Bir insan bir kaplanı öldürmek istediğinde buna spor diyor, kaplan onu öldürmek istediğinde buna vahşet diyor. -Bernard Shaw |
|
||||||||||
|
Yurt dışındaki görevimin ardından aktif öğretmenlik hayatımı noktalama kararı almış ve emekliliğimi istemiştim. Artık kendi kanatlarımla uçabilirdim. Başta kurduğum planlarım, herkesi büyük üzüntüye boğan 17 Ağustos depremiyle bir anda hayal olmuş, sudan çıkmış balığa dönmüştüm. Deprem sarsıntısının ardından okullar güzel bir sonbahar günü kapılarını öğrencilere açmış; benim de içime tuhaf bir burukluk çökmüştü. Ne yapacağımı bilemez bir haldeydim. Tarık Bin Ziyad gibi ben de dönülmez bir yola girmiştim. Bir arkadaşım, daha önce birlikte çalıştığım meslektaşım Mustafa Ali Kasap’ın Ödemiş Atatürk İlköğretim Okuluna atandığını söyleyince çok sevindim. Eh artık Kasap’la rahatça görüşme şansım var demekti. Hem onu ziyaret, hem de okul havası teneffüs etme düşüncesiyle bir fırsat yaratıp, okula vardım. Öğretmenler odasındaki özlem faslını bitirmiştik ki, derse giriş zili çalıverdi. Benden izin istedi. Bir anda oda boşalmış, yapayalnız kalmıştım. “Kasap hangi sınıfa gidiyorsun, konun ne?” gibi peşpeşe soruları sorunca, o da “Gel hadi sen de, hem konumuz demokrasi, 7.sınıfta.”dedi. Sınıfa birlikte girdik. Öğrenciler müfettiş geldiğini sanarak, bizi saygıyla ve sessizce selamladı. Kasap öğretmen sınıfa beni tanıttı, öğretmenlik dışı uğraşlarımdan söz etti ve beni öğrencilerle baş başa bırakıverdi. Doğrusu bu ya, konu demokrasi olunca, yıllarca çaba harcadığımız ama bir türlü ciddi anlamda kökleştiremediğimiz bu çetrefilli konuyu nasıl anlatmalıyım, diye düşündüm. Yurtdışı deneyimlerimi burada sergilemenin zamanı geldi dedim, içimden. Kısa bir dinlenmenin ardından öğrencilere şu soruyu yönelttim: ”Ödemiş Üç Eylül Parkıyla Londra Hyde Park arasında ne fark var?” Öğrencilerdeki ufak bir şaşkınlığın ardından, yanıtlar gelmeye başladı. Kimi parkların büyüklüğünden, kimi güzelliğinden, kimi kalabalık oluşundan dem vuruyor, ancak bir türlü istediğim yanıt gelmiyordu. Tam umudumu yitirmek üzereyken, ön sıradaki bir kız öğrenci, birden “Demokrasi!” demez mi? İçimdeki sevinci hemen öğrencilerle paylaşmak düşüncesiyle, “Lütfen arkadaşımızı alkışlayalım.”dedim. Hepimiz bu cin fikirli öğrencinin başarısını kutladık. Sorum güç de olsa yanıtını bulmuştu. Ancak şimdi asıl zorluk başlıyordu. Sınıfta herkes Ödemiş Üç Eylül Parkını tanıyordu fakat Hyde Parkı bırakın Londra’nın nerde olduğunu bilen pek çıkmamıştı. Hayatlarında hiç görmedikleri bir yeri hem de demokrasi kavramını içine katarak nasıl anlatabilirdim? Konuyu süratle çözmem gerekiyordu; birden öğretmen kürsüsünün üstüne zıpladım. Kasap öğretmen de dahil tüm öğrenciler bu ani hareketim karşısında kısa bir şok geçirdiler; öyle ya, hayatlarında belki de ilk kez bir öğretmen, kürsünün üstüne çıkıyordu. İçlerinden çoğunun, bu herif kafadan biraz çatlak dediklerini, duyar gibiydim. Ama onların ne düşündükleri hiç umurumda değildi. Ben ikinci amacıma çoktan ulaşmıştım. Şimdi planımın üçüncü aşamasına geçebilirdim artık. Öğrencilere şu kısa konuşmayı yaptığımı dün gibi anımsıyorum:”Çocuklar, burası Londra Hyde Park! Bu parkın içinde herkesin üzerine çıkıp konuşabileceği bir kürsü var. Ben şimdi o kürsüden size sesleniyorum. Bu kürsüde herkes dilediği gibi konuşma özgürlüğüne sahiptir. Örneğin ben, İngiltere Kraliçesinin anasını, avradını, yedi sülalesini sövebilirim. İngiliz polisi de beni bir köşede dinleyebilir. O polis benim bu konuşmam nedeniyle kesinlikle hiçbir şey yapmaz! İşte burası, Londra Hyde Park, demokrasinin kalbinin attığı yer!” Ve kürsüden indim. Çocuklar hipnotize olmuş gibiydi. Sınıfta herkesin gözleri büyümüş, bense, başarmanın verdiği bir keyfi doyasıya yaşıyordum. O sevimli öğrencilerle tamamen doğaçlama bir yöntemle yaşadığım 40 dakikalık demokrasi dersini inanıyorum ne onlar unutacaklar, ne de ben! Zaman su gibi akmıştı. Sanki ders zili henüz çalmamış gibiydi; hiç birinin dersten çıkmaya niyeti olmadığı peş peşe gelen sorulardan kolayca anlaşılıyordu. Bana bu güzel anı yaşamamı sağlayan güzel insan, başarılı öğretmen sevgili dostum Mustafa Ali Kasap’a veda etmenin zamanı gelmişti. Öğrencilere de bir gün tekrar karşılaşmak umuduyla, herkese hoşça kalın, dedim. Bana öğrencisinin öğretmeni olmayı öğreten, Nazilli İlköğretmen Okulundaki o kahraman öğretmenlerime vefa borcumu umarım bir gün öderim diye, hâlâ çala kalem yazıyorum. Bu anımı sizlerle paylaşma gücünü de onlardan aldığım feyz ve ilhama borçlu olduğumu itiraf etmem gerek! Hem ben, hâlâ o öğretmenlerimin bir ayak tırnağı bile olamadığımı biliyorum! Ö.Akşahan ../..
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © ömer akşahan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |