"...öyküyü yazan bilge, beşinci ya da altıncı göbekten kral torunu olduğumu ortaya çıkaracak şekilde belirleyebilir soyumu." -Cervantes, Don Quijote |
|
||||||||||
|
Sokakların en güzel koktuğu mevsimdeydik. Turunç ağaçlarından kaldırımlara kar beyazı çiçekler dökülmeye başlamıştı. Akasyalar ile yaseminler sabırla sıralarını bekliyorlar. Begovillere daha çok vardı. Bahar İzmir sokaklarında ılık bir güneşle parkları, sokakları, insanları okşuyordu. Baharın sarhoşluğunu günlük rutinler ziyan ediyordu. Önce falanca yere gitmeli, oradan şunu almalı, Bornova’ya uğrayıp şube müdürünü görmeli, sonra belki şu eski dosyanın çıktısı alınıp daireye vermeli… Hep aynı terane, hep aynı dalgınlık… Metronun merdivenlerinden inmeye başladım. Son üç beş basamak belki… Bir sesle irkildim. Cilalanmış karoların üzerine sanki bir çekiçle vurulmuş gibi… Sert ve sivri bir ses fayans duvarlarda yankılandı. Uzun giriş koridorlarına çarpıp her yeri kapladı. Belki benim iki katım, iri bir adam turnikelere doğru koşuyordu. Belinden fırlayan tabanca yere pat diye düştü. Silah önce karo zemin üzerinde kaydı. Gidip duvara çarptı. Duvardan sekip olduğu yerde fırıldak gibi dönmeye başladı. Hiç düşünmeden, refleks olarak yerden silahı aldım. Adama seslendim. Beyefendi, silahınızı düşürdünüz. Adam hiç aldırmadan koşarak turnikelerin yanındaki açık kapıdan p gitti. Ben de peşinden koştum. Turnikeler, merdivenler falan derken adam gelen metroya binip gitti. Tabanca elimde öylece kalakaldım. Sonra birden aklıma geldi. Ya bu adam birini öldürüp kaçıyorsa? Özellikle tabancadan kurtulmuşsa… Başım belada, çıra gibi yanarım, eyvah! Tabancayı kaldırıp raylara atmayı düşündüm. Fakat bu düşüncemden vaz geçiverdim. Bir kadın bağıra bağıra telefonla konuşuyordu. Ona yaklaşıp tabancayı uzattım. Kadın soru dolu gözlerle bana baktı. Gelen metroya atlayıp oradan kaçtım. Telefonla konuşan insanlar genellikle kendine uzatılanı alıyorlar. Bunu daha önce arkadaşlarıma şaka için defalarca yapmıştım. Metro benim gideceğim yerin tersi istikamette gidiyordu. Dört istasyon sonra indim. Otobüsle evimin olduğu semte döndüm. İzimi kaybettirdim düşünerek azıcık rahatlamıştım. Ama bu pek uzun sürmedi. Kapıdan içeri girdiğimde kafamda kocaman bir kazan kaynıyordu. Bu silah eğer birini öldürmüşse? Beni öyle veya böyle kesin bulurlar. Çok sürmez, belki de birkaç saat içinde hem de… Tabancada parmak izim var. Suç benim üzerime kalır. Pandemi nedeniyle iki yıldır kimlik bilgilerimizle tanımlanan (HES Kodlu) kartlar kullanıyorduk. Kartı metroda okuttuğumda benim kim olduğum birkaç saniye içinde belli olur. Hemen bilgisayarımı açtım. İzmir ile ilgili son dakika haberleri veren siteleri araştırmaya başladım. Bu gün kentte işlenmiş yeni bir cinayet haberi yoktu. Haber olmadan da işlenmiş cinayetler olabilir. Polis olayı gizleyebilir. Veya haber sitelerine düşmeyebilir. Bilgisayarın başından kalkıp odama gittim. Korku ve heyecan beni bitirip tüketmiş. Biraz uzanıp ne yapacağım diye düşünürken taş gibi ağır bir uykuya dalmışım. Üç saat sonra uyandım. Gözlerimi açınca her şey bir rüyaymış gibi algıladım. Oh, her şey rüyaymış. Ama birkaç saniye sonra uykunun sisi dağılınca gerçekler çırılçıplak ortadaydı. Korku karanlık bir çukurdur. Ne dibi vardır, ne düşüşünüzün bir sonu… Hızla kendini büyütmeye başlıyor. Her şeyden işkillenir hale geliyorsunuz. Sağlıklı düşünmek ve davranmak gibi bir şansınız kalmıyormuş. Yaşadığım bu olayla bunu öğrendim. Sokağa çıksan polisler beni alacaktı. Komşularla konuşsam sanki yerimi söyleyeceklerdi. Sabaha kadar bütün gece beynimin sürekli çoğalttığı korkularımın elinde oyuncak oldum. Tek bir saniye bile uyuyamadım. Sabah iş yerime telefon ettim. Ben iyi değilim işe gelemeyeceğim dedim. Geçmiş olsun, bir sağlık kurumuna gidersen sorun olmaz, dediler. Ben ekmek almaya gidemiyorum. Hastaneye nasıl gideceğim. Kapıdan adım atar atmaz belin alıp götürecekler sanıyorum. Hatta gece polislerin gelip beni evimden almalarını bile bekledim. Özellikle sabaha karşı endişem çok üst düzeye çıktı. Yemek yiyemez, uyuyamaz, oturduğum yerde oturamaz oldum. Bu hallerim evdekileri endişelendirmeye başladı. Sen bir şey gizliyorsun, anlat ne olur dediler. Daha sonra, bana biraz zaman verin hepsini anlatacağım diyerek diye geçiştirdim. Korku nöbetlerim ve sanrılarım tam üç gün sürdü. Üç gün internette dolaştım. İşlenmiş cinayetler aradım. Yerel televizyon kanalını hiç kapatmadım. Günler geçtikçe bu gerginlikle baş etmek zorlaşıyordu. Aklımı kaçıracağımdan endişelenmeye başladım. Böyle yaşamak mümkün değildi. Bu gerginliğe dayanmak her geçen saat iyice zorlaşıyordu. Tırnaklarımı yiyip bitirmiştim. Bütün vücudum uyuz olmuşum gibi kaşınmaya başlamıştı. Üçüncü günün sabahında aklıma emniyet müdürü olan tanıdığım geldi. Korkuların elinde can çekişerek ölmektense bir kez ölürüm, dedim. Sabah erkenden emniyet müdürlüğüne gittim. Kapıdaki görevlilere tanıdığımı sordum. Kendisi üst düzey bir yönetici olduğu için tanınıyordu. Kapıdaki görevli telefon görüşmesinin ardından beni bilmem kaçıncı kata, kapısında bilmem ne yazan odaya yönlendirdi. Yakama da bir ziyaretçi kartı taktı. Arkadaşım beni kapıda karşıladı. Bir çay ısmarladı. Kurulmuş makine gibi olanları bir çırpıda anlatıverdim. Adamcağız gülecekti ama beni mahcup etmemek için kendini tutuyordu. Beni alıp başka bir bölüme götürdü. Görevlilere olayı kendisi anlattı. Bütün personelin yüzüne bir gülümseme yayıldı. İşte o an çok rahatladım. Silahı eline verdiğim kadın korkudan sapsarı kesilip polisi aramış. Olayı anlatmış. Polisler de güvenlik kameralarını incelemeye almışlar. Benden özür dileyerek “ görüntüleri izleyince gülmekten yerlere yatacaktık, dediler. Sen o tabancayı neden kadına veriyorsun, kadın onu korktuğu halde neden senden alıyor? Aldıktan sonra sanki bir fare ölüsünü kuyruğundan tutar gibi ucundan tutmaya çalışıyor. Bu kez hep birlikte gülüyoruz. Her olay kendine bir son bekler. Hikâyesinin sonunu görevlilerin ağzından anlatayım. Silahı düşüren bir polismiş. Güney Doğu görevinde psikolojik sağlığını kaybetmiş. Buraya da tedavisi için gönderilmiş. Tedavi için geldiğinden silahı alınıp emanete konmuş. Emniyetteki birimden gizlice silahını çalmış. Peşinden gelenler olduğunu sanarak kaçıyormuş. Bu nedenle düşürdüğü silahına dönüp bakmamış hatta. Sağlıklı olsa zaten bir polis canı pahasına silahına sahip çıkarmış. İnsan beyni ya her şeyi olduğundan daha basit işler ya da daha karmaşık hale getirir. Ben o tabanca yüzünden düşüncelerimde cinayetle suçlandım. Kendimi haklı çıkaracak bir savunma bulamadım. Avukatlar falan da para etmedi. Yargılandım. Suçlu bulundum. En az yirmi yıl hapis yattım. Rüyalar içinde debelenip kan ter içinde uykularımdan uyandım. Oysa aklımın paranoyak düşlerinin dışında mevsim ilkyaza dönüyordu. Sokaklardaki turunç ağaçları çiçek açmıştı. Mor salkımlar kaldırımlara yağmur gibi yağıyordu. Hapse girmek için kötü bir zamandı. Ölmek için de… Temmuz 2022 Seyfullah- İzmir
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seyfullah ÇALIŞKAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |