"Ne elbiseler gördüm, içinde adam yok, ne adamlar gördüm sırtında elbise yok." -Mevlana |
|
||||||||||
|
*** Gül gibi akıp giden bu hayatın sapında her zaman dik/enlerle karşılaşırız. Gülün yanağına dikenlerin içinden erişmek, dikenlere rağmen gülü el üstünde tutmak bir çelişki gibi görünse de Allah’ın tüm insanlığa bu çelişkiyi armağan ettiğine inananlardanım. Hatta bunun bir hikmeti olduğuna bile.. Rabbim böyle takdir etmişse bunun gizli veya açık bir anlamı olduğunu düşünürüm.. Nasıl oluyor peki bu? Bu bir insan olarak; bazen unutarak, bazen uyutarak, bazen uzakta tutarak, bazen yok sayarak, bazen utanarak, bazen de utanamayarak o dikenli çelişkilerin ucunu köreltip, rehavetin koynuna kendimizi saldığımızda olur genelde… kısaca tenimize batanları, kalbimizi yakanları kendimizden uzakta tutarak… *** Ameliyat gerektiren bir hastalığınız varsa ameliyata anestezi olmazsanız o acıya dayanamazsınız. Bir zaman uzun süre oturarak çalıştığım için “kıl dönmesi” ameliyatı olduğumda keşfetmiştim ben de bunu. İltihap kaplayan yumruk kadar alan cerrahi müdahale ile alınacağı zaman belaltım uyuşturulduğunda: “İyi ki böyle bir yöntem var” demiştim. Hatta bunu bir nimet olarak görmüştüm. Ameliyat sonrası parça alınan bölümde onca zaman geçmesine rağmen bir ağrı hissedemeyince bu sefer; “acaba ağrı algım yok mu oldu?”, “Sürekli böyle uyuşuk mu kalacağım?”, “Ya acıyı hissetmez de başka yerlerimi kesip atarsam…” diye uzayıp giden sorularıma cevaplar aramıştım. Samatya Devlet Hastanesi’ndeki o nekahat dönemimde not defterime anestezi sonrası şöyle bir not almışım: “Anestezi mucizevi bir şey, ancak çok da tehlikeli! Bir insan ağrıyı hissedemez, algılayamazsa kendi gövdesine düşünmeden kıyabilir! Çekilen acı ve sızının uzağına düşersek, canın nabzını nasıl hissedeceğiz?! İnsan kendi varlığını bu dünyada fazla gördüğünde olacakların sonucunu belki de bu yüzden hiç düşünmez.. Anestezi, hem gerekli, hem de gereksiz..” Hani, diş hekimlerinin çürümüş dişinizi çekmeden önce veya kanal tedavisinden önce damağınızı uyuşturduğunda; yanağınız, diliniz size fazla bir şeymiş gibi gelir ya öyle bir durumla karşı karşıya kalırsınız. Doğrusu bu uyuşukluk hali insanın gizli bir rahatsızlığını tıpkı bir anne gibi besleyip büyütebilir.. Bazı zamanlar, rüyada mıyız diye düşünür, canlı mıyız diye çimdikleriz kendimizi. Tenimizi sıktığınızda canımız ne kadar acırsa, o kadar uyanık olduğumuzu anlarız. Demek ki insan ne kadar k/anarsa, o kadar yaşamın kalbinde hissediyor kendini… Acıyı algılayabilmek bir nevi sahicilik, gerçeklik testimiz gibidir… Rehavet durumunda ise insan, yaşamanın o tuzlu kıyılarından çekilme korkusunu taşır… İnsanın kendisine “çimdik” atma ihtiyacını belki buna yorabiliriz. İnsan kendine öyle ele avuca gelir bir çimdikle değil, ruhunu irkilten, kalbini ağrıtan cinsten bir çimdikle uyandırmalı… *** Unutmanın seyri de böyledir herhalde. Usulca olup biter ya hani unutuşlarımız. Esasen görünüşte öyledir bu! Çünkü unutulmayacak olanın unutulmaya terk edilmesi insanın kalbini gerçekten ağrıtır. İlk başlarda her iki taraf da sinirleri çekiliyormuşçasına dayanılmaz ağrılar çeker. Uzaklaşan kalplerin göğsüne eğeler sürülür. Unutulmaya terk edileni daha bir hatırlanır kılar ağrı. Hatırlanır kıldıkça da daha da artar , arttıkça da unutuşun testeresi kalbin duvarlarını paramparça eder. Çok sonraları, belki de az sonra, unutmanın seyri tamamlanmış olur. Sonra bakmışsın, unuttuğunu bile unutmuştur insan… Unutan unuttuğuna bile aldırmaz olmuştur artık… Unutulan da unutulduğunu hatırlamaz hale gelir. Birbirlerini hiç tanımıyormuş gibi bakıştıklarında unutan ve unutulan bu halden utanırlar mı o da ayrı bir tez konusudur. Zira bir zamanlar kendilerini acıtan o insani rahatsızlığı elbirliği ile kalpbirliği ile sıradanlığın çöplüğüne atmış olmaları unutanı ve unutulanı artık rahatsız etmiyorsa “vay halimize” demekten başka ne gelir elden. Hayatt dediğimiz şey de aldırmazlığımızın yatağında şırıl şırıl akar görünürken, dibinde akrepleri besler, kınanası çamurları biriktirir, utanılası kıvrımlara uzanır, acıdan başını taşlara vurup, kahroluş uçurumlarından dökülüp durur… Nihayetinde insan kendi yalnızlığının kucağına serer sakladıklarını! Ölmeden önce ölünecek bir hesabın başına sürüklenir gibi… İzbe zamanların incecik kıymıklarını günlerimizin sıradanlığına batırıp dururuz. Ne yapalım peki? Bence gelin hep birlikte soruların canlarımızı yakmasına izin verelim… Rahat bir nefes almak için açtığımız koridorlarda hangi bahçelerin ağaçlarına rüzgarlar taşıdığını, yığdığını görmüş oluruz… Ekip biçtiğimiz huzur tarlaları kaç tedirginlik ormanlarımızı kül etmiş, kurduğumuz o gösterişli dengenin, avuçlarımızda kaç çırpınış serçesini ezdiğini, kalbimizin üzerine attığımız o kalın şalın hangi üşümelerimizi söndürdüğünü, biriktirdiğimiz o esrik sü-kûnetin kaba elleriyle kaç insani çığlığın ağzını kapattığını anlamış oluruz. Yoksa, bir gün derine düşeceği kendine unutturulmuş, yanındaki uçuruma gözlerini de hayalini de kapatmış “ustalaşmış” ip cambazlarının kimler olup olmadığını nasıl bilip öğrene biliriz?! Öyle değil mi? Ahh ne diyeyim ne söyleyeyim bilmiyor, bilemiyorum gayri… Bu huzursuzluk, bu rahatsızlık insan ömrünün kör beyazında kara bir gözbebeği gibi… Her gün, her an ak rahatlıklar ortasında kapkara bir rahatsızlık yüreklerimize bakıp, yeniden batıyor sanki… Sonra bir bakmışsın o ittiği, attığı, unuttuğu, uyuttuğu acılar, başka bir acının dokunuşuyla, namlunun ucuna getiriverir insanı… Bu sefer anlar ki tetiği çekmekten başka çare kalmamış. Çekilen her tetik en çok da çekenini tetikte bırakır öyleyse… Bu böyledir! Zira önce rahatı vurmalı kalbinden tetikteki parmakla! Çekilmese de tetik, çekilmez sancılara hazırlıklı olmak zorundadır her iki taraf! Şimdi benim parmağım tetikte değil, tetik parmağımda! Bir nevi parmağım tetik olmuş durumda. Dokunduğum rahatlıklar kadar ayrılık, suskunluk çimdikleriyle yaşadığım bu hayattan çok rahatsız olduğumu biliyorum. Şimdi ne kadar rehavetim varsa çimdikliyorum onları… Can! Ey can! Sen de çimdikle artık kendini…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |