"Denemeler"de gördüğüm şeyi Montaigne'de değil, kendimde buluyorum. -Pascal |
|
||||||||||
|
GÜNDEM YOĞUN, ALMANYA’DA MUKİM GAZETECİ VE ARAŞTIRMACI YAZAR-ANALİST SAYIN MUHAMMED CAN İLE GÜNDEMDEKİ ÖNEMLİ KONULARI EKVATORHABER.COM İÇİN KONUŞTUK. TÜRKİYE’DE GÜNDEM GERÇEKTEN YOĞUN. İÇ VE DIŞ HABERLERDE YOĞUN BİR SİYASİ SÜREÇ VAR. GÜNDEMİ YAKINDAN TAKİP EDEN BİR MEDYA ÇALIŞANI OLARAK (MURAT NAZLI) HABERLERE YETİŞMEKTE VE GÜNDEMİ TAKİP ETMEKTE ZORLANIYORUM. TÜRKİYE’DE YAŞAMAYAN FAKAT TÜRKİYE GÜNDEMİNİ ÇOK YAKINDAN TAKİP EDEN VE BENİM GİBİ MEDYA ÇALIŞANI OLAN M. CAN’A SİZİN İÇİN BAŞKANLIK SİSTEMİNİ, REFERANDUMU, GÜNDEMDEKİ KONULARI VE TÜRKİYE’NİN GİTTİĞİ SÜRECİ SORDUK. (MURAT NAZLI-İSTANBUL) SAYIN M. CAN SORULARIMIZI CEVAPLAR VE DÜŞÜNCELERİNİZİ BİZİMLE PAYLAŞIRSANIZ SEVİNİRİZ… 1-TÜRKİYE’NİN GÜNDEMİNE BAŞKANLIK SİSTEMİ OTURDU VE REFERANDUM GÜNDEMDE. NE DÜŞÜNÜYORSUNUZ? Türkiye, Osmanlı bakiyesi bir ülkedir. Bu bakiye üzerinde tampon bölge olarak kurdurulan Türkiye’nin nasıl bir rejim ile yönetilmesi gerektiğine Osmanlı İmparatorluğu’nu bölenler karar verdi.. 1945 Yalta Antlaşması’na göre paylaşılan Türkiye, pay olarak, dünyanın üçte ikisinin sahibi olan yeni patron ABD’nin payına düşmüştü. Nitekim kuruluşundan takriben çeyrek yüzyıl sonra İngilizlerden alınarak yeni patrona devredilen Türkiye yarım yüzyıl boyunca böyle yönetildi. Her şey patronun istediği gibi gidiyordu. Ama ne olduysa hesaba katamadıkları İran İslam İnkılabı ile birlikte, değişmez sandıkları dünya düzeni ekseninde oldu. İşte tamda burada Türkiye’ye yeni bir rol verilmesi düşünüldü. Ancak sorun şu ki “Türkiye nasıl bir rol üstlenmesi gerekir?” Bu konuda ABD’nin de çok net ve kesin uygulanması gerek gördüğü bir planın var olduğunu düşünmüyorum. İzlenimlerden elde ettiğimiz bilgiler ışığında değerlendirecek olursak, ABD; Türkiye için Başkanlık Sistemi’ne sıcak bakıyor diyebiliriz. Ya da “bak-gör” politikası izleyerek sonuçta kendine nasıl bir menfaat çıkaracağının hesabını yapıyordur. Malumunuzdur ki ABD, “Kaos” doktrinlerinden kendi hanesine nasıl artı yazdıracağının hesabını yapar. . Şunu da unutmamak gerekir ki ABD istemezse, Türkiye’de iktidarda olan partiler böyle bir değişikliğe gitme cesaretini gösteremez! ABD için Türkiye’de “başkanlık”, “halifelik” ya da “krallık” fark etmez hangi sistem olması önemli değil, onun için önemli olan hegemonyası altında tutabilecek enstrümanların olmasıdır. İktidardaki hükümet, kendisi için büyük bir engeli 15 Temmuz 2016 süreci ile birlikte imha ettiğini iddia ediyor. Kanımca bu erken verilmiş bir karar. Zira ABD bu konuda Türkiye hükümetinin elini güçlendirecek hiçbir girişimde bulunmuş değil. Bu durumda bilimsel olarak, başkanlık sistemini eleştirebilecek entelektüel birikimi de izole edilmiş oluyor! Şu halde geriye nasıl bir işlem kalmış olmalı. İktidardaki hükümetin isteklerini onaylaması gereken bir halk var. Bu halk; bu coğrafyada her zaman vardı. İktidarın güçlü liderliğini (bu liderlik bugün itibarı ile CB olarak görünse de aynı zamanda hükümeti yöneten Erdoğan’dır.) benimseyen halk referandum ve akabinde gelecek olan sistem ayarlarının değişmesi konusunda hiçbir bilgiye sahip değildir. Olması da düşünülemez. Kemalizm saplantısında çıkmayı adeta politik intihar olarak gören CHP ise muhalefet etmek şöyle dursun, kan kaybından öyle ya da böyle komalık bir vaziyette. HDP ise AKP iktidarınca potansiyel terör örgütü olarak lanse edilmekte. Bu durumda 1980 askeri cuntasının lideri Kenan Evren tarafından 1982 de önerilen anayasa değişimi referandumuna % 91 “Evet” diyen o halk ile bu halk! Peki, bu referandumda ilginç olan neydi anayasa değişiminin haricinde, darbe ile iktidarı ele geçiren bir asker halk tarafından Cumhurbaşkanı seçildi! Yani 16 Nisan 2017 referandum sonucuna şimdiden “Evet” denilerek, iktidar için olumlu sonuçla sonuçlanacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok! 2- SURİYE KONUSU VE DIŞ POLİTİKADAKİ ÇIKMAZ BAŞKANLIK SİSTEMİ İLE AŞILABİLİR Mİ VE NASIL ETKİLEYECEK? Türkiye’nin Suriye politikası diye bir derdi ve siyaseti hiç olmadı. Belki şunu söylemek daha doğru olacak. Türkiye Suriye savaşında basta ABD olmak üzere Suudi Arabistan, Katar ve İsrail’in direktifleri doğrultusunda biçilen rolü oynamak zorunda olan figüran konumunda kaldı. Dış politikada ki çıkmaz; Suriye, İran ve diğer direniş güçlerine karşı savaşan “Şer ekseni” ülkeler safında yer alarak çözülemez. Bu durum başkanlık sistemi ile açıklanıp aşılacak bir olgu da değildir. Zira liderliğin karar mekanizmasından ziyade taşıdığı misyon değerlendirilmelidir. Başkanlık sistemi güçlü bir liderliği esas alır. Sistemdeki hukuksuzluklar ya da daha açık bir ifade ile sistemin dayatıldığı halkların kültürel ve dini değerleri ile örtüşmeyen bir hukuk sisteminde liderliğin, “başkanlık”, “krallık” ya da “diktatörlük” olması değiştirici rol üstlenmez. ABD’nin dış politikasını daha iyi anlamak için ABD başkanlarından ziyade dış işleri bakanlarına dikkatinizi yöneltirseniz, size olayları ve dış politikada yapmak istedikleri hakkında daha geniş bir çerçeve sunar. Bu bağlamda Condoleezza Rice ve Hillary Clinton iki örneklik olarak yeterlidir. Hatırlayacaksınız, ABD eki başkanı Obama’nın iktidara gelişinin ilk döneminde, başkent Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bir konuşma yapmıştı.. O konuşmanın satır aralarında Türkiye’ye yapması gereken ödevleri sıralamış, akabinde de Mısır’a gitmiş ve muhteva olarak aynı sayılabilecek ödevleri onlara da vermişti. Mısır; Muhammed Mursi iktidarı ile bu derste sınıfta kaldı. Türkiye ise AKP etiketi altında bir süre dersine çalışır gibi bir izlenim verdi. Bir günde “Kardeşim” dediği Suriye Devlet Başkanı Sayın Beşşar Esad’ı “Zalim” ilan ederek, işgalci İsrail ve ABD’nin bölgede direnişin altın halkası olan Suriye’ye karşı başlattıkları sıcak savaşın tarafı olmada bir sakınca görmedi. Şunu çok iyi biliyoruz ki ABD ve İsrail güdümünde Suriye’ye karşı dayatılan 6 yıllık bu “vekâlet” savaşında yenilen taraf 1945’ten bu yana bölgenin patronu olan ABD’nin yenilgisinin ilanıdır. Bölgedeki hâkimiyetini ciddi oranda kaybeden ABD, kendi adına bölgeye hâkim olabileceğini sandığı Türkiye’ye biçtiği rolde, “Yeni Osmanlı” teorisinin çökmesi ile birlikte, farklı bir teori ile yeniden bir karşı atak geliştirmek işitiyor. Bunun adı ise Türkiye de başkanlık sistemi ve Ortadoğu’daki hâkimiyet rolünü kendi adına 2. el iktidara bırakma senaryosu olarak görmek mümkün. Kime karşı ve neden? Sorusunu da sormadan geçemeyiz! 3-İRAN-IRAK VE SURİYE’DE BİR KÜRT SİYASETİ VAR. ÜLKEMİZDEKİ KÜRT SİYASETİ İSE PKK VE TERÖR İLE ANILIR OLDU. BAŞKANLIK SİSTEMİ KÜRT SİYASETİNİ NASIL ETKİLER? Önce şunu belirtmek isterim ki herhangi bir ülke içinde düşünceler kültürler inançlar ve topluma ait kalıcı değerler dışlanır veya hepten yok sayılırsa, o toplum içinde oluşan çıkışlara, sosyal oluşuma “terör” damgası yaftalayarak sorun çözülmez. Bilakis her geçen dün daha büyük sorun olarak karşınıza çıkar. Düşünme neden suç olsun ki? Düşünce; muhatap alınan bir birey ya da topluma yansıyınca, muhatap alınanların sayısı arttıkça, mevcut iktidarın statükosu zedelenir, yönetimdeki gücü azalır, topluma dayatmak istediği düşüncenin zayıflamasının neticesinde egemenliğini yitirir ve böylece gücün el değişmesi tehlikesini de beraberinde getirir. statükocu iktidarlar; doğru düşünceden korkarlar, yanlış düşünceden değil! Geçmişte suç olarak kabul edilen ve ama zamanla doğruluğu kabullenilerek bugün sıradanlaşan düşüncelerin tarihteki birçok örnekliğine tanıklık ediyoruz. İşte böyle bir ülkenin vatandaşı olanlar, düşünce adına ne üretebilir ki? Kürt sorunu; İslam dünyasında Filistin davası ve işgalci İsrail sorunundan hemen sonra gelen ikinci büyük sorundur. Filistin ile İsrail arasındaki sorunu anlamak çok zor değil. Zira biri Müslüman diğeri Yahudi inançlı iki farklı dine mensup olmakla savaşın safları çok net bir şekilde belirginlik kazanabiliyor. Elbette bu sorunun içinde toprak gaspı ve dünya emperyalistlerinin de kendi çıkarları acısından tek taraflı çıkar siyasetleri gütmeleri de sorunun bir başka boyutu. Bu konuya kısaca değinmek istememin sebebi Kürt sorununu bir nebze de olsa daha rahat anlamaya çalışmaktır. Sizin saydığınız ülkelerin, yani İran, Irak, Suriye ve Türkiye. Bu ülkelerin içinde şahsım olarak ben, İran’ı farklı bir kategoride değerlendirmek isterim. Söz konusu değerlendirme; 1979 yılındaki Muhammedi İslam adına yapılan İslami devrimdir. Ki Müslüman bir birey olarak ‘İlahi yasaların cari olduğu bir ülkede, çeşitli ırkların varlığını ön plana çıkartarak sorun yaratmanın, hakikatte ilahi nizama karşı açılmış bir savaş olarak değerlendiriyorum.’ Ne yazık ki bu devrim; İslam dünyası tarafından layık olduğu saygıyı göremedi. Öyle bir devrim ki savunma sanayi, bilim, teknoloji ve kalkınmada öncelik. İslam tarihi boyunca empoze edilen savaş İslamını Muhammed Nebinin öğretileri doğrultusunda yeniden barışçı İslam anlayışını yerleştirdi. İslam peygamberinin irtihalinden sonra büyük bir sorun olan liderlik sorununa, “Velayet-i Fakih” öğretisi ile İslam dünyasına liderlik arayışına son verdi. Kadının hak ettiği konuma kavuşması acısından dünyada başka bir örnekliği olmayan düzenlemeler de bulundu. İslami boyutu ile uygulanması neticesinde eğitimi, çeyrek yüzyıl içerisinde Batı dünyasının iki asır süresince, ciddi savaşlar ve bedeller ödeyerek ulaştığı düzeye getirdi. Ancak asıl konumuz olmadığı için bu kadarı ile yetinip Türkiye boyutuna dönelim. ‘Kürtler, bağımsızlık mücadelesi değil, devletleşme mücadelesi veriyor.’ Bölgedeki Arap, Kürt ve Türkler bellek yırtılması yaşıyor. Kendi vatanlarında ABD varlığına ve vatanlarında kurdukları üslerine karşı itiraz etmiyorlar. Bir Müslüman olarak üzülüyorum. Bu toplumların özgürlük mücadelesi adına ikna olamıyorum. İlginç olan ise kendi aralarında alan hâkimiyeti adına her gün onlarca yüzlerce evlatlarını kurban vermeleridir. Oysa verilen bu kurbanlar, ABD ve İsrail’e karşı yapılan bir mücadelede kesinlikle zafer ve özgürlük getirirdi. Kuzey Kürtleri ise sadece devletleşme mücadelesi veriyor. Ancak bu devletleşme mücadelesini bile, işgalci İsrail ve ABD ile bazı Batılı devletlerin inisiyatifinde veriyor. Öyle ki, bugün görevde olan yöneticilerin binlercesini, birinci Körfez Savaş’ından sonra ABD, özel operasyonlar düzenleyerek Türkiye’deki İncirlik askeri üssünden ABD ye taşıdı. Keza, Mesut Barzani’nin de İsrail ve onun terör kurumu olan MOSSAD ile olan yakın ilişkileri çok açık. Bu durumda bağımsızlıktan söz etmek, bağımsızlık kavramının haysiyet ve iffetine halel getirir! Suriye savaşı ile birlikte Batı Kürdistan Kürtleri ise olası bir özerklikle yetinecekler. Kuzey Kürtleri ise Türk halkının müptela olduğu politik şizofreniye yakalanmış. Dikkat edecek olursak “devletleşme” ile “bağımsızlık” farklı kavramlar olduğu gibi, taşıdığı misyonlar da çok farklıdır. Onlarca Arap kabile iktidarları kendilerine minik yapay devletler kurmuş olmalarına rağmen hiçbiri bağımsız değiller. Bizim ilahi öğretilerimizde devletleşme, bağımsızlıktan ayrı bir olgu değildir. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesinde, Kürt haklına ait bütün değerleri inkâr edip bu kadim halkın değerleri üstüne kendi ontolojik varlığını kurup, yaşatmak istediği için hiçbir zaman Kürt halkının tarih sahnesinde hak ettiği yeri almasına tahammül edemez. Sinemadan sanata, sanattan müziğe, misafirperverlikten mutfak kültürüne kadar bu milletin değerlerini kendine yontan bir zihniyetten bahsediyoruz. Bir örneklik olarak, Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan Sümerbank gibi bir kurum, Sümerlerin Türklerin tarihinde yeri olmayan kavim olmasına rağmen bu zihniyet onu kendine ait bir değer bilmiş. Ve ya Hititler ile Eti Bank ilişkisi gibi! Yirmi birinci yüzyılda yaşamamıza rağmen hala Berlin Duvarı gibi ya da inkârcı İsrail gibi Kürt ulusu arasına duvar örerek soruna çözüm bulacağını sanacak kadar Devekuşu gibi ebleh duran politikalar yürütüyor. Kürt halkı adına mücadele verdiğini iddia eden PKK’nin, devletleşme ya da bağımsızlık gibi bir ilkesi yok. İlkesiz örgütler ise terör örgütü olarak yaftalanmaktan kurtulamaz! Türkiye’de Kürt siyaseti diye bir kavram var mı? Belki Kürtler üstünden rant devşirme ve politik kariyer elde etme mücadelesi diyelim. Ki bunların en başında HDP camiası gelmektedir… Şu anda mevcut parlamenter sistemin Kürtleri kullandığı gibi başkanlık sistemi de Kürtleri istediği yönde kullanmayı çok iyi bilecektir. Öte yandan yükselen Kürt ulusalcılığına karşı görece de olsa basit bazı bölgesel imtiyazlarla devletin üniter yapısını korumak. Nitekim MHP’nin Erdoğan’a kayıtsız şartsız itaat ederek anayasa değişimi ve referandum surecine destek vermesi bunu gösteriyor. 4-TRUMP ABD’DE SEÇİMİ KAZANDI…OBAMA’DAN FARKLI BİR SİYASET İZLEYECEK..TEK KUTUPLU DÜNYA ÇOK KUTUPLU OLMAYA BAŞLADI TRUMP’IN BAŞKANLIK SÜRECİ NASIL OLACAK? ORTADOĞU BÖLGESİNE NASIL YANSIYACAK? Kapitalizm krizi öncelikle Batı toplumu olmak üzere Asya ve Amerika kıtasına onarılması mümkün olmayan toplumsal yaralar açmış. Önce bir konuya açıklık getirmek gerekiyor. ABD seçimlerinin Ortadoğu dediğimiz ki bu kavram, İslam dünyasını tanımlamaz. Zira İslam dünyası; Doğu’da, adalardan oluşan Endonezya’dan (ki Avusturalya kıtasına komşu) başlar Batı Afrika kıtasında bulunan Fas’a kadar 18.000 Km. Kuzeyden, Kazakistan’dan başlayarak güneye Somali’ye kadar uzanan 10.000 Km’lik bir kara parçasını ihtiva eder. Bu mesafe dünya çapının yarısına tekabül edecek kadar muazzam bir alanın ifadesi. İşte yeni ABD Başkanı Trump’ın seçilmesini değerlendirirken, bu muazzam büyüklükteki İslam dünyasının tarihini, kültürünü, siyasetini, ekonomisini kısaca bu dünyayı kendisi yapan değerlerini bilmeden ve onlar adına kimler kapalı kapılar ardında nasıl planlar yaptığını bilmeden değerlendirmek, bilimsel analizler değildir. Olsa olsa kişioğlunun kendi düşünceleri ile göstermek istedikleri içgüdüsel tahminlerdir. Gönül isterdi ki bu soruların muhatabı, İslam dünyası adına İslam dünyasına ait ülkelerden bir araya gelmiş ve ‘Velayet Kurumu adına oluşmuş olan bilgi üretim üniteleri’ olsaydı da onlar cevabını verseydi. 2. Dünya savaşında Almanların yenilgisi ile onların sloganları haline gelen ‘Ein tausend jahriges Reich’ yani ‘Bin yıllık imparatorluk’ hayallerinin de sona ermesi oldu. İngiliz devlet adamı Churchill, Berlin’de bacak bacak üstüne atarak yaktığı purosu ile yeni bir dünya düzeninin mesajını veriyordu. Dünyanın iki süper gücünün savaşı sonucunda ABD, Almanlara galip gelince, 3 büyük dünya patronu; Roosevelt, Churchill ve tabi ki Stalin Ukrayna’nın Yalta şehrinde bir araya gelerek dünyayı yeniden paylaştılar. Dolayısı ile yeni dünya lideri olarak Roosevelt, şu dört sloganla tarih sahnesinde Amerika’nın rolünü belirliyor: 1- İfade özgürlüğü 2.-İnanç özgürlüğü 3- Eşitlik 4- Yaşam güvenliği. Yani Washington 1945’ten bu yana kendine dünyanın lideri rolünü biçmiş. Biçmesine biçmiş ama gel gör ki onların istediği gibi bir dünya da bir türlü kurulmadı kurulamaz da! ABD’de başkanlık koltuğuna kimin geleceğinin hemen hemen hiçbir önemi yok. ABD için önemli olan İsrail’in güvenliği ve ABD’nin kendi çıkarlarıdır. Söz konusu bu iki kalıcı değerleri savunmayı taahhüt etmeyen ve fiiliyatta uygulamaktan imtina eden kim olursa olsun ona yaşama fırsatı verilmez . Ekonomik, askeri, kültürel ve sosyal yapı olarak evet, dünya her zaman çok kutupluydu. Ancak 1990’lı yıllarla birlikte tarih sahnesine; ilhamını Mekke ve Medine’den alan yeni bir sistem çıktı ve bu sistem dünyadaki bütün dengeleri sarsıyor. Bunların başında da ABD’nin dünyaya dayatmak istediği “tek kutuplu dünya düzeni” sistemi geliyor. Orta doğu da taşlar yerinden oynamış! Biraz önce Roosevelt’in dünyaya sunmak istediği 4 temel ilkeden söz ettik. Bu ilkelerin İslam’dan alınmadığını kim iddia edebilir ki? Hatta İslam bu ülkelerin çok daha ötesini sunuyor. Büyük düşünen yürekler; dil, ırk, coğrafya, ekonomi, sınıf iktidarı sair geçici ve görece değerlere teveccüh etmezler. Ancak mücadelesini verdiği din gibi ulvi davalarında bunlarda onun içinde layık olduğu yere konuşlandırılır. İşte böyle bir şahsiyet olan İmam Ayetullah Humeyni, İslam dünyası adına inkılap yapınca, Ortadoğu’da köşe başlarını tutan bütün taşlar yerinden oynadı. Afganistan’dan tutun Fas’a Yemen’den Azerbaycan’a kadar bütün taşlar yerinden oynamış. Oynayan bu taşlar yerinden sökülüp atılıncaya kadar istikrar bozulmuştur. Direniş İslam’ı; bölgenin tamamına hâkim olup, kuklacı adına yönetimlerde olan kuklaları alaşağı edipte, bölge halkının değerlerini özümsemiş, yerli yöneticiler yönetime el koyana kadar bu süreç devam edecektir. Sözünü ettiğimiz sürece ne Trump, ne de bir başkası kesinlikle mani olamayacaktır. 5-TÜRKİYE’DEKİ İSLAMİ DÜŞÜNCE VE HAREKET HAKKINDA NE DÜŞÜNÜYORSUNUZ? AKP İLE MUHAFAZAKÂRLAŞAN İSLAMİ ÇEVRELER, BAŞKANLIK SÜRECİNDE VE REFERANDUMDA VE DAHA SONRA NASIL DAVRANACAKLAR? İSLAMİ ÇEVRENİN SURİYE POLİTİKASI NASIL BİR SONUCA ULAŞIR-ULAŞACAK? Türkiye halkında an itibarı ile İslami düşüncenin, yani köklü manada Kur’an-i bir akide üstüne inşa edilmiş alt yapının olduğuna inanmıyorum. Kendimi bu konuda ne kadar iyimser olmaya yöneltmek istesem de bu duyguyu bir türlü yakalayamıyorum. Bu konuda iyimser olamamamın birçok nedenleri var. İlk aklıma gelen nedenlerden biri bugün İslami düşünce diye halka sunulan İslam, Emevi düşüncesinde ve anlayışındaki İslamdır. Sizin de malumunuzdur ki bu İslam, İslamın temel ilkesi olan ilahi öncü İslamına zıt değerler barındırır. Türkiye’deki İslam kültürü; Kur’an-ı Kerim’e dayandığını iddia etse de Sakife’de beyni felç edilen bir İslam anlayışının varisidir. Ki bu İslam Muhammedi öğretilerin zahiri boyutunu halka dayatmasına rağmen her daim yönetici-erk kendini muaf tutmuştur. Böyle bir İslam, bilinen diğer beşeri ideolojilerden öteye geçemez. Müslüman halkların gayesi geçmişlerinden kendisine sağlam malzeme çıkartmaya çalışması olmalıdır. Geçmişteki bazı kişi ya da kurumlara özenti tarih tapıcılığından öteye geçmez. Tarihin dehlizlerine inmek elbette zorunludur. İlahi öğretilerimiz de bizi bu konuda teşvik etmektedir. Ancak burada sözünü ettiğimiz teşvik bilinçsiz bir şekilde tarihteki olguları günümüze uyarlamak değil ondan kendi zamanımıza hitap edebilecek değerlere buluşturabilme gayesi güdülmeli. AKP ile birlikte kendini dindar göstermek isteyen çeşitli gurupların kendi İslam anlayışında var olan Dar-ul Kufr, Dar-ul Şirk, Dar-ul Harp gibi fıkhi kavramlardan ilham alarak, tebaasının Beyt-ul malını ganimet bilmesini yadırgamıyorum. Zira bu anlayışın kendisi yağma kültürü olan bedevi Arap kültürünün kendini İslam adı altında yukarıda söylediğimiz Sakife anlayışı ile İslami kimliğe bürünmüş halidir. Değerli okuyucularımız da çok iyi biliyor ki devrimler, tarihte ender ve aynı zamanda köklü değişimler getiren toplumsal olaylardır. Söz konusu İslami devrim olunca daha bir önem kazanıyor. AKP İslamına, bugün dünyanın hemen her yerinde sömürü adına kan döken, yağma ve talan kültürünün öncüsü olan, Amerika’nın böylesi bir İslam anlayışına her zamankinden daha çok ihtiyacı olacaktır. Referandumdan sonra mutlak güç olarak kendilerini görmek isteyecek, gerek iç ve gerekse dış gelişmelerde her zamankinden daha agresif tutum takınacakları kuşku götürmez gerçeklik haline dönüşecektir. Nitekim bunun sinyallerini İsrail’le olan son 7 yıllık gizli dostluklarını yeniden alenen gündemlerine almaları oldu. Nasıl bir İsrail’den bahsettiğimizi ve AKP iktidarının neden Suriye’ye karşı bu denli hırçın tutum takındığını birlikte değerlendirdiğimizde olay kendini daha rahat gösterecektir. Türk İslamcıları; alan hâkimiyeti adına Suriye’yi kendi vatanlarının bir parçası olarak görüyor veya görmek istiyor. Bu düşünce onlara, geçmişte kalan Osmanlı Hanedanlığı’nın sahip olduğu emperyalist/sömürgeci düzeninden sirayet etmiş. Düşünce hâkimiyeti olarak da Avrupa’yı derinden etkileyen ve dünyaya da fildişi kulesinden bakmayı öngören, Fransız aydınların öncülüğündeki 1789 halk devriminden beslene İttihat ve Terakki cenahının oluşturmuş olduğu bir Türkiye’den bahsediyoruz. Bunu neden söyleme ihtiyacı hissettim. Çünkü Türk İslamcıları Arap dünyasına tepeden bakmayı işte sözünü ettiğimiz Fransız geleneğinden almış ve bugün hala dünyayı aynı gözle görüyor ve olayları öyle okumayı tercih ediyor. Peki, ama kendi öz değerlerimizden beslenerek gerçekleşen İslam inkılabımıza neden bu denli acımasız tavır sergiliyorlar? İslam dünyasının düşmanlarına dostum-dostum diyerek onların yöntemlerini olmazsa olmaz kabul ediyorlar? Neden? Acaba Türkiye halkın âlim ve aydınları düşünme yetisini hepten mi yitirdi? Oysa İslam inkılabımız; Fransız-Rus ya da ABD devrimlerinin de iddia etikleri dünya halklarını yaratışta eş ya da inançta kardeş görmek gibi bir farkındalıkla kendi temel değerini belirledi. Her türlü sömürü ve adaletsizliğe, ilahi emir gereği karşı durmayı temel ilkeleri arasında sıraladı. Diğer devrimlerin aksine olaylara sadece maddi fenomenler ve materyalist bir diyalektikle bakmayı yetersiz bilerek mevcut maddi ve manevi olguların her türlüsünü ilahi yasalarla ilişkilendirmek ve bu eksende değerlendirme olmazsa olmaz ilan etti. Büyük bir bilinç burkulması var. Endişem o dur ki bu burkulma, “başkanlık sistemi” ile kutsallık statüsüne yüceltilen liderlik çerçevesinde bellek yırtılmasına dönüşsün! Vaziyet böyle olunca, çokta yadırgamıyorum. Sayın Can! Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Bende burada sizin aracılığınız ile İslam devriminin yıldönümü münasebeti ile başta Sayın Ayetullah Ali Hamanei’ye ve devrime gönül vermişlerin devrimini kutlar, çalışmalarınızda başarılar diliyorum.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Muhammed CAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |