"Hemen yüzüne gül suyu seperek Leyla'yı ayılttılar." -Fuzuli, Leyla ile Mecnun |
|
||||||||||
|
Peki niye böyle? Aslında çok açık herşey ve dünyanın halini görüyorsunuz… Özellikle Ortadoğu başta olmak üzere her yerde; kan ve gözyaşından başka bir şey yok. Yaşlı, genç, kadın, çocuk ayırmaksızın, hatta özellikle bunların öldürüldüğü bir dünyada kim huzur bulabilir? Sadece bu bölge de değil dünyanın her yerinde; insanlığı çirkinleştiren, kaosa sürükleyen, ölçülerimizi katledip değerlerimizi yağmalayan, yüreğimizi kurutan, zihnimizi esir alan, vaktimizin bereketini çalan gerçekten çok fazla, kin, nefret ve büyük bir sevgisizlik var… Orada savaş, zulüm ve ölümler… Başkaca yerlerde fitne ve kavga… İşte böyle böyle tüketiyoruz insanlığımızın geri kalanını.. Her gün yok ediyoruz içinde yaşamaya çalıştığımız şu dünyayı. Doğurduklarımızı bile kendi ellerimizle boğup öldürüyoruz. Yok etmenin, ele geçirmenin, sömürmenin ve tahakkümün binbir biçimini o kadar rahat ve profesyonelce paylaşmaya gayretliyken; üretmenin, merhametin, vericiliğin, dayanışmanın, aşkın, sevginin, muhabbetin, sohbetin kısacası birlikte güzelleşmenin ifade ettiği tüm şekil ve biçimleri kısaltıyoruz. Böylesi bir yaşam biçimi insanlığımıza teğellenen en basit değerlerin yitimi karşısında çaresiz bırakıyor hepimizi. Bir kişi ne yapabilir ki? Tek başına hangi zulümle mücadele edebilirsin ki? Böyle düşünerek herkesin suçlu olduğu bir dünya kurgusunda, kötülüğün meşruiyetini kabulleniyor, bizi çirkinleştiren her şeyi ittifak halinde birbirimize “süslü” gösterip hayata tutunmaya çalışıyoruz… Bu uğraşın içinde hayat da kaçıyor elimizin altından. Can ile ruh arasındaki o bağ ise her gün biraz daha incelip, kısalıyor ne yazık ki! Merak ediyorum. Gerçekten çok merak ediyorum. Yani üzerimize serpilen bu ölü tohumları toprağıyla birlikte süpürmek için illa ölçüsüz çirkinliğin ve başıbozuk kötülüğün dilini kullanmak zorunda mıyız? Bazen sadece güzelliği ifade etmeyi deneyerek de kötülükle mücadele edemez miyiz? O halde dünyayı yaşanılabilir kılacak olan o sanat ve sanat dalları ne için var? Bu blogda her denememde insan ilişkilerinde, iletişimde sanat dallarında “güzel”in ölçülerini hangi birimlerle tartabileceğimize dair kendi yaşanmışlıklarımdan yola çıkarak fikirlerimi paylaşmaya çalıştım, çalışıyorum… Daha ziyade aşkın, muhabbetin, insan olmanın, dürüst olmanın, okumanın, yazıp çizmenin, kültürün, sanatın, gezip görmenin herkese yol gösterici olmasını ümit ettim. İyiliği çoğaltmanın, sevip sevilmenin, saygı ve hürmetin, muhabbetin ve samimi sohbetlerin hazzını hâlâ hayalimde yaşatmaya devam ediyor görünsem de canımdan öte değer verdiğim bazı insanların ihanetine ben de uğradım. Peki başkaca ne yapabilirdim? Ben de yapılacak en güzel şeyin, kimseye yük olmamak olduğuna karar verdim. Kimselere varlığımızı hatırlatarak huzursuzluk vermemeliydim yani. Onlardan beklentilerimiz, istek ve arzularımızla yüreklerinde bir “oyuk” açmamak için kendi sınırlarımıza çit çekmek gerektiği kanısına vardım. Zira aynı duyguları taşımıyor, aynı hisleri paylaşamıyorsunuz.. Aynı hisleri taşımıyor, aynı duyguları yaşamıyorsunuz. Olmuyor. Zorla güzellik olmuyor. Olmamalı da zaten. Bir yetişkin olarak muhatabınıza sözünüz, söyledikleriniz bir şey ifade etmiyor, karşılık bulmuyorsa kendinizi duvarla konuşur gibi hissetmenize de gerek yok elbette. Bu sebeple herkesin yeniden “vefa”, “rıza”, “sabır” gibi kelimeleri düşünmesi ve bunların anlamlarına sımsıkı sarılması gerektiğini düşünüyorum. Evet.. Rabbimin isimleri gibi onun sözleri, sözcükleri ve kelimeleri de sayısız.. İnsan olarak bizler büsbütün ölçüsüz, hudutsuz bırakılmış da değiliz! İşte sanatta da, hayatta da, Allah’ın bizden istediği gibi olmaya çabalamanın bizi güzelleştireceğine inanıyorum. Bunun ancak aşk ile gerçekleşebildiğini düşündüğümden dünyamızdaki tek hakikatin her birimizdeki bu farklı izdüşümlerini ancak sanatla anlamlandırabileceğiz. Yani sevebilmemiz, sevdikçe güzelleşebilmemiz evrensel güzelliğe dair insanlığa atılmış en somut ifadelerimiz olmalı. Yine vefayla, rızayla, sabırla; güzeli güzelle anlatma niyeti, hiç değilse bizi güzelliğin ilahi yüzüne yakın, beklenti içinde olduğumuz insanlara karşı da belki bir yumuşama, belki bir düşünme fırsatı doğurur. Bu yaklaşım türü tüm kötülüklerin, zulümlerin, çirkinliklerin türevlerini içermiş olsa da her şeye rağmen güzelin anadilini bugün olmasa, yarın mutlaka konuşabileceğimize gönülden inanıyorum. Bunu hem hayatta, hem ilişkilerimizde hem de sanatın tüm dallarında uygulayabiliriz. Elbette gerçek manada güzel O’dur ve tüm güzellikler O’na (cc) aittir. Ama O’nun güzeli sevmesi, güzelin sevilecek bir değer olması, sanırım biz insanlara kendi “güzel”imizi ifade etme sorumluluğunu yüklemiş olur. Yukarıda ifade ettiğim, insanın varoluş hakikatinin gerçekten aşk üzerine kurulmuş olması, güzelleşme serüvenimizin her aşamasında, O’nun bize emanet ettiği “sanat”ını anlama ve anlamlandırmamıza da vesile olacaktır. Bunu tahayyül ederek eserlerini icra eden sanatçıların, kendi ifade biçimlerini, daima belli bir edep, belli hudut çerçevesinde ve belli bir yalınlık ve derinlik içinde oluşturmayı başarmış kişiler olduğunu biliriz. Onların illa da aynı inançtan, aynı coğrafyadan olması da gerekmiyor… Verdiğim örnekler arasında sinema alanında Erice’nin bir filmi de var, Giacometti’nin heykelleri, Balthus’un tabloları, Firdevsi’nin, Yunus Emre’nin, Şeyh Galip’in ya da Fuzuli’nin sözleri de… Turgut Cansever’in, Erol Hakkı Akyavaş’ın ya da Sezai Karakoç’un eserleri kadar, Dostoyevski’nin, Bachmann’ın, Pavese’nin eserleri de söz konusu. Hakiki sanatçıların hangi meşrepten olurlarsa olsun, ilhamı “kaynağından” çektiklerinin şuurunda olduklarına eminim. Bu hayret ve hayranlığımı daha da arttırıyor. Bu yüzden hakiki sevginin, evrensel aşkın ne olduğunu bizlere hatırlatan, müjdeleyen, ima eden: Tüm sanatçıların o nadide eserlerinde “güzel sanat”ı gördüğümüzde “işte budur” diyorum. Güzelin ölçüleri üzerine düşünürken bu anlamda Mimar Sinan’dan veya Kemali Bey’den veya Kemani Tatyos Efendi’den bahsetmeye sıra gelmediği gibi, William Saroyan’dan, Tarkovski’den, Nietzche’den, Dante’den, Macidi’den, Bergman’dan ya da Pina Baush’dan bahsetmeye de vakit olmadı, kısmet olmadı. Belki, bir gün içimizdeki yorgunluklar, bazı duygular tekrar yerine oturunca paylaşırız… Sanat eserinin “canlı” olduğuna ve eserinin sanatçıya şahitlik ettiğine inanan başta bir okur olarak, bugün fazlasıyla içine kapanmış “dünyanın ruhu”nu ancak “güzel sanat”la diriltebileceğimize ve “güzel”in anadili yaygınlaştıkça bu külli ruhtan payımıza düşenlerle insan olmanın erdemine de varabileceğimizi söylemeliyim. Hayatı iftiralar, zulüm ve meşakkatle geçen Niyazi Mısri’nin Rodos’a sürüldüğü sırada tekkedeki dolabı açılıp kitapları yağma edilmiş ve o vakit yazdığı gazelden bir dizeyle bu yazıyı da noktalamış olayım. Diyor ki Hazret: “Sevdim seni hep varım, yağmadır alan alsın. Gördüm seni efkarım, yağmadır alan alsın.” Kalın sağlıcakla…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |