..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Bu hafifçe kenara itilecek bir roman değil. Daha büyük bir şiddetle uzağa fırlatılmalıdır. -Dorothy Parker
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Eleştiri > Türkiye > Hülya




25 Nisan 2005
Türkçe Nereye Gidiyor?  
Hülya
Bunların yanında küreselleşmenin bir sonucu olarak kültür etkileşimi ve sınırlarımızdan giren yabancı kelimelerin Türkçe eşdeğerlerinin yerine konulmasında yaşanan gecikme yada umursamazlık bir garip iletişim dilini ortaya çıkarıyor.


:EFEE:
O gece, misafirimizdi babam. Akşam yemeğinin ardından, eski günlerden, gidenlerden, kalanlardan bahsettik, biraz nostaljik takıldık yani. Yatmadan önce, banyodan, “diş macununu göremiyorum” diye seslendi. Üzerinde toothpaste, glister, mouthwash, multiple action yazan üçgen şeklindeki diş macununu babama uzattım. Kutuyu elinde evirdi çevirdi. Daha iyi görebilmek için burnunun ucuna inik, kalın camlı gözlüklerine yaklaştırdı ve etiketin üzerini okumaya çalıştı. Dedesinin okuduklarına kıkırdamaya başlayan oğlum, her kelimenin okunuşunu düzeltmek zorunda hissetti kendisini. Son action sözcüğünde ikisi de pes etti. Babam nereden aklına geldiyse “geçen sende içtiğim o güzel kokulu çay vardı ya”, dedi. Konuşurken aynadaki yansımalarımıza bakıyorduk. “Evet”, dedim. “Markete sordum, çayların bulunduğu raflara görevliyle baktık ama ölgey diye bir şey bulamadık, sen nereden aldıysan, bir kutu da bana alıver”, dedi.

Babam, çocukluğunda babasına, dedesine ait Osmanlıca yazılı bir düzine kitabın toplanarak evlerinin önünde yakıldığına tanık olmuş, Cumhuriyetin sancılı ilk yıllarını yaşamış, 1930 doğumlu yüksek okul mezunuydu. Tam kendi, öz dilini yaşayacağı günlere yeni kavuşmuşken, adım adım, sessiz sedasız, sinsice yaklaşan bir başka lisanın hakimiyeti altına girdiğimizi hepimizden önce fark etmişti.

Eğitim dili İngilizce olan bir üniversiteden mezundum. Oğlum da İngilizce dilde eğitim veren bir okulda okuyordu. Çocuk yaşlardan itibaren, ailemin “bir dil, bir insan” sözünün ışığında gelişmişti fikirlerim. Aracıya gerek duymadan, İngilizce kitaplar okumak, Internet sitelerinde gerek mesleğimle gerekse diğer konularda araştırma yapmak, dünyada ne olup bittiğini kaynağından, sansürsüz takip etmek büyük bir şanstı ve her şeyden önce özgürlüktü. Çevremde gezinen bu yeni kelimelerden rahatsızlık duymuyordum. Ta ki banyoda, aynayı çevreleyen raflara dizili şişeler, kavanozlar, tüpler, kutular üstündeki yazıları, babamın burnunun ucuna düşen kalın hipermetrop gözlükleriyle görene dek. Bir anda yazılar beş pont daha büyümüş ve bold’ laşmıştı. Foaming bath, with minerals, fresh deodorant, new wave, provitamin, wet styling gel, multi purpose, all in one, lens solution, for sensitive eyes, hatta bir saç fırçasının üstünde ultra comb yazıyordu. Bu eşyalar, yine yabancı bir kelime ile markalandırılmış, kişisel bakım ürünleriydi. Üstelik bu ürünlerin bir çoğu da made in Turkey’di. Babam “Sana gelince yabancı bir yere gelmiş gibi oluyorum, bu ülkenin dışına çıkamıyorum diye üzülme, sıkılınca bunları okursun” dedi. O güne dek farkına varmadığım bir serzeniş vardı, aynadan bakan yaşlı gözlerde. Gece, başımı yastığa koyduğumda uykunun beni terk ettiğini anladım, aramak için gayret de etmedim.

Beynimin kıvrım kıvrım dolambaçlı, inişli çıkışlı yollarında gezinirken, birden Oktay Sinanoğlu’na rastladım. Koltuğunun altında kitaplar, bir panele katılmak üzere hızlı hızlı yürüyordu. Açık oturumlardaki, heyecanlı konuşmalarını daha önce izlemiş, abartılı bulmuş, günümüzün modası; komplo teorileri diye yorumlamıştım. Oysa, ileriyi gören, toplumu ve ilgilileri özellikle dil konusunda çok önceden uyaran bu büyük bilim adamının hassasiyetinin her birey tarafından gösterilmesi gerekiyordu. Düğmeye basmak için çok geç kalınmıştı. Yıllardır tüm gücüyle çalan S.O.S. zillerinin sesini duymazlıktan, gelinen tehlikeli boyutu ise görmezlikten geliyorduk. Discovery Channel’da izlediğim Güney Amerikalı Mayalar geliyordu gözlerimin önüne. Yaşlıca bir kadının sözleri “bu annemin dili, ben bu dili annemden öğrendim, o yüzden de bu dili konuşmayı çok seviyorum, şu anda dünya üzerinde bu dili konuşan beş kadınız” diyordu. Gecenin karanlığı, bir an o sözcükleri söyleyen Maya kadınının yerine koyunca beni, tüylerim ürperdi.

Babamın kalın mercekli gözlüklerini takıp bizim caddenin başından itibaren yola koyuldum. Hafızamı zorlayarak yolumun üzerindeki işyerlerine ait tabelaların isimlerini bir bir hatırlamaya çalıştım. Happy Days, Hobby Cafe, Academia Cafe, Pizza House,Peppermill, Esthetic Center, Dreamland, Music Center, Outlet Home Center, Gymnasium and Fitness Center, Clean Car Service, Best Color, Hospital Plaza ile daha hatırlayamadığım bir yığın tabelanın yanında bir de Pasha, Efendy, Mc Damat, Dönerchi, Chat Kapı, Pide Hut, Kebap House, Ashk,, Cafehane, Cashhane, Berdush, Ayyash, Therlic’s gibi yaratıcı isimler de vardı! Evden fazla uzaklaştığımı fark ettim ki tekrar bizim caddeye dönüp, yeni açılan bir mega store’a girdim. Birinci kat gıda reyonuydu. Baget ekmekler, noodle, spagetti, tortellini, lazanya, espresso, lipton ice tea, petit danone, superfresh ürünleri, patates kroket, piliç pane, sushi, onion rings, aysberg, chicken royale, hot wings, corn flakes, cips, ruffles, crunch, bitter chocalate, light yiyecek ve içecekler. Paketlerin üstlerindeki açıklamaların ne olduğunu anlamaya çalıştım. Anlamayınca, listemdeki ürünleri, kutu ve paketlerin içinde şeklini görebildiklerimden seçtim. Oradan kozmetik bölümüne geçtim peeling, soft line, profil-up, easy use, roll-on, look better’lı etiketler, giyecek bölümündeki raflarda ise, small, medium, large ve extra large bedenlerde T-boxlar, T-shirtler, polar kaşkoller, bodyler, pareolar, kapriler, blazerler, boxerlar yer alıyordu. Sonra marketin duvarına asılı tabelada “first class ayrıcalığını yaşamak sizin de hakkınız yazan” roof’ da bulunan Patisserie’ de cheesecake, pancake, brownie gold, profiterol, donuts, krokantlı, nugatlı, körili kurabiyeler, tiramisu, waffle, creme brulee, cookie, whopper, muflin ve supanglenin sergilendiği vitrinlerin önünden geçtim ve fast food kısmında, self servis yaptıklarını söyleyen kasadar kızın pek spicy diye uyardığı bir hot dog’ un yanında cappucino’ mu very VIP olarak içtim. Yolda uğradığım benzinci depoyu full doldurursam bir mug hediye edeceğini söyledi. Ben de bu teklifi refüze etmedim ve depomu full doldurup evime döndüm.

Salonda, dresuarın üzerindeki ferforje t-light’ı yaktıktan sonra berjere oturdum ve televizyonun düğmesini çevirdim. Yabancı isimli Türk kanalları arasında zapping’ledim. Bu gece nasıl olsa uykunun peşinden gitmeyecektim, zamanım çok, acelem yoktu. Kanallardan birinde, bir eğlence programının talk- show’cusu, ekstrem marjinalliğiyle izleyicileri ekrana nasıl klipslediğini, kanalın reytingini nasıl artırdığını anlatıyordu. Bir diğer kanalda ise magazin programı vardı. Spa’lı olduğu belirtilen suit bir otel odasındaki brunch’ta, bir süper starla yapılan röportaj yayınlanıyordu. Diğer bir kanalda ise müzik programı vardı ve dj, herkesi relaks olmaya davet ediyordu. Teenagerlar için, son günlerin bir hit parçası, aksiyonlu bir klip ile simültane çevrilerek yayınlanıyordu. Biraz dinledikten sonra, bir diğer kanaldaki açık oturuma geçtim. Oturum yöneticisi, imaj maker olarak tanıttığı konuşmacıya, yarattığı trendlerin konseptini exaggerate’li bir biçimde prezente edip etmediğini soruyordu. Spor haberlerini sunan bir başka kanalda ise yorumcu, başlarda koordineli oynanan maçın perfektlikten sıyrılıp, sonlara doğru nasıl bir anda agresif havaya girdiğini anlatmaya çalışıyordu. Televizyonu kapattım.

Gece uzundu. Gazetelikten çekip aldığım bir dergi ile berjerden kalkıp chesterfield olana uzandım ve daha önce okuduğum derginin sayfalarını rast gele çevirmeye başladım. Sayfa dolusu ilanlar önüme yığılıverdi. Showroom’da sergilenen sofistike tasarımlı sportif bir arabanın fantastik döşemesinin üzerinde, -araba böyle tanıtılıyordu- organik, kolormatik, antirefleli, polarize edilmiş, hidrofilli ve son derece karizmatik –bir sonraki sayfada gözlük böyle betimlenmişti-, havalı güneş gözlükleri ile sürücü koltuğunda oturan manken pek bir cool gülümsüyordu.

Dergiden sıkılınca lap-top’u açtım. Scanner’ın açık kalmış düğmesini kapattım. Outlook’ta, e-mail’ im var mı diye bakındım. Gelenlerden, beğendiklerimi başkalarına forward’ladım. Monitör’de icq’nün messenger listesinde chat’leştiğim arkadaşların nick’leri belirdi. Ashley Aslı, Daphne Defne, Jasmine Yasemin, Ayleen Aylin, Harry de Hayri idi. Sonra word’ü açtım ve son bir yılda dilimize giren yabancı kökenli in sözcüklerin listesini yapmaya başladım. Öyle uzadı ki sonunda vazgeçtim ve Türkçe kalabilmeyi başarmış olanları aramaya çıktım.

Çok değil bundan kırk, elli yıl önce yazılanları bile okumakta güçlük çeken bir ülkenin insanlarıyız. Cumhuriyet öncesinden kalanları ise zaten söylemeye gerek yok. Kendisiyle birlikte sahip olduğu her şeyin kökleriyle birlikte devrildiği koca bir imparatorluğun enkazları arasına sıkışıp kalmış güzellikleri fark etmekte güçlük çekiyoruz. O dönemlerde yaşamış edebiyat, fikir ve ilim adamının yazdıklarını aracısız okuyamadığımız için üzülüyoruz. İtalya’da Dante’yi, İngiltere’de Shakespeare’i, o günün diliyle okuyup anlayabilen insanları kıskanıyoruz. Dünya klasikleri arasına girebilmeyi başarmış bir yapıtımız olmadığı için kahroluyoruz. Çünkü yüzyıllardır ana dilde yaşanan bu karmaşa ne yazık ki bugün halen devam ediyor. Geçmişte Türkçe’yi etkileyen diller Arapça, Farsça ve Fransızca iken bugün hepsinin yerini İngilizce almış durumda.

Ekonomik, sosyal ve kültürel yapıları gelişmiş toplumların, geri kalmış toplulukları etkilemesi kaçınılmaz bir süreç. Bugün dünyaya hakim olan ekonomik küreselleşme, kültürel küreselleşmeyi de beraberinde getiriyor. Ekonomik güce sahip Batı, İngilizce’nin dünyada yaygınlık kazanmasına neden oluyor. Sınırlarımızdan hızla içeri giren yabancı kelimelerin Türkçe eşdeğerlerinin yerine konulmasında yaşanan gecikme yada umursamazlık bugün bir garip iletişim dilini ortaya çıkarıyor. Çin ve Japonya dahil bir çok gelişmiş ülke, ürettiklerini pazarlarken İngilizce’yi tercih ediyor. Çünkü ekonomik çıkarları bunu gerektiriyor. Herkesin aracısız anlayabileceği ortak dil, isteklerine uygun tüketim hızını artırıyor. Fakat ne Çin ne Japonya, ne de diğer ülkeler ana dillerinde bizdeki çılgınlığı yaşamıyor.

Babam, doğduğu yörenin kendine özgü kelimelerini kullanmaya bayılıyor. Onun dilinde bebek çağa, kedi pisik, semiz otu pipirim, hizmetçi kız totaba, kaplumbağa tosbağa, görgüsüz dörpüsüz, bisiklet velespit, hala bibi, pestil bastık, yeğin hızlı, çor hastalık ve havuç pirçekliye dönüşüverdiğinde torunlar kıkırdamaya başlıyor. Gramere uymadığı yada gülünç veya kaba -kime ve neye göre?- bulunduğu için sonradan değiştirilmiş kelimelerin günlük yaşamlarımızda -bazıları benimsenmediği halde- yer bulmasına gayret ediyoruz. Kendi öz dilimizin sınırları içerisindeki kelimelerde bile bu kadar duyarlı olmaya çalışırken, sıra İngilizce kelimelere gelince duyarlılık, yerini birden çağdaş yaşamaya devrediyor.

Dünya üzerinde yok olmaya yüz tutmuş diller dahil her bir dil, dünyanın sahip olduğu kültürel zenginliğin bir göstergesi. Bizim de sahip olduğumuz bu en büyük özelliğimizi yitirmememiz gerekiyor. Çünkü dil bir iletişim aracı. O olmadan insanların birbiriyle anlaşabilmesi, dahası gelişmesi mümkün değil Sömürgeler hariç tüm toplumlar bu gücün farkında. Bizde ise ne yazık ki kantarın topuzu kaçmış. Bir ur gibi sinsice, yavaş yavaş başlayan dildeki yabancılaşma ve çürüme tüm açlığıyla her organa sıçramış. Hızla büyümeye de devam ediyor.

Dilde yozlaşma ve yabancılaşmanın bugün geldiği dev boyutla, devletin tek bir kurumunun baş etmesini beklememiz mümkün değil. Ama devlet, çıkaracağı yasalarla, resmi yada özel tüm kurum ve kuruluşları yönetme ve yönlendirme gücüne sahip. Yabancılaşma ve yozlaşmaya mani olacak yasaların bir an önce çıkarılması zorunlu. Sivil toplum örgütlerinin, eğitimcilerin, tüm bireylerin ve özellikle medyanın bu konuda duyarlı olması şart. Özellikle gençlerin, güzel ve temiz bir Türkçe ile konuşup yazmaya özenmelerini sağlayacak tedbirlerin alınması kaçınılmaz. Diğer türlü, ana ve babalarımızın kullandığı kelimeleri defterlerimize not düşmemizin zamanı. Belki de, yabancı kanaldaki Maya kadını gibi, onlar unutulmaya yüz tutmuş sözcüklerle konuşan son nesli temsil ediyor.




.Eleştiriler & Yorumlar

:: Bu da geçecek...
Gönderen: Deniz Canefe / İstanbul/Türkiye
4 Kasım 2005
Dilimizi yeniden keşfedenlerin sayısı günden güne artıyor bence. Yakında, belki bir on yıl sonra bütün o İngilizce sözcükleri kullananlara şimdilerde Fransızca sözcüklerde 'r'leri genizden söyleyen eski Fransız özentilerine bakıldığı gibi bakılacağını düşünmem aşırı bir iyimserlik mi acaba? Hele de Türkçe'nin temiz kalemlerde böylesine güzel ve tatlı bir biçimde korunduğunu gördükçe...




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın eleştiri ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Benimle Uğraşma Kızım!
Türkülerle Kimlikler
Katar; "Doha Tartışmaları", Hamas
Ağaçlar Konuşur Mu?
21. Yy'da Savaşlar Nasıl Değerlendirilir Ki?
Zincirin Zayıf Halkası
Suç Artışı ve Güven Bunalımı
Madalya Töreni, Deprem ve Kaldırım Taşları
Bir Savaş Nasıl Kanıksanır?

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Karlovy Vary'de Bir Gün... [Öykü]
Beyaz Sessizlik [Öykü]
Salih Ustanın Düşü [Öykü]
Zor Yıllar [Öykü]
Bacon, Montaigne, Russel ve [Deneme]
Hiç mi Değerleri Yok?.. [Deneme]
Arka Bahçeli Ev… [Deneme]
Karafatmaya Karşı Gelin Böcekleri [Deneme]
Batıdan Doğuya Ilık Esintiler [Deneme]
Küçük Dostum [Deneme]


Hülya kimdir?

-

Etkilendiği Yazarlar:
-


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Hülya, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.