Sevginin bulunmadığı yerde us da arama. -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
*** Kimi trenle, çoğunluk da yaya olmak üzere günlerdir yoldayız. Tren yolculuğumuz sırasında Hüseyin, dededen kalma sazını elinden hiç bırakmadı. Hafif hafif başlayan diş ağrısına, üzerimdeki yorgunluğa rağmen çaldığı ezgilere eşlik etmeden hatta bir ara kalkıp koridorda halay çekenlere katılmadan kendimi alamadım. Erzurum’a vardığımızda halen yüreğimde bir gece öncesi söylediğimiz türkülerin sıcaklığı vardı. Güneyin çöl sıcağından insanın içini donduran zemheri soğuklara gelmiştik. Cepheden cepheye yıllardır koşturup dururken geride bıraktığım karımın, oğlumun, annemin yüzlerini görmeyeli kaç bahar geçmişti. Köyden arada sırada gelen haberlerde olmasa asker olarak doğduğumu düşünecektim. İçimde katmer katmerdi sılaya hasret. Her seferinde tam eve dönme vakti geldi diye düşünürken terhis olamadan yeni bir cepheye doğru yola koyuluyorduk. Babamın öldüğünü, kardeşimin askere yazıldığını, köyde kadın, çocuk ve yaşlılardan başka kimselerin kalmadığını birliğe yeni katılan Hüseyin’den öğrendim. Hüseyin ile aynı köydeniz. Bu durum bir parça özlemimi hafifletiyor. Sabah hava aydınlamadan karargaha vardık, herkese bir çift çorap, yün çamaşır ve çizme dağıtıldı. Çizme büyük geliyor, ayaklarım içinden çıkacakmış gibi ama şikayet etmiyorum, sonradan birliğe katılanlara verilecek çarık bile yok. Kahvaltıda bir tas sıcak pekmez. Kokusu yıllar öncesi bir bahar gününe ait. Ağaçlardan hılalara silkelenen parmak parmak dutların, içlerinde oyun oynadığımız kazanlarda kaynatılmasını dört gözle beklediğimiz sıcak günler. Damlara taşınan şıraların sinilere serilmesinden sonra boşalan bakraçlara gizlice parmak çaldığımız, ninemin iplere geçirdiği cevizleri artan pekmeze bulayarak hazırladığı dam kirişlerine asılı cevizli sucuklar. Mahalleyi dolduran sıcak pekmez kokusu. Bu sıcaklık beni tüm gün idare eder. Arkamızda atların koşulduğu arabalarda üç top, onun arkasında cephane ve erzak yüklü katırlar, yoldayız. Kağnılar ikide bir bozuk yolda çamura saplanıyor. Olanca gücümüzle onları bataktan kurtarmaya çalışırken, üniformalarımız çamurdan alacalı bir renge bürünüyor. Vadide, şose yolun üzerinde ilerlerken, toynak ve kağnıların teker sesleri postal seslerine karışıyor. Burnum sızlıyor yine. Tazegül’üm, sümbül kokulum beni anıyor olmalı. Öyle anlaşmıştık. Onun gözü seğirirse ben onu anmış olacağım. Benim burnum sızlarsa o beni. Akşama doğru yolumuz üzerinde terk edilmiş bir köye geliyoruz. Yıkıntıya dönüşmüş damsız evlerde, samanların üzerine bırakıyorum bitkin bedenimi. Çorapları ve içlikleri kat kat giymeme rağmen halen içim titriyor. Hüseyin’le neredeyse kucak kucağa. Nefeslerimizden buharlar çıkıyor, soğuk buharlar. Gökyüzü, üzüm bağında dedemle geçirdiğimiz sıcak gecelerdeki gibi pırıl pırıl. Üzerimizi battaniye gibi kaplayan yıldızları seyrederek Hüseyin’le ne hayaller kurardık, bildik efsaneleri kaçıncı kez tekrarlayan dedemin anlattıklarını ilk kez dinliyormuş gibi, kimi kıkırdayarak kimi korkudan birbirimize sarılarak uyuya kalırdık, eminim o da yanımda aynı şeyleri düşünüyor. Hayaller, içimizi ısıtıyor. En sevdiğim tarhana çorbasının kokusu bir düş gibi burnuma doluyor. Çantamdan çıkardığım tasıma aşçı sıcak çorbayı dolduruyor, tarhana değil bu, yine un bulamacı. Olsun, evire çevire içime çekiyorum buğusunu, annemin tarhana çorbasını, evimi özlüyorum. Samanlar evimdeki yün yatağımdan bile daha yumuşak şimdi. Hareket ettikçe hışır hışır sesler, yine böyle zemheri bir kış günü evimizin hemen altındaki ahırda sabahladığımız o geceyi anımsatıyor. Sarı kızın doğum sancıları çektiği, geciken doğumla paniğe kapılan anneme yardıma gelen bitişik komşumuz Sarkis amca, karısı Annes teyzeyle, hep birlikte aylardır beklediğimiz sevimli bebeğimize kavuştuğumuz, mangal ateşi etrafında kimi uyuyup kimi uyanıp minik buzağıyı okşadığım o uzun geceyi. Gece yarısı kar başladı, gökyüzü, yıldızlar silindi. Kar yağışı, sabah göz gözü görmeyen tipiye bıraktı yerini. Şiddetli esen rüzgar iri kar tanelerini mermi gibi üzerimize saplıyor. Yeni yağan karın üzerinde yürümek güç. Attığım her adımda dizlerime kadar yumuşak kara saplanıyorum. Karın içinde kayboluyor ayaklarım. Çizmemin içi karla doldu, ağırlaştı artık ayaklarımı hissetmiyorum. Soğuktan dişlerim birbirine vuruyor, burnum sızlıyor, galiba donuyorum. Kar çakmak çakmak, gözlerimi sıkıca kapatıyorum yürürken. Üşümemek için birbirimize sıkıca sokulmuş saflar halinde ilerlemeye çalışıyoruz. Zaman zaman yoldan sapılan yerler, bu kez çamur yerine kara saplanan kağnılar itiliyor. Bata çıka biraz önce ufukta gördüğümüz dağın eteklerindeyiz. Kesilir gibi oluyor fırtına. Gün ışığı karla kaplı çam ağaçlarından yansıyor, zıplayarak kaçan birkaç yorgun tavşan tıpkı bizim gibi. Dinlenmek için mola verildiğinde bir ağacın gövdesine dayanıyorum, buradan aşağılara bakınca bir köye ait pire gibi görülen evlerin belli belirsiz karaltıları çarpıyor gözüme. Bir ev büyüyor. Yaşlı bir kadın pencerenin önünde, asker yolu gözlüyor. Bu benim annem. Gözleri buğulu. Ağlama güzel annem. Göz pınarlarım donuyor. Sırtımda ki çantanın içinde küçük bez kesede bir avuç kavrulmuş buğday, kuru bir peksimet, buğdayları çiğnemeden yutuyorum. Dişimin ağrısı dayanılmaz. Atların sıcacık nefesinde buharlaşıp kaybolmak istiyorum. Tipi dinecek gibi değil, akşam henüz hava kararmadan küçük bir korunun içinde çadırları kurmak için hazırlık yapılıyor. Bir ara hızı kesilir gibi olan kar yağışı, olanca şiddetiyle yeniden başlıyor. İri, arsız taneler çadırı dövüyor. Çadıra kurulan sobaya rağmen içerideki hava dışarıdakinden farklı değil. Bir tek yüzbaşımın kaputu var ama o da dişlerinin takırtısı çadırı kaplayan askerin sırtında. Yüzbaşım kuzeyden, Karadeniz’den gemiyle gelecek giyecek, erzak ve silah yardımından bahsediyor. Bir tas hoşaf ve bulgur pilavı akşamki tayınımız. Bu gece ay da bizi terk etti, gökyüzü zifiri karanlık. Rüzgarın ıslığı kurt ulumalarına karışıyor. Sesler gece boyunca atları da bizim gibi huzursuz ediyor. Hüseyin iyi ki buradasın. Çadırda yine sıcak anılar. Odun toplamaya gittiğimiz korulukta kurt seslerini duyunca köye doğru arkamıza bakmadan kaçtığımız, kurt seslerini taklit eden kirve oğullarının bizimle ertesi gün nasıl dalga geçtikleri, daha bir sürü şey. Çadırın içerisi çok kötü kokuyor ama kimin umurunda. Aylardır banyo yok, tıraş yok. Çavuş tabakasını çıkarmış tütün sarıyor. Sigaranın kokusu çadırın kokusunu bir nebze değiştiriyor. Gece boyu kafa derilerine yapışan bit sirkeleri ayıklanıyor, çıt çıt çıt, sesler sinir bozucu. Çadırın perdesi buz tutmuş, yer yer yırtılmış. Gece düşümde bir el üzerimi örtüyor. Üzerim tekrar açılıyor ve her seferinde o el battaniyeyi üzerime çekiyor. Sonra eli yakalıyor, öpüyor, öpüyorum. Elin sahibi annem mi, karım mı yoksa ninem mi? Bir yüzünü görebilsem. Tazegül’üm, üzüm gözlüm, kaysı tenlim, şeftali kokulum seni nasıl özledim bir bilsen, şimdi ne yapıyor acaba, ya oğlum canım oğlum okşamaya kıyamadığım, sevmeye doyamadığım kömür gözlüm, aslan oğlum, benim oğlum, Alim neredesin? Dişimin zonklaması dışarıdaki fırtınayı,soğuğu bastırıyor. Kalk borusu sabah olmadan çaldığında gözlerim, iyice kısılmış gaz lambasının titrek alevine takılı yeni yeni uykuya dalar gibi olmuşum. Zaten giysilerle gecelediğimizden toparlanmak zor değil. Yalnızca bir süre çadırın içinde sanki bir şeyler yapmamız gerekiyormuş gibi amaçsız sağa sola koşturup borazanın tiz sesi kesilene kadar sersem sepelek birbirimize çarpıp duruyoruz. Dışarı çıktığımızda gece boyu yağan karın içerisinde çadırların adeta gömülmüş olduğunu görüyoruz. Her yer bembeyaz. Çadırlar toplandı. Atlar arabalara koşuldu. Nereye gidiyoruz, nasıl? Yine yoldayız. Bugün kaçıncı gün oldu. Nereye gittiğimizi kimse bilmiyor. Yüzbaşım artık yardımdan bahsetmez oldu. Dağda karlara saplandık. Gökyüzünde umutsuzca yiyecek arayan kuşlar, ormanda kurtlar eşliğinde, zaman zaman fırtınaya dönüşen tipi tüm gücüyle aramızda. Gece kaskatı donmuş bulunan üç er gözümün önünden gitmiyor. Herkes huzursuz, umutsuz, gergin, endişeli. Buz gibi ayaz alnımı bıçak gibi çiziyor. Kar taneleri sertçe vuruyor yüzüme, sımsıkı kapalı gözlerime, böyle devam ederse herkes donacak, ayaklarım birbirine dolanıyor onları artık hissetmiyorum. Bu ıssızlıkta yitip gitmekten korkuyorum. Sürekli ilerlememiz isteniyor. Hüseyin olduğu yere çöküyor. Parçalanmış fotinin içinden görünen ayakları mı yoksa çorabı mı, mor mosmor. Atın üzerine alınıyor. Kaput gibi ata da yürüyemeyecek durumda olanlar biniyor. Burada sanki ölüme terk edildik. Birliğin önündeki komutan “dönmek yok” diyor. Nereye gidebiliriz ki, birlikten ayrılmak zaten ölüm demek. Herkesin tek bir amacı var. Bir an önce ne olacaksa olsun. Düşman her neredeysen ortaya çık ve bir an önce şu lanet olası savaş bitsin. Yeniden şiddetli bir tipi, bu kez yolumuzu tamamen kaybediyoruz. Elimizdeki haritanın, pusulanın bir faydası yok. Askerler hayaletler gibi ortadan kayboluyor. Savaşmaktan, kurşunlara hedef olmaktan, ölmekten korkmuyorum ama tıpkı diğerleri gibi ayakta duracak halim yok. Savaşmak istemiyorum. Tüfeği sırtımdan indirecek gücüm yok, komutan ilerleyin diyor, ilerlemeye çalışıyoruz. Uzakta koruluğun ötesinde birkaç köylü bizi görünce koşarak yanımıza geliyor. Dün akşam silah sesi duyduklarını söylüyorlar. Komşu bildiklerimiz bizi arkadan vurmuşlar, evleri, ocakları yıkmış, bacıları, anaları, bebekleri öldürmüş, ateşler içinde köyüm geliyor gözlerimin önüne. Onlar benim köyümü yakıp yıkmakla meşgul. Biz ise kuş uçmaz kervan geçmez bu dağlarda ne yapıyoruz. Düşman nerede? Asıl düşman komşumuzmuş. Ama yüzbaşım halen bu tarafa diye dağın ilerisini gösteriyor. Annem, Tazegül’üm, oğlum, Alim canım bebeğim. Evim yanıyor, gözlerim kararıyor, ayaklarımın altındaki yer gidip gidip geliyor. Biraz önce bembeyazdı her taraf. Oysa şimdi zifiri karanlık. Annem günlerce ateşler içinde baygın yatmıştın diyor. Vücudumun her tarafı benek benek kırmızı. Yatağımın etrafında bir telaş. Başımdaki allı morlu tülbentten gelen keskin sirke kokusu genzimi yakıyor. Köyümde ezan okunuyor. Müezzin minarenin şerefesinde. “Tanrı uludur” diyor. Annemin elleri gökyüzüne uzanmış. Dualarının mırıltısı kulağımda. Secdeden başını her kaldırışında annemle, küçük Alimle göz göze geliyoruz. Ben çocuk, Alim çocuk. Odanın içerisi sıcacık, kuzinede yanan odunların çıtırtısı ninni gibi. Yüklükten yatağın indirilmesini, dantelli çarşafların serilmesini bekliyorum sabırsızca. Alime yavruma bakıyorum onların arasına yatıp uyumak istiyorum. Yüzbaşı yüzüme vuruyor. Etraftaki sis perdesi yavaş yavaş siliniyor. Ayağa kalkmama yardım ediyor Hüseyin. Hüseyin daha iyi görünüyor şimdi. Komutanım sırtımdaki tüfek ağır bir külçe gibi, bedenim ise altında kurumuş bir yaprak. Dayanamıyorum artık. Sıtmaya tutulmuş gibi vücudum öyle titriyor. Yorgunum, bezginim evime gitmek istiyorum. Geri dönmek istiyorum. Onların bana ihtiyacı var. Yüzbaşı, merak etme diyor. Sarkis amca var ya izin verir mi olanlara, korur onları. Hüseyin’in indiği atın üzerindeyim. Issız, bakir dağların tepelerindeki daracık patikalar, top arabalarına artık geçit vermiyor. Komutan topçuların karargaha geri dönmesine karar veriyor. Arabalar geri dönüş için hazırlanırken ortalık top sesleriyle birden mahşer gününe dönüyor. Avcıların hücum borusu canavar gibi. Karşılıklı top atışları, barut dumanı kaplıyor her yanı. Göz gözü görmez oluyor. Top ve mermiler dolu gibi yağıyor üzerimize. Bir şarapnel düşüyor hemen beriye. Acı dolu uğultulu haykırışlara karışan at sesleri karlı dağlarda yankılanarak gökyüzüne yükseliyor. Dumanlar dağıldığında parçalanmış bedenlerden kırmızılıklar akıyor bembeyaz karların üzerine. Gökyüzünden dökülen et parçaları her bir tarafta. Ateş kesilmiş. Yaralı askerlerin çığlıkları arasında gözü dönmüş bir vaziyette bulunduğum yerden ileriye doğru şuursuzca koşuyorum. Bizimkiler karşı tarafın askerleriyle sarmaş dolaş haykırışlarda. Allah’ım neler oluyor, onların da başındaki kabalaklar tıpkı bizimki gibi. Haki renkli üniformaları bizimkine benziyor, herkes birbirine sarılmış. Ben de birine sarılıyorum, ağlıyorum. Hep beraber ağlıyoruz. Meğer düşman diye saatlerce karşılıklı ateş açtığımız askerler.. Yaşadığımız şok herkesin sinirlerini bozmuş durumda. Bu felaketin ne kadar sürdüğünü tahmin bile edemiyorum. Yaşadıklarımız bir kabus gibi, bu gerçek olamaz, bu bir felaket. Felaket. Yığınla cansız bedenler kaldı geride. Askerlerin yaralarından akan oluk oluk kan karın üzerinde hemen donuyor. Can çekişmekte olanlara koşuşturan sıhhiyecinin tek yapabildiği dehşetten sonuna kadar açılmış gözleri ve çeneleri kapatmak. Vurulmuş atların acı dolu kişnemelerini, yaralıların iniltileri bastırıyor. Aklım başıma geldiğinde yaşadığımı, yara almadan kurtulduğumu fark ediyorum, Hüseyin’e bakınıyorum, yok. Son nefesini vermekte olan birkaç asker Allah’a yalvarıyor. Komutan silahların toplanmasını emrediyor. Ellere sımsıkı yapışmış tüfekleri, donmuş parmaklardan söküp almak. Sonra kazdığımız hendeklere yan yana gömdük onları. Aralarında Hüseyin. Hava kararmaya yüz tutmuş. Gelen bir telgraf geceyi bulunduğumuz yerde geçirmemizi gerektiriyormuş. Ormanda. Bir köşede diğerleri gibi uyuyup kalmamak için sürekli koşturuyorum. Çenemden itibaren başıma doladığım, Tazegül’ümün hediyesi oyalı yazmanın uçlarını sıkıştırdıkça dişimin ağrısı da azalır gibi oluyor. Cephane ve silah sayımına yardım ediyorum. Topladığımız çamların dalları ıslak olduğu için ateş güçlü yanmıyor. Herkes öbek öbek ateş başlarında. Arkadaki orman, derin bir karanlık ve ölüm sessizliğinde. Geride kalan ağır yaralı askerlerin yardım isteyen haykırışları halen kulaklarımda. Yada sesleri buraya kadar geliyor, iniltilerini duyar gibi oluyorum. Allah’ım bizi affet. Son nefeslerinde yanlarında olamadığımız için, ellerini tutamadığımız, yardım edemediğimiz, onları kurda kuşa yem olarak öylece terk ettiğimiz için. Parçalanmış bedenler, acı çeken, yardım dilenen ıstırap dolu gözler, karın üzerindeki buzlaşmış kırmızı kristaller gözümün önünde. Hüseyin’in künyesi avucumu yakıyor, kor gibi. Ayaklarım şiş ve mor. Bir tek dinlenince ağrıyı hissediyorum, onun için sürekli oradan oraya üzerime vazife olmayan her işe koşturuyorum, bir an önce bu savaşın bitmesi için, çalışırsam her şey hallolacak yada bir şey düşünemez. Köyüme dönmek istiyorum artık, bitkinim, yorgunum. Toprağıma gitmek istiyorum. Toprağım, iyi de ben burada olmazsam o toprak nasıl benim olur. Toprağım diyebilir miyim o zaman? Benim burada olmam gerekiyor. Cephede. Ya bu insanı felç eden acımasız soğuklar, içeride sobanın yanında bile üşünürken bu havada ormanın içinde yaş çam dallarıyla ısınmaya çalışmak. Ormanın içerisindeki tek ses yanan dalların çıtırtısı. Islanan giysilerim sıcacık battaniye gibi sarmalıyor bedenimi. Göz kapaklarım ağırlaşıyor. Uyku öylesine tatlı bastırıyor ki. Burnum sızlıyor. Odunlardan çıkan alevlerin içinde annemin güleç yüzü. Kollarını bana doğru uzatmış. Alevler cezbedici, alevler sıcacık. Annemin kucaklarındayım. Köyün camisinin bulunduğu geniş meydanda nevruz ateşi yanıyor. Hüseyin çoktan sazını almış herkesi coşturmuş. Sarkis amcanın yanık, içli sesi köy meydanında yankılanıyor, ne tuhaf ölmüş babam da orda, Hüseyin de ölmemiş miydi, herkes türküye eşlik ediyor. Ateşin etrafında omuz omuza halay çekiyoruz. Tazegülümün dağlardan topladığı çiğdem ve kardelenler akşamdan hazırlanmış sofraları süslüyor. Alim annemin kucağında, askerdeki kardeşim halayın bir ucunda. Nevruz ateşi alev alev yanıyor. Baharın müjdeleyicisi alevler sonsuz bir mutluluğa davet ediyor. *** Uçaktan inip doğruca bizi bekleyen sıcak otobüslere bindik. Sarp dağların arasından uzanan yolu takip ederek kah otobüsle kah yürüyerek uzunca bir yolun sonunda anıtın bulunduğu yerdeyiz. Gökyüzüne uzanmış zafer sütunu hemen önümde yükseliyor. Üzerine şu sözler kazınmış. “Birinci Dünya Harbinde, 1914 Senesi Aralık Ayında Yapılan Meydan Muharebesinde Vatanları Uğruna Ölen Aziz Türk Şehitlerinin Yüksek Hatıraları İçin”. Gözlerim, yüreğim savaştan ve onlardan izler aradı yol boyu. Onlar oradaydı. Güneş tozlarının yer yer erittiği, öbek öbek serpiştirilmiş kar kümelerinin arasından kara toprağın içerisinden fışkırmış kardelenlerdi. Öyle güzel öyle muhteşem. Topraktan uzanan eller gibiydiler. Öpülesi, koklanası eller. Seksen dokuz yıl önce bu dağlarda donarak, savaşarak, hastalanarak memleketlerinden, sevdiklerinden yüzlerce kilometre uzakta ölen sesiz kahramanlar. Biri de benim büyük dedem. Büyük ninem Tazegül’ün yiğidi. Gözlerimden akan yaşlara hakim olamıyorum. Gözüm seğiriyor. Burnum sızlıyor. Dede bak ben geldim. Ben senin bebeğin Ali’nin torunuyum. Dede beni duyuyor musun?
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hülya, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |