İnsanın en iyi tarafı ürperebilmesidir. -Andre Gide |
|
||||||||||
|
“Pekâla çocuklar, bugün günlerden ne biliyor musunuz?” “Ne demek istiyorsun? Ne olmasını istiyorsan o tabi ki de. Pazartesi, salı, cuma? Fark eder mi?” “Ah demek öyle? Zaman kavramı yok diye bu kadar rahat olmayın bakalım, beyler!” -“Öhö.. Bayanlara ne oluyor?” “Bilmem bir şey mi oluyor? Bir şey olduğu yok ki onları saymıyorum işte. Hah!” -“Hey, düzgün konuş yoksa kafanı kuma gömerim ve bir bayana yalvarırken gösterişli sırıtışından eser kalmaz ona göre!” “Of kadınlar, her yerde aynılar! Dünya’da da aynı, Cennet’te de aynı, Cehennem’de de aynı. Her yerde şikayet edecek bir şey buluyorlar. Cehennem sıcak, Cennet sıkıcı, dünya başlı başına sorunlar gezegeni. Anlayamıyorum.” -“Kadınları anlamaman normal. Özellikle karısı tarafından vurularak öldürülmüş biri olarak.” “Bana bak! Bayansın diye bir şey yapmıyorum ama söylediklerine dikkat etmezsen, fena olur!” “Bakın bayan, adam haklı ama. Bu şekilde yarasına basarak laf dalaşını kazanamazsın. Hem siz de bir bayanın elinden öldünüz.” “Hah! İşte güzel noktaya değindin, aslanım. Adın neydi senin William mıydı?” “Hayır hayır, benim adım Knegaubobilkastra, efendim. Güney Afrika’da bir kabileden geliyorum. “Masum insanın eti yenmez” anlamında bir isim bu. Bilirsiniz bir tür deyim. Yine de siz kısaca Kuka diyebilirsiniz.” “Hım.. Tamam, Ke gu bil tas, aman Kuka yada her neysen. Evet önemli olan bayanın ölüm şekli. Bakalım elimizde neler varmış. Bir bayan tarafından öldürüldün. Hah işte bu!” -“Ben intihar ettim. Biri tarafından öldürülmedim, seni ahmak!” “Demek istediğim de bu ya zaten! Sen bir bayansın. Kendine dayanamadın. Kendini öldürdün işte. Bir kadının dayanılması ne kadar güç bir varlık olduğunu kanıtladın bize. Teşekkür ederim. Başka sorum yok. Tanık sizindir.” -“Kendimi öldürmemin nedeni kendimden kurtulmak değildi. Dünya senin gibi ukala ve beş para etmez erkeklerle doluydu. Sadece sizin varlığınıza dayanamayıp ölmek istedim. Başardım. Ama halime bak. Cennet yerine Cehenneme gelmişim sanki. Çünkü sen ancak bir işkence türü olabilirsin ve bir tek Cehennem bu kadar acımasız olabilir.” “Aman aman bir de espri yaparmış. Çok hoş. Her neyse. Bugün günlerden ne demiştin Alex?” “Bilmem. Cuma olabilir, efendim.” “Tamam o halde, Baylar ve Bayan…? Adınız her neyse. Sorun değil bundan sonra adınız bayan olsun. Daha kabullenilebilir. Yani cinsinizi hatırlatarak size seslenmek daha kolay olur. Belki de bakarsın bir gün alışabiliriz.” -“Adım Vivien.” “Tamam Vivi, o halde toplantıya…” -“Hayır, Vivien demelisin. Adım Vivi değil.” “Aaa, hadi ama Vivi yapma. Adın çok uzun ve Vivi güzel bir kısaltma. Aynen Kaku’nun ki gibi. Eğer gerçek adını söylemeye kalkarsak oksijen yetersizliğinden ölürüz.” -“Birincisi, Vivien uzun bir isim değil. İkincisi, adamın adı Kuka, Kaku değil. Ve son olarak ölmekten korkacağın en son yerdesin. Bay…? Çok bilmiş? Boş beyin?” “Yok hayır, benim adım. Hımm.. Beni sadece ‘Kral’ diye çağır.” -“Ah, egoların tanrısı bize buyuruyor. Kral’mış! Yanlış yerdesin o halde. İstersen sahip olduğun topraklara dön ve binayı terk et bakalım Yüce Kral!” “Yok sağol. Burası gayet iyi.Nerde kaldı bu adam? Yani lafın gelişi adam dedim! Hey, Micheal! Masayı donat bakalım! Duydunuz mu? Bu akşam bendensiniz arkadaşlar!” -“Aman çok sağol. Borcumuzu nasıl ödeyeceğiz sana? Hep sen ısmarlıyorsun. Böyle olmuyor ki. Mahcup oluyoruz.” “Dert etme Vivi, olur da Cennet halkı olarak bir gün dünyaya geri dönersek o zaman da sen ısmarlarsın. Ödeşiriz.” -“Seninle dünyada olmaktansa Cehennem’de zebanilere içki ısmarlamayı tercih ederim!” “Çocuklar, çocuklar neyiniz var sizin? Nedir bu kargaşa? Hani tartışmayacaktınız artık?” “Micheal, demek geldin. Hep bu kadın başlatıyor tartışmaları. Acaba onu ayrı bir yere koyabilir misiniz? Yani bunu patrondan isteyebilir miyiz? Biliyorum, Cenneti bölmek hoş değil ama… ” -“Ah, seni yalancı! Karşında bir melek var ve sen ona yalan söylüyorsun. Ne kadar ayıp bir davranış. Efendim, saygıdeğer Micheal. Ben bu adı sanı belli olmayan insandan bıkmış durumdayım. Kendisi terbiyesizlikleriyle cennetimizin güzelliklerini katlediyor.” “Hey.. seni pis dedikoducu kadın...” “Tamam çocuklar, sakinleşin bakalım. Hadi bir şeyler için. Rahatlayın. Diğerlerinin huzurunu kaçırıyorsunuz. Bu sefer ciddiyim ve sizi son kez uyarıyorum. Eğer bu şekilde kavga etmeye devam ederseniz, siz ikiniz cezalandırılacaksınız. Şimdi bunu iyice düşünün ve biraz olsun Cennetin keyfini çıkarın. Ah, Ulu Tanrım!” “Hah, geldiği gibi kayboldu işte.” -“Seni de yanında götürseydi ne güzel olurdu.” “Vivi, Vivi… Sensiz asla bir yere gitmem. Eğer bu sana acı veriyorsa o halde sonsuzluğu benimle paylaşacaksın. Fedakarlık yapacağım, çünkü bu bana da acı veriyor olacak.” -“Pekala, bayım. Ben biraz dinleneceğim. Tek istediğim sesinizden bir süreliğine kurtulmak. Bu nedenle uyumaya gidiyorum. Her ne kadar yorgun hissetmesem de.” “Tamam o halde biz de uyuyalım çocuklar. Yarın küreler ışıldadığında yeni bir gün olacak. O zaman uyandığımızda bugün bize adını bağışlayan Vivi hanımefendi tüm enerjisiyle bizle uğraşırken yorgun olmak istemeyiz.” -“Kral’mış. Teneke Kral! Çöplüklerin Kralı! Bay Kendini Bilmezlerin Yüce Kralı! Sabah olduğunda Bay Yok Olmuş Kral olsa da biraz huzur bulsak!” “Vivien’mış. İsme bak. Keman gıcırtısı gibi. Uykunun en güzel yanı o cadının sesini duymamak. Küreler birleşmese, uyanmasam ve cadı olmasa…Ne güzel bir rüya.” *** Vivien gerinerek uyandı. Bugün gerçekten de uyuduğunu hissetmişti. Uzun süredir hiç hissetmediği kadar gerçek bir uykuydu. Gözlerini açtı. Parlak ışık canını yakınca hızla kapadı. Sonra Cennet’te rahatsızlık verecek bir şeyin bulunmadığını hatırlayarak tekrar açtı. Yatakta dikildi ve etrafına baktı. Daha önce hiç olmadığı kadar yüksek bir sesle çığlık attı. Kral, derin uykusundan kulağının dibinde atılan yüksek bir çığlık sesi ile uyandırıldı. Yuvarlandı ve yataktan düştü. Korkuyla ayağa kalktı ve biraz önce düştüğü yatakta yatan Vivien’ı gördü. Kadın hâlâ çığlık atıyordu. Geç de olsa bu duruma ayak uydurarak adam da bağırmaya başladı ve aniden aynı anda sustular. Vivien, ayakta dikilmiş duran çıplak adama bakıyordu. Kral durumu fark edince rahatsızlıkla örtüyü üstüne çekti. Vivien zaten sarınmış olduğu battaniyeye daha da sıkı sarıldı. *** -“Ah, Kral çıplak! Bana bak, sen çok oluyorsun ama! Terbiyesiz adam!” “Ne demek şimdi bu? Ben ne yapmışım da terbiyesiz olmuşum?” -“Daha ne yapacaksın? Çırılçıplak gelip yanıma yatmışsın! Bunu Micheal duyunca senin sonun olacak. Bakalım o zaman ne yapacaksın. Cennet sensizken sessiz ve huzurlu olacak. Her yaşayanın hayal ettiği gibi!” “Bence siz daha uyanmamışsınız küçük hanım. Eğer uyanmış olsaydınız etrafınıza bir kere daha bakar ve o zaman gerçekleri anlardınız.” -“Ah haklısın, burası benim odam değil. Alçak! Bu durumda beni kendi odana getirdin!” “Burası benim de odam değil, bayan! Burası Cennet de değil. Cennet’te sabahları gözünü oyan kocaman sarı bir güneş olmaz! Cennet’te parlak renkler ve gürültü yoktur.” -“O zaman biz? Yani? Ah, tanrım burası dünya mı?” “İşte şimdi, günaydın!” -“Aman tanrım! Ah evet, evet. Hepsi senin suçun işte! Micheal bizi kovdu. Hem de ikimize birden berbat bir ceza verdi. Aynı yatakta uyandık! Bundan daha kötü bir ceza olabilir mi?” “Bence konuştuklarına dikkat etmelisin. Yani belki bundan daha kötüsü vardır. Bir baksana şuna.” -“Ne var orada?” “Bambu evler. Sence nerdeyiz? Yani hangi ülke? Hangi şehir?” -“Bilmiyorum. Daha önce böyle bir yerde bulunmadım. Dışarı çıkıp sorabiliriz.” “Evet, olabilir. Sanırım bu ev bizim. Yani otel odasına benzemiyor.” -“Bizim mi? Beraber uyandık diye tekrar beraber uyuyacağımızı mı sanıyorsun?” “Hayır, aynı yatakta yatmayı önermiyorum. Bence de başka bir oda olmalı. Biraz gezelim bakalım.” -“Hey, önce şu arkandan sürünen ağır örtüden kurtul. Bu şekilde yürümen bir saat sürer.” “Ah, evet. Tamam.” -“Yoo, öyle değil. Ah ne yaptığını sanıyorsun! Bari dolaba falan bak.” “Evet iyi fikir. Bakalım ne varmış. Güzel. Micheal düşünceli davranmış ve bir sürü kıyafet ayarlamış. Şort, sandalet ve havai gömlekler. İşte benim tarzım. Tamam, bakabilirsin artık.” -“Ah, evet böyle daha iyi. Şimdi odadan çıkarsan ben de giyineceğim.” “Tamam, ben evi dolaşayım bari.” 25 saniye sonra… “Ah Vivi, çabuk giyin ve gel. Bunu görmelisin. Bu, bu gerçekten çok müthiş.” -“Geldim. Neymiş müthiş olan? Bana bak… Ulu Tanrım!!!” “Evet, harika değil mi?” -“Sen neden bahsediyorsun? Biz neredeyiz böyle?” “Tam olarak bilmiyorum ama bu zenci arkadaşlara sorabiliriz. Ah işte şu kafasında kemikler olan gayet sempatik görünüyor.” -“Yo yo bunu yapma. Kafasındakiler bir insana ait olabilir. Yani bunlar yamyam olabilir. Biz ise…” “Yemek?” -“Hayır sağol. Şu an hiç aç hissetmiyorum kendimi.” “Yanlış anladın. Biz yemek olacağız sanırım. Neyse. Bence o kadar kötü değil. Yani onlarla anlaşabiliriz. Mesela ortak lisanı kullanabiliriz.” -“Öyle mi? Neymiş ortak lisan?” “El hareketleri. Buna ne dersin. İzle şimdi.” -“Dur yapma! Bize doğru geliyorlar!” “Ee, sanırım yanlış bir hareket seçmiş olabilirim. Bu durumda en kötü ihtimalle birbirimizden kurtulmuş olacağız.” -“Yada ateş üzerinde çevrilerek acı içinde öleceğiz ve diğer tarafta tekrar karşılaşacağız ki bu daha büyük bir acı olacak. Birbirimizden kurtulmamız için birimizin ölmesi diğerinin yaşaması gerekli. Beni öldürmeleri artık gözüme daha güzel görünüyor.” “Hayır, olmaz. Ben senin için hayatımı feda ederim. Ben kibar ve düşünceli bir erkeğim!” -“Ya, ne demezsin! Sakın beni bu yamyamların arasında bırakıp Cennet’in keyfini çıkarmayı düşünüyor olmayasın?” “Aklıma gelmemişti. Ama güzel fikir. Evet, değerlendirebilirim. O halde lütfen geri çekil, Vivi!” -“Ah adım Vivien!” “Artık fark etmez bence. Yani tam arkanda bir yamyam var!” -“Ay, imdat! Kralll ! Yardım et, Kral!” “Hey uzak dur bakalım ahbap! O benim yemeğim! Pardon, arkadaşım diyecektim!” -“Kıralll?” “Efendim? Tanışıyor muyuz?” “Kıral!! İkko nav tam hort! Kral tam tam!” “Ah evet, evet. Anlıyorum.” -“Ne diyorlar? Tanıyor mu seni?” “Evet, diyor ki adımı duymuş. İmza istiyorlar, falan filan. Ah, tabi seninle Cennet’te bunları konuşmadık. Ben aslında dünyada herkes tarafından tanınırım. Yani ünlüydüm.” -“İlginç. Ben de dünyadaydım ama senin adını duymadım. Yani bir Kral vardı. Ama o da Elvis idi ve kesinlikle sana benzemiyor.” “Hımm.. Evet. Her neyse. Bu arkadaşlar bizi seyretmekteler. Ben onlarla biraz ilgilenmeliyim. Ayıp oluyor. Anlarsın ya. Pekâla çocuklar! Bana imzamı atabileceğim bir şeyler getirin bakalım. Ah evet evet, şuradaki düz tahta oldukça uygun. Sen bıçağı yere bırak istersen, ne dersin? Yani onunla imzamı atabilirim tabi ama o şeyi bana doğru tutarken olmaz, değil mi?” “Kam hart ugrat pobort uk duk tak!” -“Ne diyor söylesene!” “Bak aslında ben bu dile çevirebilecek kadar hakim değilim. Yani aslında anlayabilecek kadar bile hakim değilim. Bu durumda sen ne hissediyorsun? Yani sence ne demiş olabilirler?” -“Hissetmek mi? Bence imzadan çok sanki bizi yemek istiyorlarmış gibi gözüküyor. Ama bilirsin her zaman filmlerde beyaz adamları tanrı zannederler. Bu durumda eğer kollarını havaya kaldırıp ‘kral’ falan diye bağıracak olursan belki bir şeyler çağrışım yapabilir.” “Tamam. Fena fikir değil. Geri çekil bakalım. Öhö.. Ben uga ve şey…” -“Direk konuya gir bence.” “Evet, tamam. Kralllll!!!!” -“Ah, işte bu harika. Hepsi önümüzde eğildi. Kurtulduk.” “O halde neden şunlar iplerle bize doğru geliyorlar?” -“Belki şu taşıdıkları tahtaya bağlamak için olabilir.” “Çok akıllıcaydı, Vivi.” -“En azından denedim. Ah, bari çabuk ölsek!” “Evet, gider gitmez Micheal’a söyleyecek birkaç sözüm olacak!” -“Kapa çeneni lütfen. Ay, bizi bağlıyorlar.” “Yakın geleceği görebiliyorsun. Güzel bir yetenek. Hey baksana. Evet, sen. Biraz sıkı bağladın dostum. Acıtıyor da. Hem ben Kato diye ölü birini tanıyorum. Onu siz mi yediniz?” -“Kuka! Adamın adı Kuka’ydı!” 1 saat sonra…. -“Bu şekilde taşımaya devam ederlerse ateşi göremeden ölmüş olacağım. Kollarım ve bacaklarım ağrımaya başladı artık.” “Kadınlar! Hep şikayet ediyorsunuz. Çevreye baksana ne güzel bir doğa. Belgesel çekimi için buraya gelinebilir.” -“Evet, ama buradan sağ çıkmak biraz problem olabilir.” “Neden durdular? Ah, gelmiş olmalıyız. Güzel bir şey kokuyor.” -“Kokan bizim sosumuz sanırım.” “Ne yazık. Umarım önce seni kızartırlar, Vivi. Tadına bakmayı isterim doğrusu. Yani sosla güzel olabilirsin.” -“Ah, kapa çeneni!” “Evet haklısın. Hiçbir sos tadını değiştiremez.” -“Keşke Knegaubobilkastra burada olsaydı. O anlaşabilirdi bu yamyamlarla. Acaba bizi görüyor mudur?” “Vivi..” -“Eğer görüyorsa belki Micheal’a düştüğümüz durumu anlatır. Acı çekmeden ölmemizi sağlar.” “Baksana…Vivi…” -“Ne, ne var? Hayatımın son dakikalarında huzurlu hayaller kurmak istiyorum. Derdin ne?” “Adamlar bizi yemekten vazgeçtiler de onu haber verecektim. Ama kusura bakma sözünü kestiğim için. Lütfen devam et. Dinliyorum.” -“Vaz mı geçtiler? Niye ki?” “Bilemiyorum. Senin için problemse söyleyelim, bizi yesinler.” -“Saçmalama!” “Onların anlayabileceği bir şey demiş olmalısın. Ama o kadar gereksiz ve fazla konuşuyorsun ki arşivleri araştırmak benim için çok zor. Biraz düşünsen fena…” -“Ah buldum. Tabi ya. Knegaubobilkastra!” “Evet evet. İyi biriydi. Konuyla ne alakası var?” -“Hatırlasana! Anlamı ‘masum insanın eti yenmez’ idi. Deyim! İşte anladılar!” “Evet, ateşten kurtulduk. Ellerimizi de çözüyorlar. Bu güzel bir gelişme. Hâlâ biraz saygı bekliyorum. En azından beni tanıyabilirlerdi.” -“Haklısın. O zaman ünlü bir yemek olurdun. Adın dünya mutfağının en seçkin mönülerinde yer alırdı.” “Dudaklarındaki ve burunlarındaki deliklere çubuk geçirmiş, kafalarında olası insan kemikleri taşıyan ve suratları boyalı bu yamyam arkadaşların tartışmamızı ağızları bir karış açık seyretmesi sence bize zaman mı kazandırıyordur yoksa sonumuzu mu hazırlıyordur?” -“Ben de fark ettim. Bir şeyler yapsak mı acaba?” “Tamam. Şöyle bir şey yapalım. Uga- ben, gik -bir, gurtur- dostum. Tuk -bu, porsuk- kadın, gurgur-yemek.” -“Hey! Sen kime porsuk diyorsun?” “Affedersin Vivi, ama onların dilinde konuşmaya çalışıyorum. Kadın deyince ve seni görünce aklıma porsuk geldi. Yani onlara da seni çağrıştırır diye düşündüm. Kusura bakma ama burada iletişim kurmaya çalışıyorum! Amacım bizi kurtarmak!” -“Evet, tabi. Çekil önümden. Öhö… Biz gitmek. Bakın bayım, biz gitmek çünkü biz yenmemek. Bize yemek getirmek siz. Biz yemek sonra uyumak. Siz dost olmak. Biz dost olmak.” “Biz takip etmek. Herhalde bize daha uygun bir son hazırladın,Vivi. Suşi gibi sanırım. Seni sarmak için büyük bir yosun bulmalılar. Ah, tamam kızma. Hadi takip edelim bari. Seninki önden gidiyor baksana.” -“Nerden benimki oluyormuş, canım?” “Hadi yapma, ondan hoşlanıyorsun işte. Zaten sana yiyecek gibi bakıyor! Ne kadar ironik. Eğer baş başa kalmak isterseniz ben anlarım. Gerçekten sorun değil.” -“Of, kapa çeneni!” “Tamam, sen kızmamak. Biz dost olmak ve yürümek. Ama yakışıklı yamyam sana dönüp dönüp bakmak. Yamyam son moda giyinmek. Yada hiç giyinmemek. Seksi yamyam olmak.” -“Sen biran evvel susmayı tercih etmezsen, ölü bir adam olmak!” “O halde ben şimdilik susmak. Susmak yada susmamak işte tüm mesele bu olmak.” Bir saat sonra… -“Daha ne kadar yürüyeceğiz sence?” “Yoruldun demek. İstersen William’a söyle seni tekrar çubuğa bağlayıp taşısınlar. Ne dersin?” -“Hayır, böyle iyi. Teşekkürler. William da kim?” “Ah, evet. Seninkinin adını William koydum. Yani çok William tipi var.” -“İnsanların tiplerine göre isim mi buluyorsun?” “Evet. Ne yani sen daha önce hiç yapmadın mı?” -“Hayır, ben normalim.” “İlginç. Sende bir fark olduğunu biliyordum. Ama normal dışı bir şey diye düşünüyordum, Vivi.” -“Bana Vivi demeyi ne zaman keseceksin?” “O halde senin tipine göre bir isim bulmalıyım.” -“Hayır, kafandan uydurduğun bir isime ihtiyacım yok. Yıllardır Vivien olarak gayet güzel idare ediyorum.” “Evet, onca asırdır baya alışmış olmalısın ismine. Sen de haklısın tabi.” -“Bu kadar kaba olmak zorunda değilsin! Hâlâ genç gösteriyorum!” “Sakın otuz yıl kadar ölü olduğun için olmasın.” -“Cennet böyle bir yer işte. Bütün kadınların dilekleri kabul oluyor.” “Erkeklerin dilekleri de kabul olsaydı hepiniz Cehennem’de olurdunuz.” -“Neden bizi bu kadar uzak bir yere götürüyorlar sence?” “Çünkü William’ın Bogart ile bir golf turnuvası var ve davetlerini reddedip gitmezsek ayıp olur, hayatım.” -“Ne?” “Nerden bilebilirim? Yamyamlarla iletişim kurabilseydim, şu an ateşin başında oturmuş sosa banıp seni yiyiyor olurdum.” -“Ah, çok güzel. Dalga geçmeye devam et. Gerçekten tam zamanı.” “Evet, haklısın. Ama yine de ikimiz içinde ilginç bir deneyim oluyor. Şu kahrolası güneş de olmasa. Keşke çantan falan yanında olsaydı.” -“Çantam mı?” “Evet, siz kadınların çantaları bir garip.” -“Öyle mi? Nesi varmış çantalarımızın?” “Her şeyi var. Garip bir çanta taşıma alışkanlığınız var. Biz genelde bir cebe cüzdan koyarız. Diğerine ise anahtarlık. Gömleğimize de sigaramızı koyarız. Her şeyimizi üstümüzde taşırız. Oysa siz kadınlar, her zaman çantanıza aniden seyahate çıksanız gerekebilecek her şeyi koyarsınız ve markete giderken bile yanınızda taşırsınız. Bazen büyük çantalardan milyonlarca materyal çıkarırken bazen küçücük çantalardan bile şapkadan tavşan çıkarır gibi tonlarca makyaj malzemesi çıkarabilirsiniz. Çok şaşırtıcı bir yeteneğiniz var. İşte şu an çantan yanında olsaydı hiç şüphesiz içinden bir güneş kremi çıkarıp bana verebilirdin.” -“Hımm.. İlginç bir tespit.” “Güneş kremi taşıyordun değil mi? Hem de kış ayında bile.” -“Evet. Ama unutuyorsun. Güneş ciltte leke yapar. Bunun için de illâ ki yazın sıcağına gerek yoktur. Güneş kış aylarında bile tehlikelidir.” “Evet, evet. Her neyse.” -“Neden durduk?” “Eh, yamyam olabilirler ama onlar da insan. Yoruldular herhalde.” -“Bize bir şey işaret ediyorlar. Şu büyük yaprakların arkasını işaret ediyorlar sanırım.” “Neden bir göz atmıyorsun. Belki William’ın senin için hazırladığı bir sürpriz vardır. Ben de gelerek bozmak istemem. Darılırsa beni yer.” -“Korkma. Midesine oturacağını tahmin ediyordur.” “Biliyordum.” -“Neyi?” “Ondan hoşlandığını. Hah, onu koruduğuna göre ondan hoşlanıyorsun işte!” -“Gevezelik yapmayı keser misin? Pekâla, gidip bir bakalım ne istiyorlarmış.” “Cesur kız. Git bakalım, hemen arkandayım.” -“Ah, ne güzel. Deniz kıyısı, kumsal…” “Bir sal ve bir Hindistan cevizi. Gerçekten de çok hoş. Bedava tatil kazanmış kadar heyecanlıyım.” -“Sal mı?” “Adamlar bizi sala doğru itekliyorlar. Bence buradan kovuluyoruz.” -“Evet, pek kibar olduklarını söyleyemem. Hey, William kolumu sıkıyor.” “Senden ayrılmak ona acı veriyor olmalı. Duygularını saklayamıyor sanırım.Tamam ben sala biniyorum. Arkam dönük, bakmıyorum. Siz vedalaşın.” -“Ah, lanet olasıca elini uzatsan da binebilsem ne dersin?” “Atla bakalım. Artık benim teknemdesiniz, bayan. Sizi vahşi yamyamlardan kurtardım. Konforlu teknemde aradığınız her şey mevcut. Biraz Hindistan cevizi ister misiniz?” -“Konforlu tekne mi? O halde kamaram nerede acaba bayım?” “Leydim, lütfen bana Kaptan diye hitap edin. Kamaranız hemen oturduğunuz yerin altında. Poponuzun altı sizin kamaranız olmakta. Evet, yamyamlara el sallayalım ve yolculuğumuza başlayalım. Mürettebat küreklere asıl!” -“Kafanı suya sok. Beynindeki loplar güneşte kalınca iyice eridiler. Birbirlerine yapışmaya başladılar.” “Tamam. Nereye gitmek istersiniz, bayan?” -“Bilmiyorum. Tropikal bir ada olabilir. Ama mümkünse medeni bir ırk olsun.” “Anladım. O halde son kez William’a bak. Çünkü tam yol ileri gidiyoruz.” -“Evet, evet.” 8 saat sonra, gece yarısı. -“Bu şekilde daha fazla gidebileceğimizi sanmıyorum.” “Başka bir şekilde gitme ihtimalimiz yok.” -“Üstümüzde akbabalarla ölü bir şekilde gitmek de bir ihtimal.” “Bu kadar kötümser olma, Vivi. Eminim rüzgarın yardımıyla sabaha Brezilya’da oluruz.” -“Micheal, bu daha ne kadar sürecek böyle?” “Eminim bizim çocuklarla takılıyorlardır. Seni duyması an meselesi. Bir kere de bağırarak söyle istersen. Tamam demek uyudun. Güzel o zaman ben de yanında yatıyorum ve umuyorum ki uyurken fazla hareket etmiyorsundur. Yoksa köpekbalıklarına yem olabiliriz ki bu durumda kalmaktansa bizim yamyamları tercih ederim. Tamam o halde kolumu beline atıyorum. Sakın yanlış anlama. Bu durumda dönersen ben seni tutuyor olacağım. Ama bak bu şekilde horlarsan elimin altındayken fikrimi değiştirip seni suya atabilirim de. Her neyse, o halde, iyi geceler Vivien...” -“İyi geceler, Kral…” Sabah saat altı. -“Of, başım. Ay, kollarım. Neredeyiz?” “Sana da günaydın, Vivien.” -“Evet, evet günaydın.” “Kahvaltıda Hindistan cevizi var.” -“Evet, ama açık değil.” “Aslında açık. Ama kusura bakma gerekli malzemeleri yanıma almadığım için dilimleyip tabakta servis yapamıyorum. Yanıma alsaydım da sal ağırlığa dayanamayıp batardı zaten. Yine de üstündeki üç tane delikten bir tanesini açmayı başardım. Suyunu içmek için. Daha sonra olanaklarımızın el verdiği kadar uğraşıp kabuğunu kırmayı ve sana dilimlemeyi düşünüyorum.” -“Tamam, teşekkür ederim. Peki neredeyiz?” “Beş on dakikaya kalmaz Brezilya’da oluruz. Nerden bilebilirim?” -“Güzel. Harika. Daha erken kaldırsaydın belki daha az haşlanırdım, ne dersin? Halime bak ıstakoz gibi olmuşum!” “Istakoz dedin de, oltamız olsaydı balık tutar, çiğ çiğ yerdik.” -“Ah, korkunçsun!” “Ölmeden önce kesin Uzakdoğu yemeklerini yiyiyordun. Ama ben öneride bulununca iğrenç oluyorum. Çok alışıldık bir durum.” -“Suyunu içtiğimize göre çiğ balık yemektense Hindistan cevizini yemeyi öneriyorum. Lütfen açar mısın?” “Lütfen?” -“Evet. Lütfen.” “Bana muhtaç olmana bayılıyorum, Vivi. Tabi ki açarım, hayatım. Sen iste yeter. Bakalım.” -“Bu şekilde sala vurmaya devam edersen okyanusun ortasında elimizde bir Hindistan cevizi ile yüzüyor olacağız.” “Başka bir önerin var mı? Sence bu nasıl açılır? Taş olsa ona vurabilirdim.” -“Kafana vurmayı dene. Muhtemelen aynı işlevi görecektir.” “Eğer William’a biraz yüz vermiş olsaydın, daha konforlu şartlarda yolculuk ediyor olabilirdik!” -“Aman Tanrım!” “Aman Tanrım tabi ya. Aklın başına şimdi geldi. Ama biraz geç kaldın, küçük hanım. Sevgilin millerce ötede kaldı.” -“Kapa çeneni ve arkana bak!” “Ooo, bir ada!” -“Hem de tropikal!” “Demek Micheal seni duydu. Keşke başka bir şey dileseymişsin!” -“Hadi kaptan! Gidiyoruz. Çok uzakta değil. Ellerinle it suyu.” “İşte istediğim ruh bu.” -“Kaptan Kral!” “Tamam tamam. İtiyorum.” 38 dakika sonra… -“Bence…suya atlayıp..salı çekelim.. karaya kadar…” “Ah, evet. Bence de… Ama önce biraz… dinlenelim.” -“Atla!” “Saol, böyle iyi. Sen çekmeye devam et, ben hemen geliyorum!” -“Tamam.” “Hey, hey! Nereye, bekle. Tamam atlıyorum. Çekiyoruz. Beraber. Önden gitmek yok!” 12 dakika sonra… -“Burası harika bir yer.” “Kesinlikle katılıyorum. Cennet’i görmemiş olsaydım, ‘Cennet gibi’ diyebilirdim.” -“Bir sürü ağaç var, meyveler var. Yağmurda yapraklarla su toplayabiliriz. Bunu bir belgeselde görmüştüm. Belki de ormanın içinde bir şelale vardır. Ah, burada yaşayabiliriz.” “Benimle yaşamak istemediğini sanıyordum?” -“Aslında imkânım olsa, istemezdim. Ama şu an için yapabileceğim başka bir şey yok.” “Anlıyorum.” -“Güzel, bir an önce ateş yakalım.” “Evet, ben de şu Hindistan cevizini açayım o zaman.” -“Saçmalama, bir sürü meyve var. Mesela ananas toplayalım. Bir ağaç dolusu var, baksana. Sen çalı çırpı toparla ben de ateş için yer ayarlayayım.” “Ateş? Meyveleri mi kızartacağız?” -“Sorgulama, sadece yap.” “Mutlaka bana muhtaç kalacağın bir an gelecek ve o zaman tekrar ‘lütfen’ diyeceksin.” 46 dakika sonra…Meyveler toplanıp yenmiş, hava kararmış, ateşin başında denize bakarlarken… “Karnın doydu mu? Biraz daha yemek ister misin?” -“Hayır, doydum. Teşekkürler.” “Biliyor musun, ölmeden önce New York’ta yaşıyordum. Yüksek binalar yüzünden hiç bu kadar çok yıldızı apaçık görme şansım olmamıştı. Şimdi kendimi normalden daha küçük hissediyorum.” -“Evet, evren insan beyninin alamayacağı kadar büyük ve biz inanılmayacak kadar küçük ve önemsiziz aslında. Ama Mısır’dayken aynen böyle bir gece yaşamıştım.” “Mısır’a mı gittin? Harika. Ben hep merak etmişimdir. Piramitler nasıldı?” -“Bilmem, gezmedim.” "Mısır’a gittin ve Piramitleri gezmedin?” -“Evet.” “İlginç. Peki iş için mi gittin?” -“Hayır.” “Tamam.” -“Ben çok fazla ülkeyi dolaştım. Çok fazla şehir gördüm. Prag, İstanbul, Paris, Gent… ve daha bir çoğu. Ama hiç biri iş seyahati değildi. Sadece gittim.” “Peki nerede yaşıyorsun? Yani ölmeden önce nerede yaşıyordun?” -“Uzun süre sabit bir yerde kalmadım. New York’ta doğdum, Kanada’da büyüdüm, İtalya’da okudum ve İtalyan biriyle evlenip New York’a taşındım.” “Demek evliydin?” -“Evet. Ya sen?” “Ben de evliydim. Ölmeden önce hâlâ evli biriydim. Ölmek kesin bir boşanma oluyor.” -“Peki eşin? Yani eşin mi?” “Evet, evet. Eşim vurdu beni. Garip bir ölüm şekli. Eşim tarafından gece yarısı kavga sırasında iki kurşundan üçüncüsünde öldüm. Kötü bir nişancı olduğunu da o sırada öğrendim. Belki de acı çektirmek istemiştir. Kim bilir? Ama yine de cinnet geçirdiğini düşünüyorum. Son nefesimi vermek üzereyken sesini işitiyordum. ‘Hayır, hayır, ölme!’ diye bağırıyordu ki geç kalmıştı. Yani ne bekliyordu ki? Üç el ateş edip yaşamamı mı?” -“Aman Tanrım, bu çok üzücü.” “Aslında değil. Yani öldüm ve Cennet’e geldim. Ondan kurtuldum. Kavga, gürültü olmayan güzel bir yerde sonsuza kadar tatil hakkı kazanmış oldum. O kadar da kötü değil.” -“Evet, ama yine kavga edecek birini buldun Cennet’te.” “İşte ben söyleyince kızıyorsun. Kadın her yerde kadındır.” -“Seni kırdıysam üzgünüm. Yani birbirimize hiç de iyi davranmıyorduk.” “Yo yo üzülme. Senin olduğu kadar benim de suçum. Aksi biriyim ve yaşadığım en son anımda eşim tarafından vurulunca kadınlara ön yargı ile yaklaşmaya başladım, sanırım. Yoksa sana karşı kişisel bir gıcıklığım yoktu, inan. Ayrıca kavga da olsa çok eğlenceliydi. Her zaman huzurlu olunca sıkıcı oluyor. Seninle tartışmalarımız hareket getiriyordu Cennet’e.” -“Ne demezsin? O yüzden Micheal bizi kovdu zaten. Fazla hareket getirmişti.” “Ah, Micheal! Garip biri. Yaramaz öğrencilerin her zaman korktuğu ve saygı gösterdiği bir öğretmen gibi. Melek olması sıkıcı olması anlamına gelmiyor ki. Bunu ona defalarca açıkladım. Beni hiç dinlemiyor.” -“Onun dinlediği daha büyük bir güç var. Tanrı’nın sözleri seninkilerden ağır basıyor olabilir. Ne dersin?” “Muhtemelen. Peki sen nasıl öldün? Yani neden intihar ettin?” -“Ben…” “Eğer seni üzecekse anlatmak zorunda değilsin. Gerçekten. Takma kafana.” -“Yo, hayır. Aslında uzun zamandır kimseye anlatmadığım bir hikaye…İtalya’da okurken eşimle tanıştım ve hemen evlendik. Eşimle New York’a dönmeye karar verdik. Onun alışması biraz zaman aldı. Bazı sorunlar yaşıyorduk. Ben doğduğum yerde yaşamak istiyordum. İlk başlarda onun için sorun yoktu. Ama daha sonra İtalya’ya gidip gelmeye başladı. Ben işimden çok memnun olduğum için ve o da İtalya’da işiyle ilgili bağlantılarını koparmak istemediği için bölük pörçük görüşebiliyorduk. Sonra tartışmalar başladı. Bir gün o İtalya’dayken her şeyi yoluna koymak için ona sürpriz yapmak istedim ve daha önce yaşadığımız eve gittim. Kapıyı güzel İtalyan bir bayan açtı.” “Kaltak!” -“Evet. Her neyse. İçeri girdim. Ona Lorenzo’nun bir arkadaşı olduğumu söyledim. Lorenzo, yani eşim.” “Tipik bir İtalyan olmalı.” -“Evet , öyleydi. Kadınla konuşmaya başladık. Bana uzun zamandır beraber olduklarını ama Lorenzo’nun iş için durmadan New York’a gitmek zorunda kaldığını anlattı. Çok mutlu olduklarını ve bir bebek beklediklerini de söyledi.” “Kahretsin!” -“Neler hissettiğimi tahmin edemezsin. Bir anda ellerim buz gibi oldu. Gözlerim ister istemez kırmızı elbisesinin altında belli belirsiz olan göbeğine kaydı. Kadın o kadar inceydi ki bebek dört aylık bile olsa fark etmem imkansızdı. Ufak bir top yutmuş gibi duruyordu karnında. Ellerini karnına koydu ve bana bir kızları olacağını söyledi. Gözleri mutluluktan parlıyordu. Ben o anda çekip gitmek istedim. Ama sonra kapı açıldı. Kadın koştu ve Lorenzo’nun kollarına attı kendini. Eşim ona sıkı sıkı sarıldı, öptü ve eğilip karnını okşadı. Sonra beni gördü. Elindeki çiçekleri yere düşürdü ve öylece bana baktı.” “Ee? Ne dedi? Ne yaptın? Ne fırlattın kafasına?” -“Hiçbir şey demedi. Hiçbir şey yapmadım. Hiçbir şey fırlatmadım. Sadece birbirimize baktık. Kadın durmadan hızlı hızlı İtalyanca konuşuyor, neler olduğunu öğrenmek istiyordu. Lorenzo onu yatıştırdı. Başka bir odaya gönderdi ve bana dönüp ‘burada ne işin var?’ dedi.” “Sen hâlâ kafasına bir şey fırlatmadın yani?” -“Hayır. Ben ona sürpriz yapmak için geldiğimi söyledim. Sonra kadınla konuştuğumu ve her şeyi bildiğimi söyledim. Neden yaptığını sordum. Bana, beni artık sevmediğini ama ona muhtaç olduğum için beni terk edemediğini ve asla benden bir çocuk istemediğini söyledi. Oysa çocuk yapmaya karar vermiştik. Sadece işlerini bir düzene koymasını bekliyorduk. Tamamen New York’ta kalacak hiç gitmeyecekti. Anlayacağın her şey bir yalandı.” “Aşağılık piç kurusu! Ölmemiş olsaydım onu öldürürdüm! Ah, lanet herif.” -“Evet, ben de bir süre küfrettim. Ama sonra New York’ta ki dairemde tek başıma kalınca, küfretmekten çok ağladım. Aylarca evden dışarı çıkmadım. Sonra bir gün eşyalarımı toplayıp gezmeye karar verdim. Mısır’da böyle bir akşamda tek başıma oturmuş yıldızları izliyordum. O an eve dönmeye karar verdim. Ama eve döndüğümde aynı şeyler beni bekliyordu. Atlatamadığımı anladım ve atlatamayacağımı. Beni sevmemiş, benden çocuk bile istememiş kocamın beni aldatmasını ve başka bir kadının çocuğuna babalık edeceği gerçeğini bir türlü kendime yediremedim. Çünkü onu seviyordum ve o akşam intihar ettim.” “Çok üzgünüm. Yani yaşadıkların için gerçekten çok üzgünüm.” -“Hayır, üzülme. Hepimiz kötü şeyler yaşadık. Micheal’ın dediğine göre hepimiz kaderimizi yaşarmışız. Belki de çektiğim acının karşılığında Cennet’i hak etmişimdir. Kim bilir? Şu an halimden memnunum. Aynen senin söylediğin gibi.” “Eğer biz..işte ne biliyim, ölmeden önce tanışmış olsaydık, o zaman evli olmasaydık ve bilmiyorum işte. Yani kısaca ben senden bir çocuk isterdim. Seni bırakıp gitmezdim ve hayatımı seni mutlu etmek için çabalayarak geçirirdim.” -“Lorenzo’nun sevgilisini görseydin böyle demezdin bence.” “Gülme. Gerçekleri söylüyorum! Lorenzo’nun sevgilisi umurumda olmazdı. Bence sen çok güzelsin, Vivien. Hayatına seni hak etmeyecek kadar aptal olan bir adam yüzünden son vermen çok acı.” -“Ama o aptal adam yüzünden ölmeseydim seninle tanışmış olmayabilirdik.” “Bakış açını beğendim. O halde iyi ki ölmüşsün. Yani iyi ki ölmüşüz.” -“Tuhaf ama evet, katılıyorum.” “Üşüdün mü?” -“Biraz.” “O halde ben bir şeyler bulup şu ateşi biraz canlandırayım.” -“Tamam.” “Vivi,uyudun mu?” -“Sadece yorucu bir gündü. Saldayken uyuyamadım ve yamyamlar da uyutmadılar.” “Evet, haklısın. Biraz dinlenmeliyiz. Yanıkların geçti mi? Daha iyi misin?” -“Evet, artık acımıyor. Teşekkürler.” “Tamam, o halde iyi geceler. Sabah sana tropik bir kahvaltı hazırlayacağım.” -“Anlaştık.” 30 saniye sonra… -“Kral?” “Efendim?” -“Gerçek ismin ne?” “Kral.” -“Gerçek ismin?” “Tamam. Gerçek ismimi sana söylemeyi düşünmüyorum. Yani yaşarken bile insanlara ismimin Edward olduğunu söylüyordum. Daha sonra ölünce Edward kulağıma çok sıkıcı geldi. Kral daha çok yakışıyor bana.” -“Neden? İsmin çok mu komik?” “Bak, sana söylemeye niyetim yok.” -“Neden?” “Çünkü küçük hanım, isimler insanların sahip oldukları özel şeylerdir ve insanlar istemezlerse isimlerini başkalarıyla paylaşmak zorunda değillerdir. Özel şeyler özel insanlara söylenir. Yani en azından dalga geçip asırlar boyu kafana vurmayacak olan insanlara!” -“Ben dalga geçmem ki.” “Evet, eminim. Olur da Cennet’e geri dönersek herkesin içinde benimle dalga geçeceksin. Bundan eminim işte!” -“Geçmeyeceğime söz veriyorum. Adın ne?” “İyi geceler.” -“Adın iyi geceler mi? Tanrım bu nasıl bir isim?” “Daha yeni söz vermiştin. Hemen dalga geçmediğin için teşekkür ederim. Sana güvenebileceğimi biliyordum. Yine de adım iyi geceler değil tabi ki!” -“O halde ne?” “İyi geceler, Vivien!” -“Ah, ismin iyi geceler Vivien mı?” “Ulu Tanrım, neden bütün kadınları eksik yarattın?” -“Seni duydum!” “Ben seni duymuyorum!” “O zaman nasıl cevap veriyorsun?” -“Vermiyorum.” “Verdin işte.” -“Uyumayacak mısın?” -“Uyuyorum.” “Uykunda bile konuşuyorsun.” -“Tamam. İyi geceler.” “Efendim?” -“Ne?” “Şaka yaptım. Uyumaya devam et.” Sabahın ilk ışıkları ile… “Günaydın!” -“Günaydın.” “İyi uyudun mu?” -“Evet, o kadar yorgundum ki rüya bile görmedim. Bu da ne? Kafamın üstünde kocaman yeşil bir şeyler var.” “Evet. Bu sabah erken uyandım. Güneş seni yakmasın diye büyük yapraklar bulup baş ucuna diktim.” -“Çok düşüncelisin teşekkürler.” “Sorun değil. Kahvaltın da hazır.” -“Vay canına. Çok güzel görünüyor.” “Afiyet olsun. Yemeğini bitirdikten sonra adayı dolaşalım mı?” -“Tamam. Bence dolaşmaya başlayalım. Yolda yerim.” “Tamam, o halde direk şu yöne gidelim. Adanın göbeğine. Bayanlar önden.” -“Hep böyle yapıyorsun. Ama nezaketle ilgili olduğunu düşünmüyorum.” “Saçmalama. Ben nazik bir beyefendiyim.” -“Evet, evet…” 45 dakika sonra… “Bak bu böceğin ismi Diaprepes Abbreviatus.” -“Öyle bir böcek yok.” “Var işte, burada.” -“Hayır, uyduruyorsun. Sıradan bir böcek. Sadece üstü kavuniçi.” “Ama doğru söylüyorum.” -“Söylemiyorsun.” “Söylüyorum.” -“Hayır.” “Evet!” -“Hayırrr.” “Evet.” -“Hay..” “İyi tamam. Pes ediyorum! Ama yine de doğru söylüyorum. Dönünce bir zahmet Micheal’a sor.” -“Soracağım.” “İyi.” -“Güzel.” 1 saat sonra.. -“Ben yoruldum. Biraz da sıkıştım.” “Nereye?” -“Öyle değil. Yani tuvaletim geldi.” “Hımm. Anladım. O zaman şuraya bir yere yap.” -“Tamam ama korkuyorum. Yani böcek yada yılan falan çıkar diye.” “Yanında durmamı ister misin?” -“Of, tabi ki hayır!” “O zaman söylenme.” -“Tamam, sen arkana bakma ve uzaklaş.” “Tamamdır.” 35 saniye sonra… “Vivi?” -“Evet.” “Sanırım ilerde birileri var.” -“Öyle mi? Nasıllar?” “Zenci.” -“Ah, şansa bak. Dur bir saniye geliyorum.” “Sorun değil, rahatına bak.” -“Neredeler?” “İşte orada. Bence sessizce izlemeliyiz.” -“Hey, buradayız! Merhaba!” “Sessizce.” Bir süre sonra… “Her zaman bağırmak zorundasın değil mi? Sabredemezsin hiç!” -“Ben onları dost sandım. Of, nereden bilebilirdim?” “Biraz sessiz olsaydın, William’ı tanırdık ve uzaklaşırdık.” -“Bu ada lanetli.” “Lanetli olan sensin.” -“Dönüp dolaşıp buraya geliyoruz. İşe bak.” “Rüzgarla adanın arkasına dolanmış olmalıyız.” -“Evet, aferin kaptan.” “Sorun değil.” -“Peki şimdi ne yapacağız?” “Bizi bu kulübeden çıkarmalarını bekleyeceğiz. Sanırım daha sonrasında bizi yiyecekler. Yeterince sıkıldılar. Onlar kovdukça biz geri geliyoruz.” -“Kapı açılıyor.” “Ut kadug mar harkam sama tig dar!” “Evet, evet. Memnun olduk! Saol. Elinize sağlık çok güzel görünüyorlar.” “Mamatuk!” -“Ne dedi sence?” “Bence yemeklerinizi yiyin, karnınız iyice şişsin sonra biz de sizi yiyeceğiz dedi. Sonra da annemle ilgili bir şeyler diyip gitti.” -“Bu dile baya baya hakim olmaya başladın.” “Evet. Hadi ye.” -“Ne yani yiyecek misin?” “Evet. Yiyiyorum. Hımm.. İlginç. Fazla tuzlu ama güzel. H ıhı. Fena değil.” -“Ya zehirliyse?” “İyi ya kurtuluruz.” -“Peki ya gerçekten bizi yiyeceklerse de o yüzden besliyorlarsa?” “O da uyar. Yine kurtuluruz. Zehri tercih ederim. Ama sonuç aynı gözüküyor.” -“İyi. Madem öyle yiyeceğim! Ama benden önce Cennet’e gitme diye!” “Aferin. Ye.” -“Korkunç bir tadı var. Ne acaba bu?” “Yılan midesi yada..yada..” -“İğrenç!” “Yada..pa.. Men piras pelteklestim fanırım.” -“Evep. Ay. Eves. Eveg. Eveb. Pen de fanırım.” -“Kral, uyan!” “Ne ne ne var? Ne oldu? Neredeyiz?” -“Sanırım her şey yeniden başlıyor. Dünyaya yollandığımızda ilk uyandığımız yataktayız.” “Of, evet. Burası aynı yer sanırım.” -“Ve ikimizde çıplağız.” “O zaman yataktan çıkmayalım.” -“Peki ne yapacağız?” “Bilmem. Sarılalım mı?” -“Ah, Lütfen! Dalga geçmenin hiç sırası değil!” “Dalga geçen kim? Ne de olsa bizimkiler dışarıda takılıyorlar. Daha önce yaptıklarımızı yaparsak başımıza aynı şeyler gelecek. O halde biz de farklı bir şeyler yaparız.” -“Farklı?” “Evet, bayan.” -“Hı hım. Nasıl farklı?” “Mesela ben seni öpebilirim?” -“Beni mi?” “Evet, Vivien. Lütfen sorularınla canımı sıkma!” -“Ah, tamam.” “Öpeyim mi?” -“Bilmiyorum. Burnumun dibine kadar geldin. Bu kadar yaklaşmışken istersen öp.” “Tamam.” Yeterli bir zaman sonra… “Ah, şu an bir sigara içmeyi o kadar çok isterdim ki.” -“Biraz önce seviştik ve ilk söylediğin şeye bak!” “Ah, evet. Çok mutluyum, Vivi. Hayatımda ve ölümümde senin kadar güzel bir kadınla hiç karşılaşmamıştım. Çok güzelsin.” -“Teşekkür ederim.” “Tekrar sevişelim mi?” -“Bence dışarı çıkıp bir bakalım.” “Tamam, tamam! Aklında William var!” -“Saçmalama!” “Şaka yapıyorum. Hadi giyinip çıkalım. Bakalım bizim çocuklar ne pişiriyorlar.” “Hey hey hey! Ben burayı bir yerden tanıyorum! Vivi gel de bak!” -“Evet, geliyorum. Tanrım, umarım bu sefer bağlamazlar…” “Evet, dostum. İşte yuvadayız!” -“Cennet!” “Cennet!” -“Hey Naber Kral. Nerelerdeydin? Şuna bakın Vivi de buradaymış!” “Düzgün konuş Alex! Hanımefendinin ismi Vivien.” “Ah, evet. Sonra görüşürüz çocuklar.” -“Çok tatlısın.” “Biliyorum, hayatım. Hey! Micheal! Hangi rüzgar attı seni buraya? Saçlarını mı uzattın? Biz bir süredir dünyadaydık da. Yamyamlarla tatile çıkmıştık. Sana kart atamadık kusura bakma!” “Bana sinirlendiğinizi biliyorum.” “Yo, yo. Sana sinirlenemeyiz. Sen bir meleksin.” “Evet. Bu konuda haklısın. Ama yine de açıklama yapmalıyım.” -“Micheal. Seni gördüğüme o kadar sevindim ki! Peki bizi neden gönderdin?” “Size söylemiştim. Durmadan tartışıyordunuz. Cennet’in huzurunu bozuyordunuz. Ben de bol bol tartışın diye sizi Dünya’ya gönderdim. Sorunlarınızı hallettiğinize memnun oldum.” “Evet. Teşekkür ederiz. William diye bir bey vardı. O eğer ölürse bizim tarafa gelmesin. Çok rica ediyorum!” “Tamam. Ayarlarız, canını sıkma. Win... Ah, Kral.” “Eh, teşekkürler Micheal. İşte Vivi, sevgilim! Cennet asıl şimdi Cennet! Sen kanatlarımın altındayken.. Metafor kullandım. Çok hoş oldu!” -“Win..? Ne?” “Win?” -“Micheal, sana sormak istediğim bir şey var.” “Evet, Vivien.” -“Diaprepes Abbreviatus diye bir böcek var mı?” “Evet, üzeri kavuniçi bir böcek türü.” “Evet, baylar bayanlar! Kralll yine kazandııı!” -“Peki, Kral’ın gerçek ismi nedir?” “Üzgünüm Vivien. Sırlar sır kalırlarsa sır olurlar.” -“Anladım. Teşekkürler.” “Cennet’in keyfini çıkarın çocuklar! Bazı şeyler kaybedilmeden değerlenmiyor. Ne yazık! İnsanoğlu işte!” Zamanın bir anında… “Bana ne zaman aşık oldun?” -“Sana aşık olmak mı? Asıl önce sen bana aşık oldun!” “Nerden çıkarıyorsun bunu?” -“Beni öptün.” “Ne olmuş yani?” -“Sen ne zaman aşık oldun?” “Tamam. Sanırım yamyamlar bizi adadan kovdukları sırada.” -“Neden?” “Ah, yine çok soru soruyorsun!” -“Tamam o halde son bir soru sorma hakkım olsun. Bir daha hiç sormayacağım! Anlaştık mı?” “Hiç?” -“Söz veriyorum, hiç.” “Güzel. O halde sor bakalım son sorunu.” -“Adın ne?” “Kral.” -“Gerçek adın ne?” “Hani son sorundu! Bir tane daha sordun. Hiç sözünde durmuyorsun!” -“Hadi yapma.” “Söylersem dalga geçmek yok. Söz mü?” -“Söz.” “Tamam. Ee, Gerçek ismim.. Wingolf. Rahatladım. Evet, rahatladım.” -“Wingolf mü?” “Evet. Söz verdin dalga geçmeyeceğine.” -“Wingolf de neyin nesi? Bu nasıl bir isim? Ah, annen çok acımasız biriymiş! Hangi anne çocuğuna Wingolf der ki? Wingolf, gidip golf oynayalım mı oğlum? Wingolf, hadi gel, yemek hazır! Wingolf, aşkım!” “Güzel dalga geçmeye devam et!” -“Ah, sana Wini dememin bir sakıncası var mı?” “Hayır, yok.” -“Seni seviyorum Wini!” “Ben de seni seviyorum Vivi!” -“Wingolf! Hemen benimle yatağa gel!” “Ah, Lanet olsun!” -“Wini Wini Wingolf! Bekliyorum!” “Bunu sana ödeteceğim! Kral’la dalga geçmek neymiş görürsün şimdi!” …End Heppili evır aftır… Güliz Dülgeroğlu
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © güliz dülgeroğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |