Tarihten öğreniyoruz ki tarihten hiçbir şey öğrenmiyoruz. -Hegel |
|
||||||||||
|
Yavuz Nufel/ ROTTERDAM/ hAZİRAN 2003 “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var” şiirinin dizeleriyle dolu dolu beynimin kıvrımlarına, 15-20 yıl kadar önce okuduğumu zannettiğim bir roman adı yoldaş oluverdi: “Yaşayan Ölüler”... Kitabın adını, yabancı bir yazara ait olduğunu hatırlıyorum fakat içeriği neydi, nasıldı? Kitabın ana teması, sık sık yaşadığım günler, geceler gibi olabilir miydi acaba?! .... Cehennem sıcağında rakseden, sokmaya hazır yılan gibidir hastahane bekleyişlerinde kafalara takılan sorular. “Ne olacak, ne diyecekler, tahlil sonuçları nasıl çıkacak?” Bu bekleyişlerde zaman ölçüleri de gerçek değerlerinden çok farklıdır. Örneğin, saniyeler saat, dakikalar gün, günler yıl, haftalar asır gibi uzun, upuzundur. Zaman tünelini andırır koridorlar.Bekleme odalarının duvarlarında asılı tabloların kimsenin keşfedemeyeceği küçücük bir kıvrımına, bir noktasına dalar gider gözler saatler boyu... Bir ara duvardaki saate bakmayı akıl edersiniz. Akrep ve yelkovanın hareketsizliğine inat, şımarık saniye ile beraber yolculuk eder gözleriniz. Bir kaç kez üçyüzaltmış derece tur attıktan sonra saniyeyi kendi telaşında yalnız bırakır, yorulmuştur çünkü.. Akrep ve yelkovan, saniyeye göre iki tembel kardeş...Gönlünü almak ister tembel kardeşlerin, bir sürede yavaş da olsa onlarla yolculuk etmektir niyeti gözlerin. Ne mümkün, gecenin 02 si, 03’ü olduğu mesajını yollar beyine...Beyin dudaklara emreder, dudaklar kulaklara; Kendi söylediklerinizi kendiniz duyarsınız, - Gecenin 03 ü olmuş!- (Saat ile pencere arasında bir bağlantı kuramadım ama böyle gecelerde tekrarlanan sahnelerden birisidir önce saate sonra pencereden dışarı bakmak) Karanlıktır gece, yıldız olup olmadığı farkedilmez gökyüzünde.. -Herkesin güneşinin doğmasına bir-iki saat kaldı- der dudaklar fısıltı şeklinde... Kapıda belirecek hemşirenin, doktorun karartır ya da aydınlatır gecenizi önlükleri. Beyaz önlük güneş gibi de görünebilir, kefen gibi de...Nasıl görünecekleri ağızlarından çıkacak iki kelimeye bağlıdır. Zamanı saniye saniye içe içe beklemeye devam edilir. Bir daha sabah hiç olmayacak, güneş bir daha doğmayacak, karanlık sizi yutacakmış gibi bir korkuyla birlikte nikotin acısı çeker ciğerleriniz. Mışıl uykudadır yaşadığınız şehir, dışarı çıkmak, ciğerlerin arzusunu yerine getirme zamanıdır. Zaman tüneli koridorlar ince uzun bir ip şekline dönüşür. Siz ölümle yaşam arasındaki ince çizgide, ip üstünde yürüyen ip cambazı. Düşerseniz kıyamet! Bir şarkı mırıldanmak istersiniz, okduğunuz bir yazı, bir roman, bir şiir gelir aklınıza... Sonra yaşantınız film şeridi gibi geçer gözünüzün önünden. Hayat sinemasında sigara dumanından perdede tek belirgin, net olarak görülen yüz sadece sizin yüzünüzdür, figüranların yüzleri ise fulu.... Acı bir tebessümle mecburen “on dakika ara”... Çünkü, O an’a kadar, dili, dini, rengi, cinsiyeti, milliyeti, örf ve adetlerinin sizden çok farklı olduğu hükmünü verdiğiniz bir’i belirir yanınızda.... O’nunda bir hasta yakını, annesi, babası olduğunu düşünerek gözlerine bakmakla birlikte kendi içinizdeki fırtınayı görmekte gecikmezsiniz. Ve o güne kadar insanlar arasındaki “fark” olarak görülen, gösterilen “ şey” lerin kocaman bir “ Hiç” olduğunu anlarsınız. ..... Aristo, Sokrates, Darwin, Karl Marx, Sigmund Freund, Don Kişot, Çin Seddi, Piramitler, Heredot, Shakespeare, Eflatun, uzay yolculukları, teknolojik buluşlar, yat, kat, araba ile birlikte yüzlerce, binlerce kişi, nesne, söz, deyim, teori teğet geçer asıl beyninizi meşgul eden düşüncenin yanından ... Hiç bir şey beklediğiniz “iki kelime” kadar heyecan vermez... Sigarasını içmekten ziyade adeta yiyen kişinin ‘Bekleyiş Acemisi‘ olduğu, sizin gibi çok sık sabahlamadığını telaşla geri içeri girmesinden anlarsınız. Yeryüzünün tek yaşayanı haline gelirsiniz yine... Dünyanın umuru, gamı, kasaveti çöker omuzlarınıza, ezilirsiniz... İçerde yatan hastalardan, yatacak hastahane bulamayan dünyanın öbür ucundaki çocuklardan, açlıktan ağlayan bebeklerin vebali boyunduruk gibi takılır boynunuza, acıtır için için kanatır... Elinizle ensenize masaj yaparsınız bir süre.... Murat Tuncel Üstad’ın “ Herkes biraz ölüdür”, sözünü hatırlar; anne, baba, dost, arkadaş, ağabey, abla, kardeş tüm tanıdıklarınız gelir aklınıza. Mezarda olmayan kim varsa hepsi biraz ölüdür. Hatta biraz önce yanınızda olan insan da... Ne zaman dirilecekler peki? Yüzyüze, karşı karşıya geldiğinizde değil mi? Gelebilecek misiniz peki? Sorular, sorular, cevapsız sorular.... Başınızın içinden gelen binlerce çekiç sesine “zonklama” denir mi? Nice uğraşının, koşuşturmanın beyhudeliği, dostlukların sahteliği, arkadaşlıkların yapmacıklığı, kavgaların şaçmalığı, sevgilerin dildeliğini fısıldar gaipten gelen bir ses kulağınıza... Başınızı gök yüzüne kaldırır, sesin geldiği yeri ararsınız... “Herkes biraz ölüdür” der Üstadım, O halde hele de gecenin bu saatinde kulağıma fısıldayan kim? “Herkes biraz değil, tamamen ölü de sen zorla yaşatıyorsun” dersiniz yaşayan ölülere sitemle karışık.. Elleriniz havaya kalkar, dua eder, isyan eder gibi...Ne isyan, ne de duadır, uykudan yeni uyanmış yataktan kalkar gibidir hareketiniz... Karanlık gökyüzü kadife bir kumaştır ve yıldızlar tarafından delik deşik edilmiştir... Karanlık adına, gökyüzü adına üzülmek gelir içinizden, sanki insan içine çıkacak tek fistanı, tek yabanlık elbisesiymiş fakir bir köylü kadının ve delik deşik. Ne saçma bir düşünce, gökyüzüne üzülmek, tam sana göre, der gülmek gelir içinizden düşüncenize. Ne kadar şaçma da bulsanız düşüncenizi eğer gülmeyi becerebilirseniz, bir de ay ışığı vurursa gülüşlerinize; gümüş renkli bir tebessümdür artık her hatırlayışta fikriniz... Binlerce güzel, çirkin, müsbet, menfii düşünceden, onbinlerce saçma, piç, fikirden ve yazmayı düşündüğünüz yüzlerce mısradan sadece bir iki fikir, bir kaç mısra kalır bir sonraki güne. O an hangi mısra, hangi düşünce, hangi fikir bilemezsiniz, yarın olmasını, aradan bir kaç gün geçmesini beklemelisiniz... Üç gün sonra yine hastahane bahçesinde, yine tekrarlanan aynı sahne; ellerim havada; Yıldız Delikli Karanlık geceyi kavramışım ellerimle Kevgir gibi. Ey Gece, bundan sonra adın; Yıldız Delikli Karanlık Kevgir olsun, dedim bilgece!?. .... Böyle anlarda siz de benim gibi alın ellerinizin arasına Yıldız Delikli Karanlık Kevgir’i, doldurun içine dost, arkadaş, kardeş, ağabey,vs kim varsa.. Şaşırıp kalırsınız, Kevgir Üstü bir iki isim kaldığını görünce!... Oysa ay büyüklüğünde, yıldız deliklere sığmayacak, Kevgirin üstünden size el sallayacak sandığınız ne çok isim, cismiyle birlikte düşmüştür uzayın sonsuz karanlık boşluğuna. -Mal sahibi, mülk sahibi/ hani bunun ilk sahibi- Mal da yalan mülk de yalan/ var biraz da sen oyalan- sözlerini yaldızlı bir tabela yapıp, Kevgir’in deliklerini tıkamak gelir içinizden. Biraz Ölülere ihanet etmiş olduğunuzu düşünmenin mahcubiyetiyle öbür gözünü de kör etmek için şeytanın, avucunuza uygun taş ararsınız yerden. Kalın kasavet dolu karanlık (Yıldız Delikli Karanlık Kevgir), kızıla dönerken tan yerinden süzülen ışıklar, kasnağını Karanlık Kevgir’in eritir yavaş yavaş... Çevrenizden geçen tek tük insanları fark etmeye başlar, onların size bakışlarından kendinizin normal bir insan değil de , Ashabı Kehf mağarasından çıkmış yedi uyurlardan biri olduğunuza kararverir korkar, saklanacak yer ararsınız.... Konuşmaya, yürümeye, yanınızdan geçenlere soru sormaya cesaret edemez; kimsiniz, neredesiniz, hangi ülkede, şehirdesiniz hatta adınızı bile hatırlayamazsınız... Güneşin ilk ışıkları gözlerinizi dağlamak için kızgın mil gibi üzerinize üzerinize gelir, içeri kaçar yarasa misali karanlığa sevdalı! Omzunuza dokunan el, kadına mı erkeğe mi aittir, beyaz mıdır siyah mıdır rengi, bakar ama göremezsiniz...Hemşire, doktor, avucunuza uzatılan bir tomar reçete, randevu kartları, tekrar belirli sürelerle yapılması istenen tahliller...Zaman tüneli koridorların kalabalıklaşması... Tekerlekli sandalyelerde, burunları kablolu, kolları serumlu çocuklar ve Yaşayan Ölü refakatçi anne ve babalar... Dışarda tanıdığımız, tanımadığımız binlerce biraz ölü. Ve yaşayan ölüleri diriltecek, hayata bağlayacak iksir, gözlerinizin içine sevgiyle bakarak söylenen kelimede saklıdır: “BABA- ANNE”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yavuz Nufel, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |