Dünyada birbirinin eşi ne iki görüş vardır, ne iki saç kılı, ne de iki tohum. -Montaigne |
|
||||||||||
|
Yüreğimdeki kelimeler Tak-tak, tak-tak... Raylardan çıkan ses buna benzer bir şeydi. Uzun süredir sadece bu ses vardı kulaklarımda. Aklımda tek bir düşünce yok, sadece tak-tak, tak-tak sesinin yankılanması. Dışarıdaki manzaranın peşine takılmış gözlerim; önce bir ağaç, sonra bir parça gökyüzü, sonra yine bir ağaç, bir parça gökyüzü... Uzun aralıklarla kırmızı kiremit örtülü çatılarıyla köy evleri, gri binalarıyla şehirlerin dış mahalleleri, tarlalar, tepeler, ormanlar. Hiç birine yetişemiyorum, her biri sadece dokunup geçmişti. Tuhaf bir haldeydim. Kendimi kapatmış, susturmuş gibiyim. Garip bir sessizlik, sarhoşluk gibi kendimden geçiren. Hiç bir şey yapmak istemiyorum, düşünmek bile. Camın dışında yanımdan geçen dünyayı seyretmekten başka. Ağaçların, köylerin, şehirlerin, tepelerin, parçalanmış gökyüzünün yolculuğunu seyretmek dışında yapmak istediğim başka bir şey yok. Olduğum yere mıhlanmış gibiyim, kıpırtısız, derin, yalancı sessizliğin içinde. Kendimi kandırmak için düşünceleri duymaktan vazgeçtim. Camda yansıyan gölgeyi tanımaktan kaçıyorum çünkü bu kendimle yüzleşmek anlamında. Yüzümde göreceklerimden kaçıyorum. Tüm bunların farkında olmak, bile bile kendimi kandırmak olduğuna göre neden hala bunu yapmaktayım?.. Belki sorgulamak da hata, belki değil. Trenin tıkırtısı kulaklarımda durmadan tekrarlanan bir nakarat olmuştu. Yaklaşan her durağı haber veriyordu lokomotifin tiz düdüğü. Kompartımanda yalnızdım ve tren her durduğunda vagonlara yönelen yolculara bakarken içimden buraya kimsenin girmemesini diliyordum. Yalnız olmak zorundaydım, nedenini bilmesem de. Gittiğim yere tamamen yabancı değildim. Babamın işi dolayısıyla sık sık taşınmıştık, yıllarca. Çocukluğum sandıklar, paketlenmiş koliler, ayakları bezlerle sarılmış koltuk takımları, masa ve sandalyeler arasında geçti sayılır. O kadar sık oluyordu ki taşınmalarımız annem durmadan toplanmaktan pes edip sonunda her gittiğimiz yerde önce birkaç parça eşya alır giderken de ucuza satardık. Bu kasabada iki yıldan az oturmuştuk. İlk okulun dördüncü sınıfındaydım. Şimdi o yere dair hatırladığım pek bir şey yoktu, belki oturduğumuz sokaktan başka, o da hayal meyal. Tek katlı, arkada küçük bir bahçesi olan bir ev tutmuştu babam. Odamın penceresi o bahçeye bakıyordu. Uyuyamadığım yaz geceleri pencere pervazı kenarına oturup ayaklarımı dışarıya sarkıtır yıldızları seyrederdim. Hayaller kurardım, rengarenk hayaller. Bazen karanlık ürpertircesine koyulaşırdı, korkardım. Çabucak yatağıma girip örtüyü başımın üstüne kadar çekerdim. Oturma odası sokağa bakıyordu. Dışarıyı seyretmek hoşuma giderdi. Yüzümü cama yapıştırıp dışarıya bakardım. Yemek vakti defalarca seslenmek zorunda kalırdı annem, duymazdım dalgınlığımda. Kim bilir, belki ta o zamanlar biriktirirdim daha sonra yazacaklarımı. Belki de onları önce çocuk yüreğime yazmalıydım. "Ne kadar uzakta kaldı o yıllar", diye içimden geçirdim. Ne şaşırdım ne de iç çektim. Özlediğim bir şey yoktu çünkü. Bazen özlemeyi bilmediğimden şüphe duyardım, bir an için, kısa bir an. Sonra, düşünmeyi bırakırdım. Birkaç gün öncesi geldi aklıma, aniden bu yolculuğa karar verdiğim gün. Uzun hazırlıklar yapmadan yeni hiç bir şeye kalkışmazdım oysa. Önce kafamda hazırlanmalı, karar almalıydım. İnce ince düşünüp taşınmalıydım ancak ondan sonra ne yapacağıma karar verirdim. Bu sefer böyle olmamıştı, apar topar bavulumu toplayıp istasyona gittim ve çocukluğumun bir sayfasına yazılmış bu kasabanın adını hatırlayıp bilet aldım. Bu şekilde davranmama sebep olan neydi?.. Son kitabım çıkalı bir yıldan fazla olmuştu ve ben bir kaç kısa denemeden başka bir şeyler yazamamıştım. İlk defa değildi bu halim. Bazen günlerce tek bir cümleyi tekrar tekrar yazıyordum. Anlayamadığım sancılı bekleyişlerle geçip giderdi günlerim, gecelerim. Bir türlü odaklanamıyordum veya bir türlü yakalayamıyordum kelimeleri. Gecenin bir yarısı nispet yaparmışçasına içimde tıkır tıkır yazılmaya başlardı muhteşem hikayeler. Cümleleri ard arda beynimden geçerlerken okuyordum ve yattığım yerden fırlayıp yazacakken onları bedenime söz geçiremeden uykuya dalardım. Sabah uyanıp rüyalarımı hatırlamaya razı olurdum, yine olmuyordu... Yazdığım zamanlar ise ne günün ne gecenin farkında değildim. Zaman başımı döndüren bir hızla geçerdi, şaşırırdım. Tatlı bir yorgunluk bedenimi yatağa götürüp bırakırdı ve ben onu yaşamaktan haz duyardım. Esrar tutkunluğu gibi bir haz, bir daha, bir daha yaşanmak istenen. İşte şimdi, bir sancılı bekleyişin ucunda tutkunluğumda tekrar kavruluyordum. Uzun bir sessizliği yırtmak için birikiyordu kelimeler ve ben onları taşıyamayacak kadar yorgundum. Gitmeliydim, yaşayacaklarımı yaşamak için. Küçük, eski istasyon binasının kapısı önünde trenin hareket etmesini bekledim. Birden kendimi çaresiz, olduğumdan daha da yalnız hissettim. Bir yere ait olmadığım, hiç kimsenin beni beklemediği geçti aklımdan. Bu düşünce ince bir sızı olup kalbimi sıkıştırdı. Eğilip bavulu aldım ve içeriye girdim. Bilet gişesinde oturan yaşlı adamdan başka yolcu salonunda birkaç kişi daha vardı. İstasyon binasının diğer tarafına açılan kapıdan çıkarken yakınlarda bir taksi görebilirim umuduyla bakındım. İçeriden birisinin seslendiğini duydum: "Bayım, araba lazım mı?" Orta yaşlı, üzerinde rengi solmuş siyah bir mont olan bir erkekti seslenen. Başımı evet anlamında salladım. Dışarıya çıktığımızda biraz ileride duran eski arabayı işaret etti. Bavulumu bagaja değil de arka koltuğun üzerine bıraktı. Ne adres vardı aklımda ne de yolu tarif edebilirdim. Belki biraz dolaşırsak hatırlarım diye düşündüm. "Kalabilecek bir yer biliyor musunuz? Otel gibi..." diye sordum. "Bir kaç yer var ama en iyisi kasabanın diğer tarafında" dedi ve devam etti. "Merkezde mi kalmak istersiniz, yani kasaba meydanının orada? Doğrusunu isterseniz orası biraz, nasıl desem..." Adam, hakkımda karar verir gibi bakışlarıyla beni yukarıdan aşağıya süzdü: "...biraz size göre olmayabilir." Arabanın motorundan öksürük benzeri sesler çıkmıştı ama yine de çalıştı. Adam konuşmaya devam etti: "Kasabanın diğer tarafındaki otel yeni sayılır, düzgün bir yer." Ne demeye çalıştığını anlamıştım ve doğrusu o merkezde dediği yerde kalmak isterdim. Yine de diğerini seçecektim. "Önce biraz dolaşalım". Kaldığımız evin bulunduğu sokağı hatırlamaya çalıştım. Çıkmaz bir sokaktı. Uzun ve ıssızdı. Belki ıssız değildi ama hatırladığım buydu. Her iki yanında bahçeli evler vardı. Evlerin kimi bahçenin en ucunda ağaçların ardında saklanmıştı, kimileri de hemen kaldırım kenarındaydı. Galiba şu yanından geçmekte olduğumuz büyük eski binanın arkasında bir yerdeydi aradığım sokak. Tanıdık gelmiş gibiydi. "Nasılsa bol bol dolaşırım" diye düşündüm. Otele gelmiştik. Odama yerleştiğimde yatağın kenarına ilişip etrafıma bakındım. "Benim burada ne işim var?.." Otel ile kasaba arasındaki kısa mesafeyi yürümeyi tercih ediyordum. Bunu yapmak hoşuma gitmişti. Yol boyunca aklımdan geçen düşünceleri sıraya koymaya çalışırken kendim hakkında bazı şeylerin farkına varıyordum. Mesela, yazmaktan başka bir şey düşünmediğimi, hatta sadece bunu düşündüğümü. En son ne zaman kahkahalarla güldüğümü hatırlamadığımı fark ettim. İnsanları yazdığımı ve belki de bunu yaparken çok başarılı olduğumu ama onları yeterince tanımadığımı keşfettim. Yüzlerine bakmadığımı, içlerindeki gerçekleri göremediğimi, sadece tahmin ettiğimi anladım. Kendimde adını koymaktan kaçtığım bir eksikliği fark ettim. Yüreğimi duymaktan kaçtığımı ve bu yüzden içimi acıttığımı kabul ettim... Bütün bunları otel ile kasaba arasındaki uzun olmayan mesafeyi yürümeye borçlu olmadığımı biliyordum; olan bir şeyler vardı. Bir de bildiğim bir şey daha vardı, buraya gelmek nasıl ani bir karar olduğu ise, gitmek de öyle olacaktı. Yaşadıklarımın tümü sadece benimle ilgiliydi; ne bu yer ne başka bir zaman ile. O çıkmaz sokağa beni götüren unutulmaz bir anı yoktu ama bir şeyler yüzünden oraya gitmeliydim. Bunun sebebini bulurum umuduyla saatlerce dolaşıyordum kasaba sokaklarında. Sokağın başına geldiğimde gözümde canlandırmaya çalıştım eski halini. Değişmişti az da olsa. Köşedeki binayı hatırlayamadım. İleride bir yerde iki katlı kagir bir ev olmalıydı. Çatıdaki küçük pencere dikkatimi çekmişti bir zamanlar. Gemi kamarasının penceresi gibiydi. Bazı akşamlar, misafirlikten döndüğümüz geç saatlerde pencerenin ardından gelen solgun sarı ışığı görüyordum. Orada kimin oturduğunu bilmiyordum, merak da etmemiştim. Yatağıma girdiğimde kendimi götürüyordum o gizemli eve ve birden dalgaların arasından gemisini yüzdürmeye çalışan bir denizci olurdum. Hala yerindeydi ev. Bir müddet, yıllar öncesine dönmüş gibi oldum. Bahçe duvarına yaslandım, eskisi gibi. İki yanıma bakındım ve yukarıya, çatıdaki pencereye baktım. Camların üzerinde, belli ki yıllardır temizlenmemişler, tozdan gri bir tabaka oluşmuştu. Bahçelerden birinden gelen sesler ile irkilmiştim; yürümeye devam ettim. İki yana bakınarak yavaş yavaş ilerliyordum. Oturduğumuz ev çıkmaz sokağın sonunda sayılırdı. Az ötemizde hayal meyal hatırladığım üç katlı büyük bir ev bulunuyordu. Sanırım kalabalık bir aile oturmaktaydı orada, çünkü sürekli gelenler gidenler olurdu. Bir yandan geçmişteki sokağı hatırlıyordum, diğer yandan da şimdiki haline bakıyordum. Çok fazla değişmemişti buraları, bazı evler biraz daha harap olmuşlardı, bazıları ise bir şekilde neredeyse aynı kalmayı başarmışlardı. Yine sakin, yine ıssız sayılacak kadar sessiz ve tozluydu kaldırım. Ağaçlardan dökülen yapraklar hafifçe uçuştular rüzgardan. Bahçe kapısının yanıbaşındaki çöp kovasından fırlayan kedi telaşlı telaşlı bakınarak duvardaki bir dehlizde kayboldu. Ardından bir köpek havlaması duyuldu. Sonbahar akşamı serin serin yaklaşıyordu. Ceketimin yakasını hafifçe kaldırıp karşıdaki eski eve baktım. Hatırladığım gibiydi, sadece biraz çökmüş, küçülmüştü. Oturma odasının camı hafif aralıktı, tatlı bir müzik sesi duyar gibi oldum. Yanılmış olmalıydım çünkü ortalık oldukça sessizdi. Biraz geriye çekildim. Böyle bir sokakta durup bir eve bakmak hem dikkat çeker hem de rahatsız edici olurdu. Ne kadar ıssız görünse de belli olmazdı... Hava iyice soğumaya başlamıştı, otele dönmeye karar verdim. "İşte geldim, ne oldu?" diye söylendim ama bir yandan da "Hadi, hadii, hoşuna gitti, kabul et" diye içimden geçirdim. Evet, hoşuma gitmişti, buna da belli bir sebep aramıyordum, sadece hoşuma gittiğini hissetmiştim. Buraya tekrar gelir miydim? Şimdiden bir cevabım yoktu. Caddeye çıktığımda yanımdan geçen bir taksiyi çevirdim. Kasabada dolaşmaktan zevk alıyordum. Otelde fazla zaman geçirmek istemiyordum. Mecburi nezaket, yapmacık davranışlar görmek, meraklarını tatmin etmek isteyen, hali vakti yerinde, canları sıkılan otel sakinleriyle yüz yüze kalmak istemiyordum. Böyle bir hayatın yaşandığı bir yerden gelip tekrar aynı şeyleri yaşamak dayanılmaz olurdu. Aslında bu konuda pek de kafa yormadığımı düşündüm. E, peki şimdi niye?.. Bir biçimde kendimi bastırmaktan vazgeçtiğimi fark ediyordum. Bastırmak mı, seçici olmamak mı, her neyse, geçip gitmek üzereydi. İnsanların tercihleri, davranışları, yaptıkları beni hiç mi hiç rahatsız etmemişti. Ya öyle ya da bunlardan rahatsız olacak kadar etrafımda olanlara bakmamış ve dikkate almamışım. Bu belki de dikkate alacak kadar aralarına karışmamış olmamdan kaynaklanıyordu. Şu günler davranışlarımı keskin çizgiler içerisinde buluyordum. Gerçekten içimden geldiği gibi davranmak arzusuna karşı koymuyordum. Beni durduracak bahaneler aramadan en kestirme yoldan gitmeyi seçmek meğer ne kadar kolay ve hafifletici!.. Canım çekti diye küçük şirin börekçide kahvaltı etmek, üstelik hijyenik koşulları düşünmeden bunu yapmak. Köşedeki çay ocağı önündeki iskemlelerden birine oturup çayımı yudumlarken müdavimleri arasında oynanan tavla partilerini izlemek. Bunlar hiç yapmadığım şeyler değildi elbette ama nedense bu defa her şey çok farklıydı. Çarşıda dolaşırken ilgimi çeken küçük dükkanlar olmuştu. Bazen uzun uzun bakınarak dolaşıyor her camekanın önünde biraz da olsa oyalanırdım. Bazen ise oturacak bir yeri gözüme kestirip ya günlük gazeteleri karıştırırdım veya kısa notlar düşerdim defterime. Sonbahar kararsız dönekliğinde savruluyor, kah kemiklerime kadar işleyen rutubetli serinliği, kah yazdan kalan sıcak dalgalarıyla yapacaklarımı kendine uyduruyordu. Küçük dükkanların birinde yaşlı bir adam dikkatimi çekmişti. Camekanın hemen yanına yanaştırılmış masanın üstünde aletler ve çeşitli boyutlarda tahta parçaları vardı. Duvara asılmış küçük biblolar, tablo çerçeveleri, oymalı çay tepsileri, tahta kaşıklıklar, baharat rafları görünüyordu. Dükkanın önünde teneke kutular içerisine dikilmiş boy boy sardunyalar vardı. Bir iki kez durakladım dükkanın önünde, adamın elindeki tahtayı ustaca yontmasına takıldı gözlerim. Yüzünde, bembeyaz saçlarına ve sakalına rağmen tek bir çizgi yoktu oysa ellerindeki damarlar kabarmış, derisi oldukça incelip kağıt gibi kırışmıştı. O kadar dalmıştı yaptığı işe ki beni fark etmemişti, onu rahatsız etmemek için uzaklaştım. Hava güzel, güneş ışınları hala sıcak ve rüzgarın ılık olduğu günler köşedeki çay ocağı önünde oturur etrafı seyrederdim. Dükkanı rahatça görebiliyordum. Bir gün ufak tefek, zayıf bir kadını gördüm. Sırtı dönük olduğundan yüzünü göremesem de giyimi ve yürüyüşü yaşını belli etmişti, yaşlı adamın eşi olmalıydı. Kadın girdiği dükkandan elinde bir su şişesiyle çıktı ve camekanın altındaki sardunyaları sulamaya başladı. Çiçeklere dikkatle dokunuyor, solmuş yaprakları tek tek koparıp avcunda topluyordu. İşi bittiğinde teneke kutuları düzeltip yine içeriye girdi. İçimi çektiren neydi, sıkıntıyla etrafıma bakındım. Sakin, kendi halinde bir gün geçmekteydi yine. Burası fazla kalabalık olmazdı. Akşam üzerileri mesaisi biten memurlar uğrayıp biraz otururlardı veya civar köylerden herhangi bir sebepten dolayı günübirlik gelenler olurdu. Çay ile birlikte yandaki pideciden sipariş verip karnını doyuranlar, koşturmaktan nefes nefese kalan çocuklarını biraz olsun oturtmak için ısmarlanan gazoz ve simit, dondurma da bulunurdu. Çeşit çeşit simalar, istemeden da olsa tanık olduğum konuşmalar, benim için değişik ve eğlenceli hal almışlardı. Otel odasına döndüğümde defterimdeki kısa notları tek tek okurken her şey tekrar gözlerimin önünde canlanırdı. "Ne kadar çok ayrıntı var" diye düşünürdüm ve bu ayrıntıların her birinin önemli ve bir bütünün vazgeçilmez parçaları olduklarını. "Davranışlara yüklenen hisler, bunları anlatabilmem için doğru anlayabilmem gerekir..." diye aklımdan geçiriyordum. Gecenin geç saatlerine kadar notlarımı okurken o an düşündüklerimi karalarken, henüz kendimden bir adım öteye gidemediğimin farkına varmaktaydım. Yeni bir şeyler yoktu; insanlar vardı, her yerde, her zamanda oldukları gibi ve sorgulamalarım vardı. "Korkarım bundan önceki tekdüzeliği yaşamaya başlayabilirim..." der demez fırladım yataktan. Bu da neydi? Demek kaçtığım buydu, demek beni buralara getiren buydu ve bu kadar basit olması dayanılmazdı. Kabul edilemezdi... Ertesi sabah hiç yapmadığım bir şeyi yaparak otelde kahvaltı etmek için restorana indim. Düşündüğüm kadar bunaltıcı olmadı orada geçen bir saat. Genç iki çift şakalaşarak kahvaltı etmekteydiler. Koyu renkli takım elbise giymiş, boynunu gizleyen koyu mavi bir fuları olan yaşlı bir bey gazete okuyordu. Beni gördüğünde selam vermek için hafifçe başını eğdi. Sanırım odası benimkinin yanındaydı, bir iki kez koridorda karşılaştığımızı hatırladım. Aynı şekilde cevap verip kahvaltıma döndüm. Dışarıya çıkmadan önce resepsiyona uğrayıp postaya verilmesi için birkaç mektup bıraktım. Yayıncım meraktan çıldırmış olmalıydı, böyle habersiz çekip gitmek onu en sinirlendiren şeydi. Bir de ödenmesi gereken faturaları takip etmesi için kız kardeşime yazmıştım. Bugün hava gerçekten çok güzeldi. Havada enfes bir tazelik kokusu algıladım. Ciğerlerimi doldurup yavaşça nefes verdim; "gel bakalım hayat, üstüme üstüme gel bakalım" diye fısıldadım. Biraz dolaştıktan sonra kendimi yaşlı adamın dükkanı önünde buldum. Küçük evler yapmıştı incecik çubuklardan. Yosundan bahçeleri, içlerinde ince zincire asılmış minik kovaları olan kuyuları vardı. Hayranlıkla bakarken adamın gülümsediğini ve eliyle içeriye davet ettiğini gördüm. "Buyurun, buyurun" diye seslenmişti. İçeriye girip etrafıma bakındım; raflar bu gibi küçük ağaç yontması işler ile doluydu. Elimle dokunmak için uzandım, hepsi ayrı bir güzeldi. Şahlanan atlar ve yavruları, kavalını çalan çoban ve köpeği, çeşitli büyüklükte kutular ve onlarcası daha. Hepsinde bir ışıltı bir can parçası varmışçasına sımsıcak geliyordu bana. Yaşlı adamın yüzündeki gülümseme hiç gitmiyormuş gibiydi. Yüz hatları düzgün ve ifadesi inanılmaz huzur vericiydi. O an ellerine sarılıp öpesim gelmişti. Çalıştığı tezgahın yanındaki tabureyi işaret edip "Buyurun, oturun" dedi. Sonra ardına dönüp göremediğim bir kimseye seslendi: "Behiye, o güzel ellerinle bize çay yapar mısın? Beyefendiye çöreklerinden de ikram edelim, ha?.." Arkaya dönüp daha önce fark etmediğim bir perdeyi gördüm; dükkan ikiye bölünmüş olmalıydı. "Benim adım Kemal. Buralarda Kemal usta derler; hoş geldiniz kasabamıza." Ses tonu kadifemsi yumuşaklıkta, derinden ve etkileyen. Saçları pamuk beyazlığında, sakalı ise bakımlı, düzgün kesilmiş. Oturduğum yerden bakınırken Kemal ustanın diğer yanındaki dolabın yanındaki geniş sepete takıldı bakışlarım. Rengarenk yün iplik yumaklarıyla doluydu. "Hoş buldum" diye cevap vererek elimi uzattım: "Ben Selçuk, memnun oldum Kemal usta" Dizlerine düşen önlüğüne elini iyice sildi. "Ne kadar güzel şeyler yapıyorsunuz, itiraf etmeliyim, gözümü alamıyorum" diye devam ettim. "Estağfurullah, Selçuk bey oğlum, elimizden gelenleri yapıyoruz..." Arkamdan yaklaştıklarını duyduğum ayak seslerine doğru döndüm. Bir gün gördüğüm kadındı gelen; ellerindeki tepside ince belli bardaklarda dumanı tüten çay ve bir tabak ballı çörek. O çörekleri tanıdım çünkü anneannemin yaptıklarını hatırlamıştım. Fırından alır almaz üzerilerine bal sürerdi, bu yüzden kabukları parlak, kıtır kıtır ve tatlı olurdu. Kemal ustanın yüzü aydınlandı, "Bana bu güzel dediklerini yaptıran işte, oğlum, Behiyem..." Ayağa kalkmak için hamle etmişken yaşlı kadın bir eliyle tepsiyi masaya bırakıp diğeriyle omzuma hafifçe dokundu: "Hoş geldiniz, buyurun oturun evladım; sıcak sıcak yiyin, afiyet olsun" diyerek yine sırtımı sıvazlayarak biraz geriye çekildi. Usta ona dönerek: "Hanım, Selçuk bey oğlumuzu bir akşam yemeğe alabiliriz değil mi? Hoş gelmiş, iyi olmuş da gelmiş diye, ne dersin?" Bu emrivakiyle şaşırdım desem yeriydi ama her nedense ne itiraz ettim ne de yanlış buldum. Konuşulmadan anlaşılanlar, anlatılanlar demek böyle olurmuş, diye geçirdim içimden. Kendimi çok iyi hissettiğimden olsa gerek, çay da, dayanamayıp birkaç tanesini yediğim çörekler de bana çok lezzetli gelmişlerdi. Bir müddet sessiz oturduk. Bu sessizlik hiç de rahatsız edici değildi. Usta elindeki tahta parçasını yavaş yavaş, dikkatle oymaya başlamıştı. Behiye teyze ise içeriye çekilmişti. Tam kalksam mı diye düşünürken usta yandaki raftan bir şey alıp bana uzattı. Avcu üzerinde işlemeli küçük, ahşap bir kutu vardı. Kapağı üstünde beyaz bir kuş silueti vardı. Uzun kanatlarını açmış bilinmeyen yerlere doğru uçmaktaydı. Bu figür öyle yakışmıştı ki, sanki kutunun yapıldığı ağacın üzerinde zaten varmış gibiydi. "Al Selçuk bey oğlum" yaşlı adam, elime kutuyu bıraktı ve "hadi aç kapağını" dedi. Kutunun içi boştu, hiçbir şey anlayamadan bakıyordum. Yaşlı adam gözlerimin içine bakarak konuşmaya devam etti: "Bu kutuyu yıllar önce yapmıştım. Bir gece kan ter içinde fırladım yatağımdan. Bir müddet öylece yattım ama bir türlü geçmemişti göğsümdeki ağrı. Behiye uyanmasın diye sessizce indim işliğe ve kendimi ellerime bıraktım. Sabah olduğunda bu küçük kutuyu buldum aralarında. Yüreğim kanatlanmıştı sanki o an. Kendimi bu kuş gibi hafif, bambaşka hissetmiştim. O zamandan bu yana dükkanda sahibini bekliyor. Onu almak isteyen oldu, satmadım, satamadım. Yapmak istediğimde biri seslendi içimde, bekle, dedi ben de bekledim". Derin bir nefes aldı Kemal usta: "Sahibini nasıl tanırım diye düşünmedim değil, yine de bir bildiği vardır bana bunu yaptıranın dedim ve beklemeye devam ettim". Yaşlı adam başını eğdi. Ellerini yorgun birer kuş kanadı gibi dizlerine bıraktı. Uzun bir sessizlik oldu. Bir şeyler söylemek istiyordum ama ne söyleyeceğimi bilemiyordum. O an dudaklarımın arasından çıkacak her kelime yanlış olacaktı. Usta yavaşça bana doğru döndü ve omzuma hafifçe dokundu. "Sen olduğunu hissettim. Sorsan da bunun nasıl olduğunu anlatamam; hah, şurada, göğsümün içinde ateşten bir ırmak akıp geçti ve sen olduğunu anladım..." Sağ elinin parmaklarıyla kutuyu tutan avcumu kavradı: "Yüreğinle baktığında gözlerin sana yolunu gösterecek evladım. O küçük kutunun içinde benzersiz bir hazine bulabilirsin ya da ömrünce arar durursun..." Kısa bir an göz göze kaldık. Yaşlı adamın masmavi gözleri küçük bir çocuğun gözleri gibi duru ve parlaktı. Gülümsedi ve yine sırtımı hafifçe sıvazladı: "Hoş geldin Selçuk bey, oğlum, hoş geldin..." Yürümek istemiştim. Meydanı geçerken hala olanların etkisinde dizlerimin dermansızlığını duyuyordum. Birkaç saat içinde yaşadıklarım hakkında ne düşüneceğimi bilemiyordum. Hem çok sade, yalın, hem inanılmaz, şaşırtıcı ve olağanüstü güzeldi her şey. Zamanın içinden yürüyüp geçtiğimi düşündüm. Elimi ceketimin cebi üzerinde gezdirdim, Kemal ustanın armağanı içindeydi. Birden hatırladım; oturduğumuz sokaktaki ev geldi gözümün önüne. Eskiden, bahçe kapısının yan tarafında, duvara monte edilmiş el yapımı bir posta kutusu vardı. Üstünde aynı kuş siluetiyle. Bazı günler okul dönüşü duvara çıkıp otururdum. Tavan arasındaki çerçevesi mavi boyalı yuvarlak pencereye bakıp hayaller kurardım. Bahçenin ortasındaki ağacın dallarından eski salıncak ipleri sarkmış olduğunu görmüş ve bu evde bir çocuğun yaşayıp yaşamadığını merak etmiştim. Bir gün yine duvarın üzerine oturup ayaklarımı içeriye sarkıttığımda sırtıma dokunan bir el ile ürperdim. Omzumdaki okul çantasını fırlatıp ardıma bakmadan koştum. Neden bu kadar korktuğumu bilmiyordum ama eve, odama girdiğimde nefes nefese kalmıştım. Belki çocukların anlattıkları hikayeler yüzünden, belki de o evin ıssızlığından. Annemin tüm ısrarına rağmen akşama kadar odamdan çıkmamıştım. Çantamı nasıl bulup geri alacağımı düşünürken babamın bana seslendiğini duydum: "Selçuk, bu çantanın merdivenlerde ne işi var oğlum?".. Kasaba ile otel arasındaki mesafe boyunca yüreğimin atışlarını kulaklarımda duyarak yürüyordum. "Belki o posta kutusu düşmüş olabilir veya yağmurlardan çürüyüp gitti?.. Belki o evde oturan Kemal ustaydı ve çantayı kapı eşiğinde bırakan da..." Akşam iyice yaklaşmıştı. Güneşin bir ucu ilerideki tepelerin ardına saklanmıştı. Ateşten bir top gibi yavaşça yuvarlanıyordu boşlukta. Birazdan onun muhteşem kızıllığı bulutlara yansıyacaktı. Yolun kenarında durup dikkatle cebimdeki kutuyu çıkardım. Kapağını açtığımda mavi ile kırmızının rengarenk tonlarına bulanmış gökyüzüyle karşılaştım. Başımı yukarıya kaldırdım sonra tekrar kutunun içine baktım; dibinde ve duvarlarında daha önce fark etmediğim aynalı camlar vardı. Işıl ışıl parlamaktaydı içi. Yüzüme yaklaştırdım. Gözlerime yansıyan ışıklarda geçmişten bana bakan küçük bir çocuğu gördüm. Bir sağa bir sola eğip salladım küçük kutuyu; sıcaklığından bir parça alıp saklamak istercesine ona doğru tuttuğumda Güneş ufkun görünmez boşluğunda kayboldu. Tekrar baktım. Yılların yorgunluğu çizilmiş yüzümü ve gözlerimde gülümseyen küçük çocuğu gördüm. Kapağı dikkatle kapattım. Üstündeki kuş silueti üzerinde parmaklarımı gezdirirken gözlerimi kapatıp uçabilmeyi diledim. Zamanı aşabilmeyi diledim. Geçmişten geleceğe, içimin en derinlerine ve benden uzağa gidip tekrar dönebilmeyi diledim. Her hissi, yüreğimin çarpıntısıyla, her nefesimle dolu dolu, renk renk, nota nota, sıcacık yaşamayı diledim. Adımlarım gittikçe hızlanıyordu. Yaşlı dostumun dediklerini anımsadım: "Yaşadığın her an yaşanmakta ve yaşanacak olan mucizelerle dolu, yeter ki fakında ol. Bu küçük kutunun içine bir dünya sığdırabilirsin ya da sen bir koskoca dünyaya sığamayabilirsin. Kendinden uzaklarda rehberin yüreğinse geriye döneceğinden emin ol. Sen, seni bıraktığın yerde bulduğunda yüreğindeki cennet bahçesini keşfetmiş olursun. İçinde özlemin, sevgin ve tek gerçeğin Aşkın seni beklediğini görürsün... Zaman ne ki? Baş döndüren bir tekerrür; yıldızlı bir gece, güneşli bir gün. Zamanın içinde hayat ne ki; yeni doğmuş bir bebenin ağlayışı, bir ana feryadı, bir gülümseyiş, bir veda... Hayat, bir mum alevi gibi; esintilerin titrettiği, karanlıkların aydınlandığı, elimizi yakacak kadar sıcak. Lakin, Selçuk, oğlum, Hayat mum alevi değil; ellerine teslim edilen özgürlüğün ve saadetindir, gerisi sana kalmış..." Ayaklarımın altından geçen yol değil yeryüzüne yazılmış bir kitabın satırlarıydı. Her biri kendi gerçeğini haykıran kelimeler dökülüp saçılmıştı sanki her yere. Beynimin içinden gözlerime, gözlerimden yüzüme, yüzümden dudaklarıma, ellerime gözyaşı olup akan kelimeler. Ne bir sır verilmişti bana, ne de doğaüstü bir güç ama içimdeki çocuğun yapamayacağı hiç bir şey olmadığını hissettim. Özgürlüğümün içinde kendimi hapsettiğimi görüyordum ve "işte ifadesizliğim" diye hayretle çığlıklar atıyordum. Tarifsiz farklılığın resmedilemez, çizilemez, anlatılamaz hafifliğini hissediyordum. Kendimi yaşayabilir, kendimle savaşabilir, yenebilir veya yenilebilirim kendime ama kaybedemem, kaybetmemeliyim. Resmedemediklerim, anlatamadıklarım, yazamadıklarımın tümü bende, yüreğimde, bütünümde... Ve ben yüreğimi yaşamaya karar verdim bu gece. Her rengini ayrı ayrı; nota nota, nefes nefese... Kendimden uzaklarda değil, bizzat kendim ile... İstanbul/2004
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © R. Eylül Aktaş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |