Mutlu insanlar tatlı şeylerden söz ederler. -Goethe |
|
||||||||||
|
Bu şehre ne zaman kar yağsa mutlu olurum. Bütün hatıralarım bir film şeridi gibi geçer zihnimden… Şimdi sahile kafa dağıtmaya, olan biteni anlamaya, düşünmeye geldim… Denizi, martıları, sokak kedilerini, insanları seyrediyorum hâkim bir tepeden. Sahilde el ele, kol kola dolaşan insanlar gerçekten görülmeye değer. Fakat niye bilemiyorum tüm sahillerin tadını en güzel bu şarapçılar çıkartıyor resmen.. Sanki gidecek başka bir mekanları yok gibi… Ne zaman buralara denizi, martıları seyretmeye gelsem ateş başında muhabbet ederken buluyorum. Kimi açmış birasını, kimi cebine şarabını, kimi de semaverinde demlediği çayı yudumluyor. Tabii ki hayatın kalbi sadece burada atmıyor. Bu satırları yazdığım anda kim bilir ne kadar tezat duygular aynı anda yaşanıp duruyordur başka yerlerde… On şehrimizi yerle bir eden büyük bir deprem afeti yaşadık. Ellibine yakın ölüm… Bu ülkede şimdiye kadar gördüğüm en büyük afet ve gerçekten korkunç bir şey bu… Bir tarafta ölümler, beri tarafta gününü gün edenler, hastanelerde bir gıdım nefesi rahat alabilmek için servetlerini ortaya dökenler, şehir değiştirenler, deprem korkusuyla uyuyamayanlar… Askerimiz, polisimiz kar-kış demeden deprem bölgesinde yardıma, devletin sınırlarını ve milletin iffetini, namusunu korumak için sınır boylarında ölümle burun buruna geliyor. Bir kentten bir köye, bir köyden bir kente gidip gelen insanlar: kimi iş görüşmesine, kimi sevdikleriyle buluşmaya gidiyor. Kimileri mutlu, kimileri mutsuz, kimileri umutsuz, kimileri masum, kimileri câni! Kimileri aşık, kimileri dalgın! Kimileri amansız bir hastalığın pençesinde bir şekilde yaşamın ipine tutunmaya devam ediyor… Görüyorsunuz ki bu dünyada hiç bir şey boşluğu kabul etmiyor. Yarılan yer itelediği dağı, başka bir dağa kavuşturuyor. Hani atalarımızın: “Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur” sözü var ya o da bu olaydan sonra yerle yeksan oluyor.. Biri çekip gidiyor, gidenin yerini başkası gelip dolduruyor. Biri ölüyor, bir bebek ölenin yerini dolduruyor. Hayat dediğimiz akıp giden zamanda o en değerli soyut kavramlarımız bile kayıp gidiyor. Yaşanan bu olağanüstü haller zihnimden sürekli geçiyor geçmesine ama artık ben de başkaları gibi umursamamaya çalışıyorum. Eski halim olsa çokça umursardım. İlk gördüğümde irkildiğim, etkilendiğim ve zihnime kazıdığım şeylerin şuan bende bir karşılığı yok. Ne kimsenin hastalığı, ne kimsenin durumu umurumda değil. Benim derdim başımdan aşkın. Artık bir kişi hariç hiç bir şeyi düşünmüyorum. Peki bu söylemim bir bencillik mi? Bilemem… Belki duyarsızlaşmış olabilirim. Niye mi böyle düşünüyorum? Dedim ya yaşadığım sıradışı olaylar böyle düşündürüyordur beni.. Örneğin nasıl ki benim şahsi gündemim başkalarının gündeminde yer edinmiyorsa, başka insanların benim gündemimde yeri olamaz. Haksız mıyım? Hakikatte de böyle değil mi? Derine düşen derdine düşmüyor mu? Ateş düştüğü yeri yakmıyor mu? Yani şimdi çektiğim sıkıntıları, yaşadığım haksızlıkları, çilelerim, dertlerim kimin gündeminde yer edinmiş? İşte ben de onların yaşadıklarına karşı duyarsız ve kayıtsızım. Sadece kayıtsızlık, duyarsızlık da değil, garip bir bıkkınlık içindeyim! Kimsenin hissettikleriyle çektikleriyle artık ilgilenmiyorum hepsi bu! Yalan makinası televizyonların seyredilme yüzdelerinin sıfıra düştüğü bu ülkede eski televizyon haberciliklerinin o meşhur: “Şok gelişme”lerinin, “Flaş, flaş, flaş”larının, “Son dakika haberleri”nin “canı cehenneme” diyenlerin artan sayısına kendimi de ekliyorum. Bu sayı daha da artmış olmalı ki herkes başka bir yalan ve fesat yuvası sosyal medyadan da kendini bilen insanlar bir bir kenara çekilmeye başlıyor. Artık bu ülkede çığırtkanlıklar kimsenin ilgisini çekmiyor… Kullanılan kavramlara bir bakın, ne kadar vurucu, uyarıcı, sarsıcı olursa olsun, sözcükler ne denli çağırırsa çağırsın bazı insanlara zerrece fayda etmiyor. İzleyen ve duyan, onların içinin boşluğunu, yalamalığını görüyor ve umursamıyor. Skandalın büyüklüğü, olayın trajikliği ya da vehâmeti izleyiciyi, dinleyiciyi, okuyucuyu kendine çekmeye yetmiyor. Türkiye’de büyük yığınlar artık ülkenin muhalefetine, onların değişen siyasal ve sosyal yapılarına bir bir sırtını dönüyor. Beri taraftan iktidarın bu iş ekmeğine yağ sürüyor. Muhalefet dediğimiz kavram günden güne buhar olup uçuyor. Ama insanlar yaşamaya devam ediyor. Duymuyor olsa da görmüyor olsa da yaşamaya devam ediyor evet! Ya da ne görmeyi ne de duymayı istiyorsa onu görüp duyuyor. Bu da karşı tarafın isyanı. Bu ahlaksız yalanlara ve ilkesiz siyasete karşı birikmiş bir isyan var iktidar tarafında. Bunun adına şiddetli duyarsızlık diyorum. İyi mi bu? Olumlu bir tutum mu? Kitlelerin kendi evrenine çekilmesi, yönetenlere, dış dünyada olup bitenlere kulak tıkaması iyi mi? İyi değil belki; ama bir kurtuluş yolu olabilir. Yaşamı kazasız belasız sürdürmenin ve akıl sağlığını mümkün olduğunca koruyarak yaşamanın koşulu bu gibi görünüyor. Peki bu ne zamana kadar sürer? Bilemiyorum. Bildiğim tek şey bu ülkede yaşam dediğimiz şey, deprem sonrasında orta yerinden kırılmış, doğal dengesini yitirmiş durumda. Bu kırılış ve yitirişle herkes bir yöne savruluyor ve elinde kalana, yalnız kendi yaşamının ipine sarılıyor artık. Yani kendi iç denizine sığınıyor insan. Korkunç olan o ki araya duvar örülen, ilgilenilmeyen kavramlar ve olaylar gün geçtikçe katlanıp duruyor. Ve o hızla eleniyor insanın yaşamından.. Bir gün “dünya yansa, bir karış hasırım yanmaz.” diyecek insanoğlu… İşte yaklaşan seçim öncesi herkes taraftarlarını çağırıyor. Çağıranların sesi yüksek çıkıyorsa az çıkanlar sırf ülke karışsın, fıkır fıkır kaynasın diye ideolojilerini bile kenara bırakıp şartsız şurtsuz her fikirle bir arada olmanın yollarını arıyor… Bu mide bulandırıcı hale dayanamadığım için fikir belirtmeden sosyal medya hesabımdan fikrime uygun şeyleri RT edip geçiyorum. Diyorum ya benim gündemimde başka şeyler var. Örneğin şimdi Ahmet Râsim’in “Şehir Mektubları”ndan biri aklıma geliyor. Şöyle diyor: “Bayılırım. Hayalimden geçtikçe içim titrer: Küçük bir oda, ufak bir soba, pufla yatak, yumuşak yorgan, içinde ben! Dışarıda lâpa lâpa kar. Ağzımın suyu akar. Hiç durma, yorgana sarıl, yat! Denilen hava, dünyada ancak bu kadar şirin olur. Rüzgârın camları zıngırdatması, ninni gibi tesir eder. Sobanın çatırtısı gıdıklar…” işte. Benim de arzum onla bu. Bu yüzden hava durumuyla başladım yazıya çünkü tam da böyle günlerdeyiz. Kar kapıya dayanmış diyorlar ve dışarısı gerçekten soğuk. Sokaklar zahmetli ve zor. Üç ayların sonuncusu Ramazan’a sayılı günler kaldı. Öyleyse hiç dışarı çıkmamalı. Üstadın tarif ettiği veçhile evde ârâm eylemeli. Fakat nerde! Gönlünüz ne istiyor, siz ne yapıyorsunuz… Sokaklar, caddeler, AVM’ler hıncahınç dolu. Bir itiş kakıştır sürüp gidiyor. Trafik zaten kanayan yara. Sürücülerin bazıları pilot. Geriye kalan da çıldırmış durumda. Deprem korkusu, yer sarsıntısı psikolojilerimizi allak bullak etmiş vaziyette. Siz de işte sokakta, soğuktasınız; ama gönlünüz Ahmet Rasim’in tarif ettiği ev keyfinde takılı kalıyor… Oysa bir kadın gördüğü baskı yüzünden aklını yitiriyor. İçine kapanıp bir kelam etmiyor. Birilerine selam bile veremiyor belki vermek istemiyor. O öyle olunca diğeri de gemileri yakıp ardı sıra gidiveriyor. Enkaz altından cesetler çıkartılıyor. Birileri yolda giderken kaza yapıyor. Bir asker şehit oluyor. Bir evsiz dışarıda soğuktan donuyor. Kimi sinir krizlerinden, kimi yaşamın zorluğunu kaldıramayıp tımarhaneye kapatılıyor. Ülkede ne büyük ne karanlık ve ne derin işler dönüyor… Beri taraftan herkes kendi küçük imparatorluğunun sınırlarını belirliyor. Belirlediği alanın toprağını kazıp, kendi hayalini ekip biçiyor. Bir tarafta ekmek kavgası, aşk yarası, bir taraftan memleket sevdası, ramazan hazırlığı… Yaşam, yaşamlarımız orta yerinden fay hattı gibi kırılıyor. O muazzam bütünlük, o muhteşem akış kopmuş ve savrulup duruyor. Bu yüzden hiç birimiz yaşamıyor ve oradan buraya savrulup duruyoruz. Doğrusu en güvenli, en rahat, en asûde yer yine üstat Râsim’in dediği gibi, “pufla yatak, yumuşak yorgan… Ve herkesin kendi rüyası…” dışarısı soğuk ve boğucu… deprem korkusu olmasa evden dışarı çıkmayı hiç mi hiç canım istemiyor. Kalın sağlıcakla…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2025 | © Yûşa Irmak, 2025
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |