Bilen sever. -Leonardo da Vinci |
|
||||||||||
|
Yaz gelecek. Güneşli günler. Bunalıp, “Off bu ne sıcak” diyeceğimiz günler. Sıcaklar bastıracak. Şimdi inceden inceye serin hatta kışa tamamen yüzünü dönmüş bir hava var diyebilirim. Sokakların binbir kokusu var. Yağmurun toprağa kavuşma kokusu, insanların terle karışık kokuları, kış boyunca ıslanmış evlerin güneşle buluştuğu anda çevreye yaydıkları rutubet kokusu yeni yeni duyuluyor. Bir yaz daha gelecek işte. Gri bulutlar güneşe razı gelmeye başladılar bile… Yaz gelecek. Bomboş bir öğle vakti. İşe gitmese de olur. Ardarda mail listesinde biriken mesajlar, bugünde evden idare edebilir.Beyoğlu’na uğrayabilir. Orada halledilmesi gereken bir iki iş var. Cihangir’de çalışıyor. Yüksek, eski bir binanın en üst katında. Burayı kendi elleri ile adam etti. Yapının çevresinde geniş bir açıklık var. Bahçesi geniş toprakla örtülü.Birbirinden güzel ağaçlar var. Ağaçları seviyor. Sırf onların hatırına bugün ofise uğranılabilirdi; ama ayakları ne yazık ki daha nemli asfaltla buluşmadan geri geri gidiyor. Öğle ışıkları odanın tam orta yerine yerleşmiş olmasına rağmen halen yatağa paralel konumda sabit bir şekilde durmasının ofisini sevmemesi ile de alakası yok. Ofisini seviyor. Orayı harabe halinden, güzel sevimli yaşanabilir hale getirdi. Ofisin bulunduğu bina o sokaktaki diğer binalarla boy ölçüşemiyecek güzellikte… Yorgun ama güzel bir görüntü...Evet, evet bugün o güzel binayı görmek içinden gelmiyor. Güneş odaya bir beş dakika içerisinde daha da dik gelmeye başlayacak ve o zaten paralel konumundan uzaklaşıp bilgisayarı başındaki yerini çoktan almış olacak. Güne başlarken, sıcak koca bir kupa koyu bir kahve ve akşamdan kalan bir iki sigara… Gece bu kadar çok sigarayı tüketmiş olmasaydı. Belki de bugün bütün gün dışarıya adımın atması gerekmezdi. Güneşi o kadar da sevmiyor. Kim her sabah çıkmak istemediği yataktan onu zorla sürükleyen birini sevebilir ki… Güneş bir anne ya da bir sevgili kadar sıcak ve aydınlık olsa da aynı yeri tutuyor olamaz. Evet bugün Beyoğlu’na gidebilir. Beyoğlu’nun dar sokaklarını, eski rum evlerini, ara sokaklarda saklanmış duran incir ağaçları ile karşılaşmayı, adım başı tanıdık bir yüze rastlamayı, çiçek pasajındaki kokoreç – midye kokularını, birahanelerin efesli rutubet havasını seviyor. Birde günler geceye, geceler güne karışmasaydı. Çok sevdiği Beyoğlu’nu görme gücünü bile kendinde bulamıyor. Beyoğlu’na gitmişken ofise de uğranabilir. Ama canı istemiyor. Bütün gün aylaklık yapmak tercih edilebilir. Şöyle çeyrek geçe vapuruna binse, bir simit alsa ve birde şöyle kan kırmızısından bir bardak çay. Çayın kokusu burnuna kadar gelse de kalkacak hali yok. Bu gün kesin olan birşey var ise o da evden çıkmak istemediği. Uzun süredir bir isteksizlik çullanmış üstüne, ama bundan şikayetçi değil. Aksine bu durum onu, küçük kızını omuzlarında taşıyan bir baba kadar mutlu ve huzurlu kılıyor. Kalkıp bir iki satır birşeyler yazmak da fena olmayabilir. Bir mektup falan yazılabilir. Uzun zamandır görmediği bir dosta mesela. Bir iki dakika üzerinde düşününce aslında yazmaya değecek birininde olmadığını farkediyor. İçinden hiçbirşey yapmak gelmiyor. Belki de bugün sadece piyano çalabilir, parmakları ve ruhu dışında hiçbiryerini oynatmadan... Kendini denizin tam ortasında olduğunu düşündüğü bir adanın orta yerinde buldu. Hem de parmağını bile kıpırdatmadan. Öyle olduğunu düşünüyordu çünkü dallar ve yaprakları pek de çevresini görmesine izin vermiyordu. Ada bu adı üstünde denizin ortasındaydı büyük bir ihtimalle. Adanın arka taraflarına doğru yürümeye başladı. Toprakla gözgöze gelse hızla altından kayıp giden birşeyler olduğunu farkedebilirdi. Ama o hep başı ileride omuzları dik bir biçimde atıyordu adımlarını. Arada sırada gökyüzünü görebilmek adına çenesini yerden çekip göğe doğru yakınlaştırıyordu. Yeşilin tüm tonlarının birbirine karıştığı bir renk cümbüşü tüm vücudunu sarmıştı ki, dalların arasından fısıldayan sarının sesiyle irkildi. Adanın arka taraflarına sarının görmesi gerektiğini söylediği sahili görmek üzere adımlarını daha sık ve hızlı bir şekilde atmaya başladı. Kafasının içinde adını hatırlayamadığı bir melodi bir sağa bir sola belki de bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu. Açıkçası o an kafasının içinde olup biteni düşünemeyecek kadar farkındaydı bütün olup bitenlerin. Çevresindeki yaprakların, toprağın, yeşilin, sarının, bulutların...Kulağına bir melodi ilişti. Orkestra şeflerinden oldum olası korkmuştu. Bisiklete binemediğini anlar mıydı orkestra şefi? Deniz kenarınageldiğinde sadece kendi olmaktan mutluydu. Bu mutluluk birçoğunun istediği mutlulukların yerini alabilirdi. Bu mutluluk hiç de şaşırtıcı gelmedi. Hayatı boyunca birşeylerin şaşırtıcı gelmesi için özel bir çaba harcamamıştı. Güvenilir kaynaklara güvenmezdi. İnsanlara güvenilir kaynaklar gibi bakmayı hiç düşünmedi. İnsanlara roller, görevler, yüklemenin onları incittiğini düşündü hep. Çimenlere uzanmak istedi sonra. Biraz ıslak mıydı çimenler? Gerçekleşen bir rüya mıydı bu, düşlediği bir şey mi? Adını bilmediği bir ağacın dibine oturup, önceden tanımadığı bir bitkinin yaprağını çiğnemeye koyuldu. Zehirlenmekten korkmuyordu, çünkü anıları çok sağlamdı. Ölmekten korkuyordu çünkü düşlemekle rüya görmek arasındaki kaygan zeminde dans edemeyecek kadar yorgundu. Adanın iç taraflarındaki bir kaynağa ulaştığında burayı neden daha önce hiç görmediğini düşünmeye başladı. Bu düşünce kafasından anıyı götürdü ama melodi hala sapasağlam orada duruyordu; adı neydi acaba? Bir başka düşünceye daha yer olmadığını anladığı anda; tamam, dedi, buraya kadarmış. Uykusundan sıçrayarak uyandığı anla uzun bir yaz uykusuna yatmaya karar verişi hemen hemen aynı ana denk gelmişti. Henüz yöntem konusunda bir karar verdiği de yoktu. Hangisinin daha ilginç olacağı, acı vereceği ya da son anda son bir keyif almasına yardımcı olup olmayacağını bilemiyordu. Kendi hayatına son verirken bile kararsızdı. En zor kararı vermişti, yöntemi seçemiyordu. Asıl merakı sonunda ne olacağıydı. Masmavi bulutların üzerinde, çizgi filmlerde iyi kahramanların gittiği gibi huzurlu bir yer miydi onu bekleyen? Yoksa gerçekten alev alev yanan odaların önünde bekleyen, yaptıkları işten haince bir keyif duyan zebaniler mi ? Ya da gerçekten ruhu bedenden ayrılıp, bir başka bedende yeniden geri gelecek miydi? Yeniden geldiğinde mutlu olacak mıydı? Eğer şimdiyi hatırlamayacaksa o mutluluğun şimdiki ona faydası neydi? Bir an önce bitirseydi de öğrenseydi. Bu sorulardan kurtulsaydı. Ama korkuyordu, ya öldüğü anda unutursa! Ya bulduğu cevabı anlayamazsa. Ve belki de en kötüsü de herkes arkasından konuşacaktı. Herkes, “kolayı seçti” diyecekti, bilmeyeceklerdi ki şimdiye kadar aldığı en zor karardı onun için. Neden bu kadar karmaşıklaştırıyordu ki işi. Bütün bu karmaşıklık onu fazlasıyla yormuştu. Karmaşa küçüklüğünden beri hoşuna gitmiyordu. Kendisini nasıl böyle kargaşa içinde bıraktığına anlam veremedi. Bir yaz daha gelecekti işte. Gri bulutlar güneşe razı gelmeye başlamışlardı bile. Yaz gelecekti. Bir yaz daha görecekti.. Şunun şurasında yaza ne kalmış tı ki... 04.05.2004 Ömür İsfendiyaroğlu
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömür İsfendiyaroğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |