Yaşam başlangıcı olmayan bir yolculuktur. -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
Osmanlı döneminde; Ermeni asıllı Sarafim Efendi’nin 1857 yılında kurduğu ve Beyazıt Okçular caddesindeki “Okçular Kahvesi” diğer adıyla “Uzun Kahve” ve sonrasında “Sarafim Kıraathanesi”nin de bir hayli müdavimi isimler vardı. “Ahmet Rasim, Hâlit Ziya, Namık Kemal ve Ebuzziya Tevfik Bey” gibi yazar ve şairler Sarafim’in bilinen en önemli müdavimleri arasında yer alıyordu. 1950’lili yıllara gelindiğinde Beyazıt’ta bir nevi “Kültür Merkezi” olarak anılan Küllük Kıraathanesi’nin müdavimleri arasında; “Reşat Nuri, Yahya Kemal, Peyami Safa, Necip Fazıl, Neyzen Tevfik, İlhan Berk, Mehmet Kaplan, Orhan Veli, Cahit Sıtkı” gibi önemli isimler mekân tutmuş, Faruk Nafiz ve Behçet Kemal 10. Yıl Marşı’nı bu kıraathanede yazdıklarını okumuştum. Velhasıl kelam, eski ve yeninin harmanı olan bu kalem erbapları “Marmara Kıraathanesi”ne takılır vakitlerini buralarda sohbet ederek geçirirlerdi. Ancak geçen zaman içinde burada da ne İzzettin Şadan, Ziya Nur Aksun, Mükrimin Halil Yinanç, Hamdi Çağıl, Nuri Karahöyüklü, Saip Atademir, Filozof Cemal, Hilmi Oflaz gibi bir önceki veya sonraki neslin yazarları artık yok olup gitmişlerdi. Bu insanların bir tek sözü bile insanlara huzur ve istikamet verirdi. Zira hepsi meselelerine vakıf insanlardı. İşte bu insanlardan biri de Abdülbaki Gölpınarlı idi. O, Marmara Kıraathanesi’ne gitmezdi. Ama onu yine de ismen çoğu ünlü isim tanırdı. Yaz aylarında Bayezıt Camii’nin hemen yanındaki meşhur çınarın ağacının dibinde zaman geçirirdi. Yine bölgede ki meşhur “Murat Lokantası”na yemek yemeye giderdi. Lokantanın sahibi rahmetli Müslim Ülgen’in onun öğrencisi olduğu söylenirdi. Zira Müslim Bey, Gölpınarlı Hoca’ya çok saygılı davranırdı. Bir insan, bir kişiyi tanıdı mı onun hakkında fazla bir şey okumak istemez; zira okunacak o kadar çok şey var ki… Ahmet Güner Sayar, Abdülbaki Gölpınarlı hakkında bir kitap yazdı. Ahmet Güner çok birikimli bir insan ve yazardır. Gerçekten ne yazmış diye kitabını alıp okudum. Nelerle karşılaştığımı anlatmak çok zor! Yakın geçmişimizi, kültürümüzü öyle şekilde ortaya koymuş ki onu burada seri halde üç beş yazı ile zor anlatırım. Hazret, Nazım Hikmet’in, Peyami Safa’ya dair yazdığı şiirine karşı Gölpınarlı’nın reddiye yazdığını bile kaleme almış… O yazmasaydı şimdi kim nereden bilebilirdi böyle bir şey olduğunu… Yine şiir Namık Kemal’i de hedef aldığı için Gölpınarlı; “Bu millete milliyetini duyuran / Zulmü, istibdadı, tahakkümü kıran / Büyük Türk’e Namık Kemal sövmek / İçtiğin Moskof şarabının neşesinden olsa gerek” dedikten sonra “Sırtlan tabiatlı nebbaş” diye yazmış… Ve daha yazılan bir çok şey var… Osmanlı’nın son dönemlerinde, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşayan nesil hiç kuşkusuz altın bir halkadır; kendi kültürümüzü ve ona lazım olacak tarzda Batı’yı çoğu bilindik yazarlardan daha iyi biliyorlardı. Cumhuriyet kendi kültürümüzü dışlayıp Batı’yı hedef almasaydı, bence çok daha iyi ederdi; bir insan kendini tanımadan kimi tanıyabilir? Zaten Sayar’ın kitabının tadı kendi kültürümüzü ortaya koymasından ileri geliyor diyebilirim kısaca. Diğer taraftan Ahmet Güner, Abdülbaki Hoca’yı yakından tanıyordu; yazdıkları kesinlikle bir biyografi değil, belki de bir kültür tarihidir desem realist bir tespitte bulunmuş olurum. Zira, yalnız Gölpınarlı Hoca’yı incelememiş; yakın dönemi, ona etki eden çevresindeki insanları da etraflıca ele almış; böylece Gölpınarlı’nın resmini tam olarak ortaya çıkartmış. Hocası, Mehmed Fuat Köprülü hoca mezuniyet tezi olarak, Osmanlı asırları içerisinde Melamet olgusu ile hakim Melamet damarını ve önde gelen Melamileri incelemesini istemiştir. Gölpınarlı, ününe layık olan “Melamilik ve Melamiler” tezini 1930 yılında hocasına teslim etmiştir. Çalışmasını “Aziz Üstadım” dediği Fuad Köprülü’ye şu sözlerle ithaf etmiştir: “Bu eserimi, Türk Edebiyat Tarihi’ni kurarak gençliğe ilim yollarını gösteren ve çalışma zevki veren Şarkiyat banisi aziz üstadım Prof. Dr. Köprülüzade M. Fuad Efendi’ye ithaf ediyorum.” Köprülü de 1931 yılında kitaplaşan bu eseri için bir “Takriz” kaleme alarak edebiyat ve tasavvuf tarihçisinin irfan hayatına gelişini; “… Bize ilk kitabı olarak bu kadar olgun bir eser veren genç müelliften ilim alemi daha pek çok hizmetler bekleyebilir.” diyerek müjdelemişti. Yunus Emre, Gölpınarlı’nın idrakinde çok yönlü bir hâl almıştır. Herhalde Gölpınarlı hangi düşüncenin içerisinde bulunuyorsa, Yunus’u da kendi idrakinde anlıyordu. Aslında Yunus benim bildiğime göre, dört dörtlük bir Müslüman şairdi. Okur-yazar olmayan rahmetli nenem bile Yunus Emre’nin şiirlerini dua diye okuyarak ağlardı, hatta o sözlerin sahibinin Yunus Emre olduğunu da bilmezdi. Fakat Gölpınarlı hangi düşünceye sahipse, bu büyük şairimizi o düşüncenin malı yapmış. Evet, Bektaşilikten Mevleviliğe, Hümanizmden Sosyalizme açılan Gölpınarlı, Yunus’u da oralara taşımış ender düşünce insanlarımızdan biridir. Gölpınarlı ömrünün son yıllarına doğru mistisizme sığınmış. Yunus Emre’nin ki de mistisizm değil miydi? Sayar’ın anlattığına göre, Yunus’un şiirlerini bestelemiş olan Ruhi Su bir gün yanına gelir. Gölpınarlı, Ruhi Su’nun yaptığı bestelerin okunması bitince; “Bunlar Yunus’un değildir” der. Bunun üzerine Ruhi Su şöyle söyler: “Aman hocam yapmayın! Nasıl olur? Bu şiirleri sizin kitabınızdan aldım.” İyice celallenen Gölpınarlı sesini yükseltir (Sebahaddin Eyüboğlu’nun Yunus Emre derlemelerini kastederek); “Ruhi! Ruhi! Sen Sebahaddinisin, sen Sebahaddinisin.” Ruhi Su ters yüz olup gider. Tabii bu hikâyecik, mistik düşünce tarzını benimsemediğinden sonradır. Ahmet Güner’in belirttiğine göre İstanbul’da Yunus Emre sempozyumu yapılır (Eylül 1971). Gölpınarlı da o sempozyumun değerlendirmesinde bulunur; “Seminerde bir garip ses duyulur… İnsan sevgisini, İslami görüşü şiiriyle ören, gönüller yapmaya” geldiğini söyleyen gönül eri Yunus’u, bu ses bir ihtilalci yaptı ve esefle söyleyelim ki; astı.” Elbette insan odun gibi değildir; kemale erme ameliyesinden dolayı sürekli tekâmül eder; işte bu sebeple kimisi mistiklikten materyalizme döner; kimisi de tam tersine. Ama bütün büyük adamların fikir hayatlarına bakınca, daha çok mistisizmin ön plana çıktığına artık eminim. Zira insan hayatın önemini anlar, batan gün bizi nerelere sürükler, ölmek mutlaka doğmak zorunda kalır. Ömer Faruk Akgün de Gölpınarlı’nın çok çileler çektiğini anlatıyor… Ahmet Güner Sayar’ın kitabını okuyunca, Gölpınarlı da bunu söylüyor. Gerçekten de tasavvuf vadisinde mürşit arayışları da çok sıkıntılı geçmiş hazretlerin… Hatta yaşadığı zelzeleleri : “Çok hey’ete girdim, geleli bezm-i cihane Bin surete koydu beni evza-i zamane” beyitiyle dile getiriyor.. Şimdilik, kalın sağlıcakla…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |