmeye karar verdik. Havada öğle sonrasının baygınlığı, tarlalar tepeden tırnağa bembeyaz papatya. Karnımız tok, sırtımız pek. Şimdi kim olduğunu anımsamıyorum, içimizden biri “ben çağlaya dalıyorum,” deyip yeni sürülmüş bağın içine fırladı girdi. Peşinden bir ikisi daha... Yemin ederim ki ben girmedim. Kimisi ağacın dallarına asıldı, kimisi tepesine çıktı. Oldu olacak, biri görecek derken fırr diye bir bekçi düdüğü sesi ovanın üzerinde yankılandı. Ağaçtan atlayan, bağdan çıkan yola fırladı. Başladık kaçmaya, ama ne kaçmak. Topuklarımız kıçımıza vuruyor. Ters yöne kaçmışız anasını satayım. Pat diye düştük ünlü bekçi Adem Okumuş’un önüne. Adem Okumuş’un soyadıyla zerre kadar alakası yok. Ne okumayı, bilir ne yazmayı. Cezaları bile çocuklara yazdırır. Boş bir kâğıt çıkarır cebinden, bir de kopya kalemi. Yazın bakayım buraya adınızı, soyadınızı, babanızın adını. Boşu boşuna ceza yememek için bir kez daha topukladım bağın içine. Peşimden koşup yakalamasına imkân yok. Altıparmakların zeytinliğinden geçip Veliağaların sokağına çıktım. Oradan da kahveler önüne (çarşı). Bizimkiler adımı yazmadıysa yırtarım diye düşünüyordum. “Seni görünce tanıdı zaten. Biz de mecbur kaldık yazdık,” dediler. Sizi adam yerine koyup uyanın anasını… Çitçi mallarını Koruma Derneğine, on beş lira… Makbuzun adı da Atatürk Cezası… Babam on beş lira cezayı ödemiş. O akşam eve geldi. “Keşke geziye gönderseydim seni,” dedi. “Verdiğim para bir işe yarardı. Bir avuç badem çağlası için on beş lira ödemezdim.” “Baba valla ben yapmadım, gitmedim” falan dedim ama dinlemedi. Uzatıp adamın canını sıkmanın gereği yoktu. Yarım cümleler içersinde debelenmekten vazgeçtim. Badem çağlası yüzünden babamın ödediği ikinci cezaydı. Başkasının babası olsa kesin döverdi. O bir şey yapmadığı için canım daha çok yandı. Keşke darılacağına beni dövseydi. Bahar deli bir şarkı söyler Nasina’da. Mercan rengi yapraklarla, badem pembesi çiçeklerle… Arılar, böcekler, kuşlar ve kurbağalar binbir renkli bir senfoniye düşerler. Ve ben her Nisan başında sağanakların peşinden koşarım. Traktör izlerinin derinleştirdiği çukurlarda biriken sulara girerim. Çizmelerimin rengi sarı, çizmelerim kocaman, çizmelerim fokur fokur. Annem kızmasın diye çoraplarımın suyunu sıkarım. Gizlice, köşe başında... Ve ben her nisan yeniden yaramaz bir çocuk olurum. Seyfullah Mart 2011 Bursa
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © seyfullah ÇALIŞKAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |