Aşkın aldı benden beni. -Yunus Emre |
|
||||||||||
|
Evet, Batı kendi tarihleriyle iç içe yaşayarak modern olurken, biz tarihimizden koparak modern olacağımızı zannettiğimiz için, yüzyılların emeği ve idrakiyle dokunan Divan edebiyatımızı gündemimizden çıkardık. Adeta onu bir sandığa koyup, kapağını kapadık, hayatımızın dışına bıraktık. Pala, hac yolundaki karınca misali, bu hazinenin peşine düştü; sandığın kapağını açtı; eserlere olan hakimiyeti ile birlikte kendi zevkiyle bu eserlerden bizlere de haz aldırmaya çalıştı. İlk gayret ettiği günlerden bugünlere bakınca suları tersine akıttığını net bir şekilde söyleyebiliriz. İskender Hoca, Divan edebiyatındaki derinliği, lezzeti hayatımıza katmak için “Babil’de Ölüm, İstanbul’da Aşk” adında ki eseri kitapçılara geldiğinde ilk alıp okuyanlardan biriydim. Kitabın dört dörtlük bir romanda olması gereken tüm unsurlardan; “kültür”, “tarih”, “aşk” ve “merak” tam anlamıyla bu kitabı anlatan kelimeler olmuş. Ayrıca verilen bilgilerde ki sahicilik, çoğu eserde yama gibi duran bilgilerden kendisini hemen ayırıyordu. Eser, güldeki kokuyu andırıyor, hissettiriyor fakat hiçbir zaman onu elle tutturmuyordu. Kitabı ilk okuduğumda bambaşka bir atmosfere girmiştim. Doğu’nun zenginliğini, çeşitliliğini, bilgeliğini yaşayıp, o sırlarla dolu atmosferini teneffüs ettim.. Çeyrek asırdır bu topraklarda yetişen yazarlar arasında “işte bu bizim romanımız” diyebileceğim bir eseri alıp okumadım. Bu durum ister istemez “Yunus’un, Mevlana’nın, Fuzuli’nin, Baki’nin toprağı nasıl da çoraklaşmış” dedirttiriyor insana . Üzülüyor, kahroluyorsunuz.. Nihayetinde “Babil’de Ölüm, İstanbul’da Aşk” 2003 yılında okuyucularıyla buluşmaya başladığında benim de bir okursever olarak tepkim: özü milli, lezzeti beynelmilel; sanatı asaletiyle donanmış, ne eksiği, ne fazlası var; duyguyla, dikkatle dokunmuş güzel bir eser demiştim. Belki bu ifadelerim çoğuna abartı gelecektir ama bana göre eserin gerek dili, gerek anlatımı ve tasvirleri beni böyle düşündürmüştü. “Aşk” deyince dünyada akla gelen birkaç isimden biri hiç şüphesiz Fuzuli’dir; o aynı zamanda Divan edebiyatının başmimarlarındandır. “Bende Mecnun’dan füzun aşıklık istidadı var Aşık–ı sadık benim Mecnun’un ancak adı var.” Elbette Mecnun’un aşkını yazabilmek için onu ihata edebilmek gerekir. Böyle bir romanda okuyucuyu Fuzuli ile karşılaştırmaktan daha isabetli ne olabilir? Eserini aklına ve bilgisine güvenip yazsaydı, belki şurası eksik kalmış diyebilirdim; ama o romanına duygularıyla yaşadığı hisleri yerleştirmiş; ilk sayfasından son sayfasına kadar aynı canlılık ve aynı sıcaklıkla çarpan bir yürek gibi tatlı bir ritm ile okumaya ara vermek istemiyorsunuz. Herhalde bu kocaman yüreğin ana damarı şu cümlelerde atıyordu: “Ben Mecnun, efendim Hilleli Mehmet Fuzuli’nin dizelerinde yaşayan köle… Çilek idim kazanlara attılar, kâğıt diye pazarlarda sattılar. Hücrelerim iki tomarı doldurmuştu; Bağdat çarşısında iki koyuna takas edildim ve kendimi Hilleli lirik şairin kulu bildim. Onun evinde aşkı tanıdım, sonra acıya ulaştım, aşk mektebinde yıllar yılı Leyla’yı çalıştım. Yazıldım kitap oldum, dile geldim, söyledim hitap oldum. Ben Kays!.. O muhteşem köle… Ve sultanım Leylaaaa!…” Beri taraftan Süryani kütüphanecinin; “Aşkı bilen biri için yedi gerçek sır vardır, ona sahip olan dünyaya sahip olur.” sözü kitap boyunca bizi alıp götürüyor. Bu sözler romanda oluşan esrarlı atmosferi daha da renkli hale getiriyor; Mecnun’un feryatlarını takip ederken bize yüreğimizin varlığını hissettiriyor; her sayfasında aşkı görüyor ve yaşıyoruz; onun bize ekmek kadar, su kadar gerekli olduğunu idrak ediyoruz. Bu kitap hararetli bir avuçla sıkılsa aşk damlar; bu damlalarda da biz hayatımızın derinliğini, köklü heyecanlarımızın kaynağını buluruz diye ümit ediyorum. Evet, bir kâğıdın oluşumuyla başlıyor her şey; kazanlarda kaynayıp darbelerle gün ışığına çıkan kâğıdın en büyük ümidi ve duası, bağrına “Leyla” yazılmasıydı. Duası fazlasıyla kabul oldu ki “Leyla”yı Fuzuli yazdı. Onun gördüğü Leyla’yı Mecnun’dan başka hangi göz görebilir, onun gibi kim ifade edebilirdi; zira onun duyguları kartal kanatlıydı. “Yedi sırrı” bilecek kadar da idrak sahibiydi. Fuzuli kâğıdın üzerine Leyla ile Mecnun’un aşkını yazmaya başlayınca bir çilekten kâğıt oluncaya kadar çektiği bütün acıları unuttu… Pala, sonrasına yine “aşk ve sır” dedi. Ama “İstanbul’da Aşk”ı yazarak sırrını da ele verdi. Böylece bize “aşkın sırrı” olmaz demeye getirdi. Olsun, onu bakan göz görür, duyan kulak işitir; çünkü o yüzlerde ızdıraptır; tavırda elemdir; gök kubbede feryattır; öyle bir feryattır ki bazen Mecnun’unki gibi ufukları hallaç pamuğu gibi atar, çağlar boyunca yankılar… Öyle değil mi? Kalın sağlıcakla…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |