..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Zamanı gelen bir düşüncenin gücüne hiçbir ordu karşı koyamaz. -Victor Hugo
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > İnceleme > Din > Muhammed CAN




1 Kasım 2010
Velayet-i Fakih ve Siyasla İslam  
Muhammed CAN
Kaynaklardan ziyade okuyucunun İslami bilinç seviyesinin yüksek olduğu kabul edilerek mümkün olduğunca siyasi bir bakış oluşturulmaya çalışılmıştır. Yer yer kinayelere, kimi yerlerde de alegorik metaforlardan oluşan paragraflara rastlamak mümkündür


:EJAC:
________________________________________


Bismihi Teâlâ

“Sizler Kitab'ı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?’’ Bakara /44



Hamd bütün alemleri yaratan, nefislerdeki gizliyi dahi bilen, « hayy ve kayyum » olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam onun resulü, habibi, kullarının seçkini, âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed (s.a.a)’e ve onun pak ve pakize Ehl-i Beytine olsun. Ve yine selam hidayet ehline tabi olanlara olsun ki, onlar apaçık delillerle sapıklıktan uzaklaşıp Rabb’in rızasını kazanmak ümidiyle yanıp tutuşmaktadırlar.

Elinizdeki bu eser, İslam peygamberi(s.a.a)’nden on dört asır sonra yeniden ısrarla gündemleşen ve haklı ısrarcılığın temel ekseni olan Velayet-i Fakih kavramının siyasi boyutuna yoğunlaşan bir çalışmadır.
Özellikle İslam İnkılabı’ndan sonraki sürecin tahlili, Batı’nın İslam İnkılabı aleyhindeki politikaları, siyasi tutumları, çeşitli yalan ve iftiralarla yıpratmak istediği İslam dininin onurlu çıkışını ve Velayet-i Fakih’in İslam dünyasına yansımasını, çeşitli açılardan incelenmiştir. Bununla birlikte İslam İnkılâbı’na alternatif olarak geliştirilen “Ilımlı İslam” senaryosunun arka planı, Velayet-i Fakih ekseninde İslam dünyasının bağımlılıktan kurtularak yeniden izzet ve ihtişamına ulaşabileceği, bunun en güzel örneğinin İran ve Lübnan’da görüldüğü analizlerinden oluşmaktadır.
Bu konuda Türkçeye kazandırılmış eserler yeterli olmasa da yok değildir.

Çalışmada ayrıca bazı siyasi çelişkiler de yer yer kısaca irdelenecektir.
Kaynaklardan ziyade okuyucunun İslami bilinç seviyesinin yüksek olduğu kabul edilerek mümkün olduğunca siyasi bir bakış oluşturulmaya çalışılmıştır. Yer yer kinayelere, kimi yerlerde de alegorik metaforlardan oluşan paragraflara rastlamak mümkündür.
Alışılmışın dışında kimi çıkışlar ve keskin paragraflar görmek mümkün olabileceği gibi, düşük çıkışlara da yer verilmiştir.
Bu tür helezoni oluşturmanın amacı, elde edilecek tablonun bütünlüğünün değerlendirilmesine yardımcı olmaktır.
Batı dünyasının maddeye eğilimine olanca teveccühüne rağmen İsa Mesihin de havariliğini yaptığını iddia eden, Vatikan’ daki zevatın duruşunu gayet normal karşılayan, muharref Hıristiyanlık dininin selameti için nihai bir makamı onlar adına gayet doğal karşılayan İslam ümmetinin, acaba kendisini bu haktan mahrum bırakmış olmasının daha açık bir ifade ile birilerinin ümmete bu hakkı çok görmesinin asıl gayesi nedir? Bu amaç kimlere hizmet etmektedir? İslam dünyası neden bu ve sair konuların kritiğini, kendi içinde bilimsel öz eleştirisini olgunlaştırmıyor? Neden bu konunun(velayet) bir ümmetin olmazsa olmazı olduğunu görmezlikten geliyor? Acaba İslam dünyasının mümtaz alim ve aydınları, Hristiyan dünyasının papazlarından daha mı az nefis tezkiyesi yapmışlar da...
Elbette hayır; ancak İslam dünyasının en olmazsa olmazı olan sorunun hallinde, birilerinin saltanatlarının sütunları çatırdayacak, böylece zulüm sarayları başlarına yıkılacaktır da ondan...
“Zulmedenler, yakında nasıl bir inkılapla devrileceklerini göreceklerdir.” Şuara: 212

Bu eser, kendi alanında Türkçe olarak kaleme alınan eserler içerisinde bir ilk olma özelliği taşıdığından ötürü, maalesef yazarın işlediği konular hakkında faydalanabileceği kaynaklar da yok denilecek kadar azdır.
Kaynak yetersizliğinin menfi yönü dikkate alındığında, eser büyük iddialar taşımadığı halde, özellikle Siyasal İslam terimine aşina olanlar, bu eserin Türkiye’de önemli bir boşluğu dolduracağını düşünmektedirler.
Eserdeki konular ve içerik, yazarın İslam dünyasının iki büyük ekolü ve Siyasal İslam pradigmasına olan aşinalığı ve değerlendirmesi olarak telakki edilmelidir.

Okuyucuya, tenkit edilmesi gereken birden fazla konularla karşılaşacağını önceden bildirmek isteriz.(Ancak hulefa ekolünün derinliklerine inebilenlere önemli ipuçları sunacaktır)Bundan daha doğal bir şey de beklemiyoruz.
Çalışmanın temel ekseni olan Velayet-i Fakih ve “Siyasal İslamın zaferi” kavramına özüne binaen olarak siyasallık yüklenmiş, İslami hareketlerdeki önemli boşluğun bu olduğuna karar verilmiştir.
Tanınmış yazar ve İslam analisti Fransız yazar Oliver Roy ‘’Siyasal İslam’ın İflası’’ adlı eserinde, “Büyük iddialarla İslam Devrimi’nin öncüsü İmam Humeyni’den sonra, devrimin dıştan ziyade içte kendini yenileyemeyen İslam’ın sönüklüğü ve sonuçta tükenmeye mahkum olmasıdır.
İslam, İran’da olduğu gibi iktidara gelebilir; ne var ki gelse de İslami gelenek ve hukuktan başka hiçbir şeye etkisi olmayacaktır. Nitekim modernizmden kopyacılık yapıyor, söz konusu kopyacılık onun siyasallaşmasına en büyük engel olacaktır.” şeklindeki özet tespitine karşılık, zaman Oliver Roy’u hiç de haklı çıkarmadı.

‘’Sizin veliniz ancak Allah, O’nun peygamberi ve namaz kılıp ruku halinde zekat(sadaka) veren müminlerdir. Kim allah’ı, peygamberini ve(ruku halinde zekat veren) müminleri veli edinirse (Allah’ın partisidir ve bilsin ki), şüphesiz Allah’ın partisi üstün gelecektir.’’ Maide/55-56
Sorumluk :

“(Ey Resûlüm) De ki, yapmış olduğum tebliğe karşılık, sizden, yakınlarımı sevmenizden başka bir ücret istemiyorum...” Şura/23 ayet-i celilesi ile ümmete yüklenen ilahi sorumluluk, sevilmeleri Allah(c.c) tarafından emredilen, dini bir sorumluluktur. Nitekim Resulü Ekrem(s.a.a)’in yakınlarının kimler oldukları çeşitli İslam kaynaklarında açıklanmıştır. Resulü Ekrem(s.a.a) kendisinden sonra din adına ümmete bıraktığı ilahi emanetler hakkında, buyurdular ki:
"Ben sizin aranızda iki büyük, değerli ve muteber şey bırakıyorum ki, siz ümmet olarak o iki şeye sarılacak olursanız, benden sonra dalalete düşmezsiniz, onlardan birisi Allah Tebarek ve Teala'nın kullarına gönderdiği sağlam bir ip olan yüce Kur'ân ve diğeri de benim Ehlibeytim, ıtretimdir. Bu ikisi (Kur'ân ve Resulullah'ın Ehlibeyt'i) havuzda bana ulaşıncaya kadar birbirlerinden ayrılmazlar. Aranızda bıraktığım iki değerli ve aziz şeyi nasıl gözettiğinize bakacağım."
Kur’an ve İslam peygamberinin ilahi verileri Ehl-i Beyt hakkında sadece bir ayet ve hadisle kalmıyor. Biz birer tane aktarmakla yetineceğiz. Bunun gerekçesi daha önce açılanmıştı. Yukarıya yazılan hadisi şerifi Sahih-i Müslim ve Ahmed b. Hambel ve Sahihi Buhari ile Malik b. Enes de hadisi nakletmiş ve mezkur hadisin sahih olduğuna hükmetmişlerdir.
Hayat, tarihi satır satır okumak için çok kısa; ama hayatın doğru yön bulması için tarihten ders almak, onu doğru öğrenmek ve uygulamak bir o kadar da tarihin okunmasını zorunlu kılar.
''Eski'nin yenisi''e büyük benzerliklerle geçmişin izlerini taşıyan " tarihin bütün dönemlerinde insanoğlunun karşı karşıya bulunduğu en temel
problemler arasında; kime, hangi geçerli sebepten ötürü ve hangi ölçüye göre tabi olma meselesi hep var olagelmiştir.
İlahi öğretilerde bu sorun ilk kez Adem(a.s)’in yaratılış safhasından sonra Allah(c.c)’ın meleklere, Adem’e secde etme emrini verdiğinde, ilk emre itaatsizliği ibliste görüldüğünü bildirir.

Daha sonra yeryüzünde ilk kez Adem(a.s)’in evlatları olan Habil ve Kabil’in arasında emre itaatsizlik vuku buldu. Böylece yeryüzündeki ilk düşünce ayrılıklarının tohumları atıldı ve insanlar arasında fitne başgösterdi. O günden bugüne dek, bugünden insanlığın yeryüzündeki son anına kadar sürecek olan bu nifak kutuplu insanlığın en önemli sorunu olan tefrika...
Din, ideoloji, felsefe, mezhep, meşrep, tarikat, cereyân, grup... şeklinde bölünmüş bulunan Adem evlatları, kendilerini birleştirip bütünleştiren -müslüman ve bu sebeple kardeşlik- şuurdan mahrum olmamalıdırlar.
Birliğin temeli olan ortak nokta Tevhid(ilahi din /İslam)’e inanmak, bütün mevcudatın yegâne yaratıcısı olan Yüce Allah’ın emirlerine itaat, büyük insanlık ailesinin zaruri görevidir.

Özellikle, son ve kusursuz dinin mensubu olan müslümanlar, önemsiz ayrılıkları ve farklılıkları gündemine almayı tercih etmeden tefrikayı devam ettirmemeleri, Allah düşmanlarına buğz etmeleri, dostlarına da sevgi beslemeleri onların ilahi sorumlulukları içindedir.

Bilgi kirliliğinin zirvede olduğu çağımızın en önemli sorunu, kirletilmemiş (ilahi bilgi kaynakları) bilgiye ulaşmanın verdiği avantajları azami derecede kullanmak, bu uğurda ihmalkâr ve sorumsuz davranmamak, İslam dünyasına çöken karabulutları dağıtmak ve küfür, yeryüzünden kalkıp din yalnızca Allah’ın oluncaya kadar mücadele siperlerini bir an dahi olsun boş bırakmamaktır.

‘’Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridir’’ ilkesince, İslâm'ı öğrenme, yaşama ve yaşatma çabasına girmek, birbirlerine destek olmak, birilerinin kusurlarını görmemek, ancak yalnışlarını meşru bir yöntemle düzeltmeye gayret göstermek,
eksiklikleri tekil(ben)’e, doğru ve güzellikleri çoğul(biz)’a atfetmek, anlayışı ile mücadeleyi hayatın her safhasında sürdürmek...

Çünkü İslam dini, Adem evlatlarının ferdi ve toplumsal hayatlarında onların sorumluluklarını hakkı ile yerine getirebilmesini sağlayan, dünya ve ahiret hayatının saadetini temin ederek onları doğruya ulastıran sistemdir. Bunun içinde yüce Allah(c.c) Nübüvvet ve imamet tayin etmiştir.






İmam Mehdi(a.f):
Peygamber ailesinin pak imamlarından olan İmam Huseyn (a.s)’in oğlu İmam Zeyn’ul- Abidin (a.s)’ den nakledilen bir hadiste Hazret buyurdular ki:

“On iki İmam’ın gaybeti uzun sürecektir. Onun imametine inancı olan ve gaybet zamanında zuhurunu bekleyen halk, diğer zamanlarda yaşayan halktan daha üstündür. Çünkü Allahu Teala onlara öyle bir akıl, düşünce ve marifet derecesi vermiştir ki, onlar için gaybet zamanı, İmam’ın hazır bulunduğu zaman gibidir ve Allah onları Resulullah (s.a.a)’ın huzurunda cihat eden mücahitler gibi kılmıştır; doğrusu onlar bizim samimi ve gerçek şiilerimizdir. Onlar, gizli ve aşikâr olarak insanları Allah’a yönelmeye çağırırlar. Zuhuru beklemek ise en büyük kurtuluştur.”
İslam ümmetinin 12. İmamı olan Mehdi(a.f) hicri takvimin 255. yılında Irak’ın Samerra şehrinde dünyaya gelimişti. O hazretin pak babası, 11.İmam Hz. Hasanu’l- Askeri(a.s) ve annesi de Nergis hatundu.
İmam Mehdi hazretleri, daha beş yaşındayken, kutlu babası bu dünyadan ayrılınca ilahi emirle İmamet makamına geçmiştir. Daha kutlu babaları hayattayken, İslam âleminin çeşitli yerlerinden, Ehl-i Beyt dostlarından olan güvenilir müminler, İmam Mehdi(a.f)’yi bizatihi ziyaret etmişlerdi.
Gaybet dönemleri:
Yüce Allah’ın emriyle Gaybet-i Suğra (küçük gaybet’)’ya çekilen İmam Mehdi(a.f)’nin bu dönemi 69 yıl sürmüş ve bu dönemde o hazretin emrinde sırasıyla dört naib bulunmuştur:
1-Osman bin Said
2-Muhammed bin Osman
3-Hüseyin bin Ruh Nubehti
4-Ali bin Muhammade Semeri
Bu dört naibi vasıtası ile kendisine inanan izleyicilerini yönlendirmiş, onların sorunlarını gidermiş ve sorularını cevaplamıştı.
Hicretin 329. yılında ilahi hikmet gereği Gaybet-i Kubra (büyük gaybet)’ya çekilen 12. İmam Mehdi(a.f), şartların olgunlaşması durumunda ilahi iradeye uyarak tekrar zuhur ve kıyam edecektir. Zulüm ve adaletsizlik, sömürü ve zorbalık bataklığındaki insanlığı tekrar karanlıktan kurtaracak, adalet eksenli evrensel hükümetini kuracaktır.
İmam Mehdi(a.f) İmamet nurunun son halkası olan 12. İmam olarak bugün de hayatta olup Allah’ın yeryüzündeki kesin ve son hüccetidir. O hazret gaybette olmasına rağmen, onun imameti aralıksız olarak devam etmektedir. Ne var ki, ilahi irade insanlığın maslahatı gereği, bu imamet görevini gaybet döneminde tekvini açıdan doğrudan olduğu halde, teşrii imamet açısından ise dolaylıdır.
Yine o hazretin kendisinden nakledilen ve kendisi de naklettiği hadisi necip babaları na, onlar da dedesi Resulullah(s.a.a)’a dayandırdığına göre, o hazretin gaybet döneminde ümmetin sevk ve idaresi fakihlere bırakılmıştır. İleride bu tür hadisler aktarılacaktır.
Yani Velayet-i Fakih; siyaset, ibadet, hukuk ve idare, kısaca müslümanları ilgilendiren bütün konularda yetki sahibi olan yüce makamı temsil etmektedir.
İslam devletinin uluslararası ilişkilerdeki nihai yetkisi yine Velayet-i Fakihe aittir..Kısaca, Velayet-i Fakih yetkilerini imametten almaktadır.
İşte 1979’da gerçekleştirdiği emsalsiz devrimi ile İmam Humeyni(r.a)’nin İslami devrimi ve İslam İnkılabı sonrasında, Velayet-i Fakih’in gözetim ve sorumluluğuna bırakılan İslam yönetiminin olmazsa olmazı olan velayeti fakih eksenli bir devletin kurulması bu ilkeye dayalı olup yeni bir icat değildir.
Velayeti fakih uhdesindeki İslam hükümeti, İmam Mehdi(a.f)’nin imametinden bağımsız olmayıp, onun imameti doğrultusunda, o hazretin Gaybet-i Kubra döneminden zuhuruna geçiş dönemi olarak kabul edilmesi gereken bir İslami hükümet şeklidir.
Bu sürecin en temel amacı, o hazretin hürriyet ve adalet eksenli evrensel İslami hükümetine zemin hazırlamak, insanlığı ilahi öğretilerle tanıştırmak, zulüm ve haksızlıkların yaygınlaşmasını önlemektir.
İran’da Neler Oldu?
İran İslam Devrimi, İran’ın şahlık sistemini tarihin çöplüğüne atarken o güne kadar kimsenin anlayamadığı bir devlet sistemi kuruyordu. Batı dünyası kılıç ve zorbalıkla özdeşleştirdiği yıkıcı İslam anlayışının çok ötesindeki çıkışlarla gelen bu yeni devlet anlayışını, bir türlü anlamak istemedi!
İslam Devleti olarak tanıdıkları İran’daki rejimin, kendisinden önceki sultanlar ve kralların adını İslam Devleti olarak kullandıkları sisteme benzer bir sistem olarak görmek istediler. Çünkü onların tanıdığı (Emevi, Abbasi Safevi, Osmanlı sair)İslam’da böyle bir devlet sistemi yoktu.
Sünni dünyasının İslam anlayışından çok farklı olan bu yeni devlet sistemini, Sünni alimler tarafından da yeterli anlaşılamayışın sebeplerindendir. Nitekim Sünni dünyasının alimlerinin büyük çoğunluğu, öz İslam’ın sultanlar vasıtasyla İslami devletleşmeyi öğrenmek, bilmek zorunda bırakılmıştı. Bu zorunluluk saltanata giden yolda Muaviye bin Ebu Sufyan ile kendisini cebr kullanarak, kabul ettirmişti.
Sünni dünyası çeşitli “izm”lerden oluşan beşeri sistemlerin karşısında, alternatif bir İslam Devleti modeli ortaya koyamayışları ile aynı cenahın, sultanların gölgesinde gelişen 1400 yıllık başkalaşmış İslamı, öz İslam kimliği ile setredilen yönetimleri ve mevcut saltanat hükümetlerini benimsemelerine, onları meşru bilmelerine, bir anlamda teslim olmalarına sebep olmuştu.
Velayet-i Fakih eksenli İslam anlayışı, tarih boyunca Kur’an kaynaklı olmayan hiçbir güç ve devlet sistemine boyun eğmemiş, devamlı kendi dönemlerinin ceberruti yönetici ve sistemlerine karşı şanlı kıyamlar gerçekleştirmişti.
Otuz yıldır ilk günden bugüne kadar “ne Doğu ne de Batı sloganı” ile kendi istikametinde ilerleyen, hiçbir bloka yaslanmayan ve Doğu blokunun çöküşünden sonra tek dünya düzeni diye kendisini kabul ettirmek isteyen, başını ABD’nin çektiği Batı’ya da boyun eğmeyen İslam Cumhuriyeti, ilhamını ilahi kaynaktan alarak, cumhuriyetin özü ve belkemiğini oluşturan Velayet-i Fakihle dik durmayı başarmış, hali hazırdaki yegâne İslam sistemidir. Şu ana kadar, İslam dünyasında bu sistemi en iyi anlayan oluşumlardan sadece Hizbullah, neyin nasıl olduğunu çözmüş ve kabul etmiştir.
Batı emperyalizmi, bu İslami rejimi yıkmak için her türlü hile ve desiselere baş vurdu; savaş, ambargo, baskı gibi her türlü yolu denedi ise de bir türlü başarılı olamadı, olamayacaktır da.
Batı, 3 Haziran1989 yılında devrimin öncüsü Rahmetli İmam Humeyni’nin vefatından sonra yıkılacağını sandı; ancak İran İslam Devleti Velayet-i Fakih sistemi ile ayakta kalmayı başardı.
İmam Humeyni’den sonra Velayet-i Fakih’in ağır sorumluluğunu üstlenen Ayetullah Seyyid Ali Hameney, gösterdiği basiret ve sergilediği ferasetli siyasetleriyle, İmam Humeyni’yi hiçbir zaman aratmadı. Nitekim devrim yapmaktan daha zor olanı, devrimin sürekliğini sağlayabilmekti.
İslam Cumhuriyeti’nin ezeli düşmanı olan İsrail, ABD ve Batı, İran’da iktidar olan Velayet-i Fakih sistemini, bir fırsatını bulup yıkabilemeyi, hiçbir zaman gündeminden düşürmedi.
Bunun için de Velayet-i Fakih sisteminin, aslında diğer diktatör rejimlerden farklı olmadığının propagandasını, bu sistemin inceliklerine ve detaylarına vakıf olmayan müslümanlara yaymaya başladı.
Halk için en uygun sistemin gerçekte demokrasi olduğunu, bunun ideal örneklerinin Batı’da bulunduğunu, dolayısıyla halka dayalı bir rejimin gelmesi gerektiği görüşünün yaygınlık kazanması, bunun için milyonlarca hatta milyarlarca dolar harcadığı görüldü.
Zorla dayatılan sekiz yıllık diktatör Saddam önderliğindeki Irak Savaşı sonrası ekonomik çöküntü, işsizlik, eğitimsizlik ve hepsinden önemlisi yüz binlerce gencini kaybetmiş bir ülkeye, savaş dönemi ve sonrasında da fırsatları değerlendirmek isteyen ABD, İsrail ve yandaşları, İran’ın içinde kendi adına çalışan dostları aracılığıyla, rejim aleyhine faaliyetleri sürdürmeyi, hiçbir zaman ihmal da etmedi.
ABD dünya değişiyor, İran da değişmeli terennümleri ile gerçekte kendi hayallerini empoze etmeyi düşünürken, bu düşünceye uygun sloganlar da üretmeyi ihmal etmiyordu.
Yenilik, reform, ıslahat gibi kavramlar üretip İran’a postalıyor, oradaki kimi saf ya da art niyetli kişiler tarafından bu kavramların arkasına sığınarak İslam İnkılabını köşeye sıkıştırmayı, böylece sistemi değiştirmeyi, hiç değilse rotasından çıkarmayı umuyordu. İyi; ama bütün bu kavramların içinin İslami içerikle doldurulması için Velayet-i Fakih üstüne düşeni fazlası ile yerine getiriyordu.
Elbette Batı, bu sloganların arkasına gizlenerek kendi sistemlerini ve kültürlerini tekrar yerleştirmeyi, böylece sömürü zincirinin kopan halkasını yeniden kaynatmayı da bekliyordu. İyi; ama inkılaptan önce Batı kaynaklı olan kültürün, bir ahtapot gibi İran’ı saran kollarını kesmek için yüz binlerce genç şehadeti seçmemiş miydi?
Bu alandaki çalışmalarıda nihayet bir sonuç vermedi. Buna rağmen Anayasa Koruma Konseyi (Şura-i Nigahban)’nin ve Velayet-i Fakihin yetkilerinin çok olduğunu, bunun demokratik tutumlarla asla bağdaşmadığından her daim dem vurmayı da ihmal etmedi.
Batı dünyasının bir türlü anlayamadığı asıl nokta, İran’ın müslüman halkına bir şeyler sunulduğunda; ancak Velayet-i Fakihin onaylamasıyla kabul edecekleri, aksi takdirde kesinlikle reddolunacağınıydı. Batı bunu bir türlü anlamadı ya da anlamak istemedi!
Halkın gönlündeki inancın, dışa yansımasının aynası olan Velayet-i Fakih’i, halkın devrime olan bağlılık ve sadakati dini günlerin(Gadir-i Hum,Muharrem)’de nasıl ortaya koyduğunu bir türlü görmek istemedi, Batı ve Batıcılar. Devrim yürüyüşleri, 22 Behmen’ler hep geçiştirilmeye çalışıldı, bu cenah tarafından otuz yıl boyunca. Gerek İran’daki sefih güruh tarafından ve gerekse de Batı dünyasında olsun, bir türlü eksik olmayan kısır çekişmeler, İslam Cumhuriyeti’nin yıkılacağını düşünen kimi radikal İslamcı gurupların İslami İran’daki Velayet-i Fakih sistemini hakkı ile kavrayıp kavrayamadıkları bir soru olarak kaldı.
Genel Bir Değerlendirme:

İran İslam İnkılabı’nın 22 Behmen’de zafere ulaşması, 1400 yıl aradan sonra kendisini devlet mekanizmalarında eylemsel tecrübelerle ispatlamasının ardından, ikinci önemli zaferi de dünyada İslam’ın kendisini gündemleştirmek oldu.

Batı’nın etkisinde kalan ve İslam İnkılabı’nın demokrasi ilkeleri ile uyuşmadığını, kendine has Velayet-i Fakih doktrini nedeniyle, dik/ilahi bir özelliğe sahip olduğu ve bu özellikten dolayı çıkmaza girdiğini iddia eden kimi miyopçu yazar ve çizerlerin aksine, devrimin sekiz yıllık savaş sürecinden geçerek gelişip büyümesi ile İslâm dünyasında gerilim ve çatallaşma da büyüdü denilse yeridir. Bu tespitin geçerli olması için devrimin yıkıcılığı ve yapıcılığının içiçe olduğundan ötürüdür demenin bir sakınca da olmaz sanırım.
Öyleyse, siyasi olarak İran İslam İnkılabı’nın tecrübesi, İslâm dünyasının kaçınılmazı mıdır?
Devrimi oluşturan dinamiklerin başında gelen ve fazla tartışılan konulardan olan devrimin beyni konumundaki Velayet-i Fakih ilkesi oldu. Velayet akidesi, Adem’den kıyamete kadar, ilahi elçiler silsilesinin ilahi metoduydu. Velayet akidesi Hak ile Batıl’ı birbirinden ayıran yegâne merciydi. Velayet-i Fakih doktrini de bu merci(velayet)’nin naibi olduğunu ısrarla iddia etti.
Bugün İslam mektebinin evrene ivmeli bir şekilde yayılmasının en önemli etkeni, Ehl-i Beyt muhabbeti ile birlikte, yeniden öze dönüşü getiren, akide netleşmesinden ötürü ise bunun en kilit noktası da Velayet-i Fakih’tir, diye ısrarından vazgeçmedi.
Özelde Lübnan ve Filistin, genelde ise İslam dünyasında Amerika ve İsrail karşıtlığı baz alınarak, küfür ve istikbara karşı durmanın ana temelinde bu akidenin netleşmesi ve kitlesel kabule dönüşmesi vardır. Dahası Irak ve Filistin’deki şekillenmeler, her iki cephedeki mücadelenin seyrini Velayet-i Fakihe doğru netleşmeye dönüştürüyor diye, kimi çevrelerde ısrarla dile getirildi.(Irak ve Filistin mücadelesinin içeriği ve yörüngesinin seyri faklı iki konu olarak ele alınmalı, zira Irak’ta taklit mercii konumu İmam Ali döneminden itibaren her zaman var olmuştu)
İran İslam Devrimi’ni, Velayet-i Fakih doktrinin işlev görmesi gerektiğinin fitilini ateşleyen, İslam dünyasındaki diğer hareketlerin de temellerini Seyyid Cemaleddin’in attığı, mücadelenin eksen ve yörüngesine tam girişini, ve nasıl olacağını burada detaylı değerlendirmeyeceğiz. Şu kadarını hatırlatalım ki, Seyyid’in başlattığı söz konusu hareket İslam dünyası içerisinde en müsait zemini İran’da bulmuştu; çünkü halkın inancı oturmuştu!
Müslümanların aynı merkeze bağlılığını esas alan ve haliyle milli sınırları aşan bir Velayet-i Fakih düşüncesinin temellerini atan Seyyid Cemalettin, geleneksel İslami yapıyı çözmekle kalmayıp, ona çökertici bir nitelik de yüklüyordu, onun bu çıkışına verilebilecek en uygun adlandırma ancak öz İslam olabilirdi.
Seyyid’in yeni çıkışı ulus kavramları ile şekillenmiş yapıları diskalifiye etmeye zorlarken,(İhvan-ı Müslimin öncüleri buna örnektir) hem de Şii-Sünni birlikteliğini pekiştiriyordu.
Velayet-i Fakih akidesi, İslami ekoller içindeki geleneksel yapıları birer birer çözeceğine, geleneksel merciyetlerin yerini Velayet-i Fakih’in alması gerektiğini ısrarla eğitimli kesimlere telin ediyor, nitekim bu görüş İslam dininin iki büyük ekolünden biri olan Şii ekolüne kendi geçmişini hatırlatıyor, ilmi merciler tarafından gündeme alınıyordu.
Öte taraftan 1400 yıldır sultanların ve şahların gölgesinde kalan İslami bazı alimler, gelenekçi ve edilgen kanaat önderleri, istiklallerinin tehlike ve tehdit altına girdiğini görüyorlardı.
Velayet-i Fakih çizgisinin bir başka anlamı da ümmetin vahdetiydi. Şu halde Tevhid’in yeryüzündeki bayrağıydı. Çünkü Velayet-i Fakih, pratik olarak öz İslam yayılmacılığın nihai merciidir. Şu gerçeği de unutmamak gerekir ki, modernizm denilen bu çağın en büyük kâbusu, Velayet-i Fakih eksenli İslam’ın yayılmacılığı, çıkışı ve hareket noktası İran İslam Devrimi’dir. Devrim ‘’öz gelenek’’sel kalıpların evrimini sağlamakla yetinmeyerek onu muhkemleştirmeyi de başardı. Böylece 1400 yıl aradan sonra İslam’ın modern boyutlara cevap verecek pratikliğini de getirmiş oldu.
Devrimin getirdiği önemli yenilikler arasında, mustazafların ve müstekbirlerin yer değiştirmesi gerektiğiydi. Başka bir ifade ile üsttekiler alt, alttakiler üst olmalıydı ve bu devrimci hareketin kaynağını Kur’an’a dayandırıyor, ilahi iradenin bu yönde olduğunu işliyordu.
‘’Ve onları yeryüzünde iktidar sahipleri olarak yerleşik kılmak; Firavun’a, Haman’a ve askerlerine, onlardan sakınmakta oldukları şeyi(devrimi) göstermek(istiyorduk).” Kasas suresi/6
Bazı şarkiyatçıların veya konunun hassasiyetini yeterli bir şekilde kavrayamayan, kimi saf müslümanların düşündüklerinin aksine, geleneksel merciyet ile Velayet-i Fakih doktrini arasında herhangi bir çatışma yok ve olamazdı da. Velayet-i Fakih anlayışıyla milli çizgiyi temsil eden ferdi bazı merciler arasında da anlaşmazlıktan öte bakış farkı var olabilirdi. Ancak bunlar teferruatta kalıyor ve öylede olmalıydı.
Velayet-i Fakih’in önemli görevlerinden biri de, müçtehitler arasında onların velisi(ilmi) olarak doğabilecek sorunları çözmek, nihai sözü belirlemek, merciler arasındaki farklı bakış açılarından en doğruya yönlendirmek, olası muğlak yönleri netleştirmek de denilebilirdi.
Denilmelidir ki, Velayet-i Fakih çizgisi, aslında İslam’ın olmazsa olmazı olan özel bir çizgisiydi. İlginç olan şuydu ki, Sünni camiasında, her dönem bir müceddidin varlığını zorunlu kabul edenler, Velayet-i Fakih felsefesine derinlikli bir boyutta inmeyi başaramadı. Bunun ötesinde böyle bir merciye tabi olmaktansa, sultanların, kralların, hatta laik yöneticilerin gölgesinde yaşaması, kimi din alimlerin tercihleri anlaşılacak türden değildi!
Oysa İslam dininin öğretilerinde, zulme zerre kadar meyletmeyin, sonra size ateş dokunur, Yahudi ve Nasranilere söylüyor gibi bir hava estirilmekten geri kalmayan söz konusu cenahın yanı sıra, Şii olduğunu iddia eden, kimi sapık fırkalar da zamanın son imamı ve Allah’ın yeryüzündeki hücceti Hz. Mehdi(a.f)’nin zuhuru için yeryüzünde zulüm ve fesadın yaygın olmasının kaçınılmazlığında ısrar ediyordu. Bahailer, bu grubun başını çekenlerdendi.
Biz tarihe inelim. Tarihte Mehdi (a.s)’nin takipçileri, İslam dünyasındaki iki büyük ekolün her ikisinde de parlak şahsiyetli ve temiz geçmişi olan alimler, daima ilmi hareketlilik içinde kalarak, bu merciiyetin ayakta tutulması gerektiğini, bunun için ilmi ve irşadi faaliyetlerde bulunmuş, kimi zaman da kıyam yolunu seçmeyi ihmal etmemiş ve bu metodu İslam devriminin arifesine kadar getirmeyi başarmışlardı.
Özet olarak denilebilir ki, İslam’ın irfan boyutu ile Mehdilik felsefesinin ayrılmazlığı, yaşam için gerekli olan havayı teneffüs etmek gibiydi. İslam mektebinin her iki büyük mezhebindeki değerli alimler, bu konuyu ısrarla gündemde tutmayı başararak sönüp küllenmesini engellemiş oluyorlardı.
Nihayet bu çizgi inkılaba kadar sönüklüğe dönüşmeden, geleneksel tasavvufi ekollerin çok ötesinde ve insan-ı kâmil olgusu ile örtüşen ve asla ayrışmayan noktalardandı.
İşte Rahmetli Ayetullah Humeyni’nin Velayet-i Fakih müessesesini ihya edişi, her iki mezhebin kabul ettiği Velayet akidesinin üstüne bina edilmiştir. Velayet-i Fakih merci göstermektedir ki, daha önce de var olan İslami bir manevi kurum idi. Değil ki, İmam Humeyni daha önce var omayan bir terim üretti ve buna da Velayet-i Fakih dedi.
İnkılap Yılları:


1979’dan itibaren, dünya genelinde şüphesiz en ciddi tartışma konularının başında gelen İmam Humeyni önderliğindeki İran İslam İnkılabı’nın başarıya ulaşması oldu. Bu tartışma, bugün de o yıllardan daha fazla güncelliğini koruyor. Özellikle Batı dünyası için endişe verici bir inkılap olduğundan dolayı, Batı adına karar veren siyasi ve ilmi mekanizmalar inkılabın bütün boyutlarını adeta mercek altına aldılar.
İnkılabın zafere ulaştığı 80’li yıllar yalnızca İslam’ın değil, tek Tanrılı dinlere mensup toplumlarda da büyük hareketlenmeler oluşturmuştu. Sadece Mağrib’den Maşrık’a kadar olan İslam dünyası ve özellikle mustazaf kesimleri değil, bunun dışında farklı din ve sınıflara mensup fert ve oluşumlar da arayışa geçmişlerdi.

Bu cümleden Musa ve İsa(a.s)’ya tabi olan kitlelerin mensuplarından bazıları, Siyonist ideolojiye karşı sözde öze dönüş mücadelesine dair bazı girişimlerde bulunmak istediler. Neticede Musevi ve İseviler, tahrif olan ilahi dinlerinde gerçeğe varış, öze dönüşe ulaşma sürecini daha yolun başında farklı rotalar çizerek hedeften saptılar. On yıla yakın bir sürenin sonunda takvimler 90’lı yılların başını gösterdiğinde, ılımlı İslam sentezi ilgi çekebilecek bir üslupla birileri tarafından İslam coğrafyasına sunulmaya uygun görüldü!

Tarihin ender olarak günümüze kadar ulaştırdığı inkılaplardan biri olan İslam İnkılabı’nı ve onun öncüsü olan İmam Humeyni ile birlikte, İslami hareketinin bazı noktalarına baktığımızda özellikle sosyalizm ve maddi isteklerin cenneti sayılan sekülerizm (laik)’in zirvede olduğu dönemde, İslam alemini ablukasına alan, Doğu ve Batı ikilisinin çemberini dıştan parçalayan İmam Humeyni liderliğindeki inkılap, karşı için başlangıçta kaidelerin dışındaki istisna olarak kabul edildi ve yeniden eski yörüngesine çekilmek istendi. Ne var ki, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak kadar çok şey değiştirmişti. Öyle ki Batıl’a göre alttaki üst, üstteki alt olmuştu. Gerçekte ise Allah, o yerde mustazafları varis kılmıştı.

İmam’ın önderliğindeki zaferden ilham alan mazlumlar, varisi oldukları yeryüzüne ısrarcı davranış ve mücadeleleri dikkatlerden kaçmayacak şekilde ivme kazanmıştı. Doğal olarak küfür alemi faturayı İslam İnkılabına kesti.
Yüzeysel sebepler ve gerekçeler arandı, hatalar tartışıldı, savaş, ambargo, diplomatik ilişki yasağı sair etkenlerle istediği sonuca ulaşamayan gelişmiş dünyanın ikilisi birleşip bütünleşerek İslam’ı etkisiz kılmanın formülünde uzlaştı. Neticede Doğu-Batı blokları sürpriz bir gelişme ile evliliğini yapmış oldu.

İnkılabın temel dinamikleri nelerdir? Maalesef bir kısım Batılı politikacı ve Siyonitlerin haricinde, diğer hareketlere mensup kitleler algı farklılığından ötürü yeterli ve sağlıklı analizlerde bulunamadılar. Siyonistlerde konum çok farklıydı, çünkü inkılabın İbrahimi lideri, İsrail’in haritadan silinmesinin çözümünü, her müslümandan bir kova suya bağlamıştı.

Belirli bir coğrafya ve millet için sunulan değerlerden oluşmayan, ilahi elçinin getirisindeki mesajların özü olan, gerçeğe dönüş ve evrenin mutlak sahibinin Adem evlatlarına ikramı olan Hikmet’i sunmadaki ve bu mesajın derinliklerinde yatan sadece Allah…
Allah’tan başka hiçbir güce teveccüh edilmemeli esrarını yakalayamak ve doğal olarak sonucun başarısızlık olmadığıydı.


Zamanın putkıran İbrahim’i, milletinin Huseyni direnişçisi, yaşlı dünyanın zalimlerce Kerbela’ya dönüştürülmesine karşı, 20. yüzyıla yeniden İslam’ın damgasını vurup, Kerbela bayrağını dikmişti.
İmam Humeyni’nin arifliği ve karizması, sahip olduğu inancını bütünsel olarak eyleme dönüştürmesindeki yeterliliğin ötesinde, mutlak yaratıcıya olan kusursuz tevekkülünden ötürü idi.

Bugün, yeryüzünün bütün özgürlük ve adalet arayışındaki kıyamlarda, onun önderliğinde oluşan İslam İnkılabı’ndan bir nebze de olsa ilham almış, ayrıca nurlu mesajlarının da kusursuz yön belirticiliğindendir.

Onun diktiği bayrağı, karşının olanca hırçınlığına rağmen, mükemmel bir bilgelikle yükseklerde tutan elde Velayet-i Fakih’indir. İslam İnkılabı’ndan sonradır ki, Hizbullah ve Hamas başarıya giden yolun buradan geçtiğini gördü ve bunu eyleme yansıtabildi.

İslam ümmetinin izzetli evlatlarının ’’Fil dişi kulesi’’ ne çıkıp oradan halka ahkam keserek, halk adına halkı yönettiğini sananları tanıma zorunluluğu, önemli bir sorun halini aldı. Bu sorumluluk, her insanın en zorunlu görevi olmakla birlikte, özellikle ’’Hürriyet’’ ve ’’Adalet’’ mektebi olan İslam dinin aşıklarının da öncelikli sorunudur.

İmam Humeyni’nin Farklılığı:

Biz İmam Humeyni gibi bir kişiliğin klasik anlamda hayatını anlatmaktan ziyade, onun farklı bir boyutuna değinmeyi tercih ediyoruz.
Şöyle ki, büyük filozoflara ait düşünceler, genelde kendi yaşadıkları zamandan sonra felsefelerinin derinliklerine aşina olan toplumların sorunu neydi?
Denilebilir ki toplumun sorunu yoktu; ancak o dönemde yaşayan filozofların felsefelerindeki seviye ve içeriğin, toplumun anlayabileceği normların çok üstünde, fevkalade derinlik ve içeriğe sahip olduğundan, buna on hatta yüzyıllar sonra aşina olunabildi.
Bu cümleden, İmam Ali(a.s) gibi büyük, ilahi bir şahsiyetin kişisel büyüklüğünü itiraf etmek, sözsel olarak toplumca kolay anlaşılırken, İmam Ali’nin taşıdığı değerler manzumesinin, zaman ve mekanlar üstü olduğunu, bugün dahi hakkı ile idrak edilemediğini söylemek, İmam Ali’nin gereğinden fazla yüceltildiği anlamına asla gelmez.
Nitekim İmam Humeyni gibi bir şahsiyetin İmam Ali’nin düşüncesine, onun taşıdığı özleme, onun ülkü ve hedeflerine olan aşinalığı Humeyni’yi, İmam Humeyni yaptı.
Bunun içindir ki, İmam Humeyni önderliğinde oluşan İslam İnkılabı’nın ülkü ve hedeflerini, müslümanlar bugün dahi hakkı ile kavrayamamıştır. Bunu söylemek, müslümanları küçümsemek ya da onları yermek anlamına gelmez. Nihayet şu örnekleme ile daha açık anlaşılabilir:
İnkılabın zaferinden sonra, İmam Humeyni İslam dünyasına atıfta bulunarak: “Bölge yeniden kendi dinamikleri ve aktörleri eliyle şekilleninceye kadar istikrar bozulmuştur. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, büyük ve çalkantılı bir döneme giriyoruz.” diyerek İslam Devrimi’nden otuz yıl sonra baş gösteren evrensel buhranları o günden, gördüğünü söylemek istiyordu.
Neyi Nasıl Anlamalıyız?
Karanlığa müsamaha gösterilerek, aydınlığa ulaşıldığını tarih bize ulaştırmamıştır. Ya da Karanlığın tamamen yok olmasından önce aydınlığın olacağını kim, hangi nedensellik kanununa göre açıklayabilir ki?
Batı Medeniyeti, John Updike’nin şu sözü ile: “Kime karşı olduğumuzu bilmez isek kim olduğumuzu nasıl bileceğiz?” yola çıkarak ayakta kalmasını beceriyor!
Ve İvor Jennings’in: ’’Birisi kimlerin insan olduğuna karar verene kadar insanlar kim olduklarına karar veremez“ sözü, kendisini karar veren mekanizmanın nihai söz sahibi olarak kabul eden Batı’nın öncüsünün en vazgeçilmez düsturu olmuştur! Yani, zamanın son çeyrek yüzyılındaki aşaması bir ’’kod açımı“ 2/257 sürecidir.
Sorumlu adanmış müslümanlar bu sürecin neresinde ve hangi aşamasındalar?
Yani ’’Evrensel İslami Hareket’’ treninin dönüşü olmayan yolun yolcusu olan ben beş bin yıllık bilgi mirasına sahip olan ben, dünün bir günlük Ebu Zerî eyleminde bulunamıyorsam meğer, neyi, nasıl, anlaması gerekitiğinden anlayamadığımdan değil midir?
Yani ölümsüz bir sevginin tutsaklarına, tutsaklığı sunmak kadar basit bir sunuşu anlayamıyorsam eğer hareketsizliğimi ümitsizliğimle özdeşleştirip sessizlik mi demeliyim?
Öyle ise sorun nedir ve çözüme nereden başlamak gerekir? Bu soruya kısa cevap bulmak kolay olmamalı.
O halde ne yapmalı, yani ne yapmalıdan mı başlamalıyım ? Değil, yapmak istediğime de hayır. Sorun nasıl yapmalı da mıdır?
Sorun mutlak kemal sıfatların küllünü kendisinde cem eden yegâne ve mutlak varlık olan Rabbi’l alemini tanıyamamak mıdır?
Sorun ’’İmam-ı sekaleyn’’ (insan ve cin) ve alemlere rahmet olan Resulü Ekrem(s.a.a)i tanıyamamak mıdır?
Sorun önünden ve arkasından Batıl’ın yanaşamayacağı, kıyamete kadar var olacak bütün sorunların yegâne çözüm kaynağı olan kitabı öğrenip onunla amel etmemek midir?
Belki ama...
Sorun, bilgi ünitelerimizi ’’format’’layıp yeniden olması gerekeni olduğu gibi anlamalı dan başlamak öyle mi?
İyi ama olması gerekeni olduğu gibi belirleyen ’’ölçü’’ nedir? Bilgi ünitelerimiz, yüzyıllar boyunca sorunlarımızı çözebilmiş değil ki! ’’Orijinal Data’’ yüklenmesi gerektiğini biliyoruz; ancak nasıl?
Mevcut sistemlerin yüklediği bilgileri sıfırlamaktan başlamak gerektiğini anlamamak elde değil. Ne var ki, yerine yüklenecek yeni bilgi menbaının nereden, kim ve nasıl katkısız yükleme yetisine sahip olduğunu ispatlayabilir ki?
Kur’anı anlama metodu ile aşılacağı öne sürülen sorunumuz, (Haşa) Kur’anın birleştiriciliğinden ziyade, ayrıştırıcı olmuş gibi sözel olarak telaffuz etmesek de. (Vahdetçi unsur olduğu elbette şüphe götürmez bir hakikat) Ancak kendi iç dünyamızdaki Kur’an anlayışı ile sunulan İslami öğretiler bizi içinden çıkılmaz bir aşamaya getirmiş ve karşıya onulmaz ’’tüyoyu’’ vermiştir.
Neden ’’Biz’’den tepki gelir diye ya da müsteşriklere haklılık payı ve koz veriyormuşuz intibaından çekinerek dile getirmiyoruz?
Oysa her iki haldede sorun çözülecek değildir. Belki karşının anlayışındaki ’’irtica’’ ve ’’yobaz’’ (ki; gerçekte kendisi dir) anlayışına yardımcı olacak bir gerekçedir aynı zamanda.
Merhum Şeriati’nin “Ne yapmalı?” sorusu bize değilse bile, bana geçerli olmayan bir sorudur.
Nereden başlamalı? sorusu ise şu an ulaşamadığım bir aşamadır.
Ne yapıyorum? aşamasına gelmeden, ’’Nasıl anlamalı’’ yı aşmam gerektiğini iyi anlamış biri olarak…
Coşkun bir hayat yaşamak isteyen insan olarak aşkın değerleri olmadan yazgının değişimini beklemek gibi bir naifliğe düşmeyeceğimize göre… Alim ve aydınlarımızın bu soruna ivedi çözüm olacak bir ışık sunacaklarına olan inancımızı yitirmeden…
En zoru başarmanın yolu buradan geçer diye düşünmemek için kendimizi ne denli yorarsak yoralım, gidip geleceğimiz, dönüp duracağımız asıl sorunumuz burada yatıyor. Evet, ’’neyi nasıl anlamalıyız?’’
Velayet-i Fakih:

Sözlükteki anlamı, “Velayet”, vekil(veli) olarak geçer. ‘’Fakih’’ de Arapçada, fıkıh ilmiyle uğraşan anlamını taşır. Genişletilmiş anlamda ise İslami ilimlerin bütün dallarında uzmanlaşmış kişi manasında kullanılır.
Şu halde Velayet-i Fakih, bütün İslami ilimlere hakim olmuş fakihlere, velayet edecek fakih demektir.

Siyasal İslami boyutu ile Velayet-i Fakih’in kullanım manası, ilimlerin bütünsel sahibi olan Resulü Ekrem ve onun Ehl-i Beyti‘nin makamına bakan kişi demektir. Bir başka ifadeyle gaybetteki İmam Mehdi(a.f)’nin yerine naiblik yapan kişiye verilen unvandır.



Velayet-i Fakih şartlarına uygun alimlerin meydana getirdiği bir meclis, yine bu meclis içinden birini Velayet-i Fakih olarak seçer. Velayet-i Fakih makamındaki kişi, kendi zamanının bu makama en uygun alimidir.Velayet-i Fakih'in hüküm ve fetvası ne derece mükellef mümini bağlar? Alim başka bir merciyi taklidin fetvası ile Velayet-i Fakihin fetvaları arasında farklılık olusa hangi fetva öncelik kazanır? Şeklindeki sorulara bulunacak cevap, Velayet-i Fakih’in önemini ve önceliğini belirlerlemek için kaçınılmazdır. Söz konusu sorulara verilecek cevap, Velayet-i Fakih (Veliyyi Emr-i Müslimin)’in verdiği hükümlere itaat etmek müminlere farzdır. Başka alim bir merci’nin fetvası, Velayet-i Fakih’in fetvası ile farklı olursa alimin fetvasının geçerliliği düşer.
İşte bundan ötürüdür ki, Hizbullah’ın zaferinin sırrı Velayet-i Fakih ile ilintilidir. Nitekim Hizbullah genel sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, Velayet-i Fakih konusunda şöyle buyurmaktadır:

"Onlar bizlere,Velayet-i Fakih hizbi dedikleri zaman bizi aşağıladıklarını düşünüyorlar. Asla!.. Ben bugün buradan Velayet-i Fakih hizbinin bir ferdi olmaktan gurur duyduğumu ilan ediyorum. Fakih adil, fakih alim, fakih hakim, fakih cesaretli, fakih doğru sözlü ve fakih samimidir’’ derken, gerçekte Velayet-i Fakih’i anlamak için ciltler dolusu kitapları okuyarak elde edilecek özü, bir paragrafta izah edebilmenin zerafetini de yansıtıyordu.

Yani Velayet-i Fakih’te aranan en önemli özellikler:
1- Adil olması.
2- Alim olması.
3- Hakim olması.
4- Cesaretli olması.
5- Fakih olması.
6- Emin olması.
7- İhlas sahibi olması.

İlginçtir ki, İslam mezheplerinin hemen hepsininvde ittifak ettiği, İslami öncüde aranan vasıfların hepsini kendisinde toplayan Velayet-i Fakih müessesini temsil eden, diğer bir tabir ile veliyyi emri müslimin olan Ayetullah Uzma Seyyid Ali Hameney’de toplanmıştır.

Yüce Allah, kendi kullarının dünya ve ahiret saadetini dilediğinden ötürü, insanların kulluk görevlerini eksiksiz yerine getirebilmeleri için, İslamı irade buyurmuştır. Bu görevlerin öncülüğünü üstenmesi için, yine kullarının en seçkinleri olan masumlardan Velayet-i Nebi ve Velayet-i İmam tayin etmiştir.
Resulü Ekrem(s.a.a)’in Hatemü’n Nebi olması hasleti ile o hazretin rıhletinden sonra, ümmetin sevk ve idaresi için, ümmete onun soyundan gelen masum velayet imamlarını, aziz İslam ümmetine büyük nimet olarak ikramda bulunmuş ki, ümmet asla ve asla delalete sapmadan Rabbine karşı kulluk görevinde bulunabilsin.
Nitekim İmamet konusunda, kutlu Kitab-ı Mecid şöyle buyurmaktadır: “Ve biz onları, insanları emirlerimize doğru yönelten imamlar kıldık ve biz onlara hayırlı amelleri gösterdik.’’ (Enbiya suresi 73)
Keza Maide suresinde de Velayet sahiplerinin kimler olduğu beyan edilmektedir:
“Sizin dostunuz, sahibiniz, ancak Allah'tır ve Peygamberidir ve inananlar, namaz kılanlar ve rükû ederken zekât verenlerdir.”(Ayetin siyak ve sibak gibi konuları için ayrıca tefsir kitaplarına müraccat edilsin) Maide/55
İmam Humeyni de Velayet-i Fakih konusunda şöyle buyuruyor; “Bir fakih için Resulullah(s.a.a) ve masum bir İmam(a.s) için geçerli olan ‘’mutlak Velayet’’in aynısı fakih için de geçerlidir. Şu farkla ki, onların velayeti ’’asaleten’’dir, fakihlerinki ise ’’vekaleten’’dir. Eğer böyle olmazsa, gaybet zamanında İslam hükümeti kurmak ve yönetmek imkânsız olurdu.”

Bugün dünya küfrüne karşı ve hassaten siyonistler ile emperyalistlerin ve onların İslam dünyasındaki uşaklarına onların gizli güçlerince uygulamak istedikleri komplo ve hilelere karşı, basiret ve feraseti ile tüm planlarını alt üst eden, müslümanların vahdeti ve izzeti için çalışan inananların izzet abidesi, küfrün korkusu Velayet-i Fakih’i temsil eden Veliyyi emri müslimindir.

Veliyyi emri müslimin, zamanın imamı olan Mehdi (a.f)’nin naibi olması hasebiyle temsil ettiği makam kutsal bir makamdır.
Mutlak tekvini Velayet şüphesiz Allah(c.c)’a aittir. Ancak Allah’ın iradesi ve dileği imamlarımıza veya imamlarımızın tayin ettiği, tanıttığı(evlad-ı silsilesi) kimselere verilir. Şu da unutulmamalıdır ki, Mehdi (a.f)’nin Gaybet-i Kübra döneminde yaşayan biz müslümanlara da, İslâm toplumunun geçmiş ve gelecek kesimleri için de, insanoğlunun bireysel ve toplumsal vazifelerini, İslam ümmetini iç ve dış tehlikelerden korumak, toplumun sorunları çözmek, ümmete ve insanlara adil şekilde hükmetmek, mazlumların haklarını korumak, onları savunmak, hukuki, askeri, siyasî, kültürel, ekonomik, sosyal sair konularda, onların ilerlemelerini sağlamaları için bir Veliyy-i Emr’in olması dinen zaruridir.
Bu konuda Mehdi(a.f)'den nakledilen bir hadisi şerifte, ümmete buyurduğu:
"(Gaybet zamanında) meydana gelecek hadiselerde ve sorunlarda, bizim hadislerimizi rivayet eden (onlarda uzman olan) kimselere müracaat edin. Zira onlar benim size olan hüccetim, ben de Allah'ın hüccetiyim onlara.’’
Keza, imamlarımızdan nakledilen:"Fakihlerden nefsine hakim olan, dinini koruyan, heva ve hevesine muhalefet eden ve Mevla’sının emrine itaat eden kimseye avam olanlar taklit etmeli, uymalıdırlar." bu hadisi şerif de konunun ne denli hassas olduğunu ve muğlak kalamayacağını, net bir şekilde açıklar vaziyettedir.
Bunun içindir ki, İmam Humeyni’nin: “Bir fakih için Resulullah ve masum bir İmam için geçerli olan mutlak velayetin aynısı fakih için de geçerlidir. Şu farkla ki onların velayeti asaleten, fakihlerinki ise vekaletendir. Eğer böyle olmazsa, gaybet zamanında İslam hükümeti kurmak ve yönetmek imkansız olur.” şeklindeki beyanı kutsal nakillere dayanmaktadır.

Yine günümüz dünyasında inançsal, sosyal ve sair yönleri ile aklımıza gelebilecek ve bizzatihi, fiili olarak içine düştüğümüz her türlü sorunları, müslümanların gerçek şekilde anlaması ve hak ettiği konuma ulaşmasının yegane çözümü,Velayet-i Fakih’e kayıtsız, şartsız bağlı olmalarından geçer. Velayet-i Fakih’in samimiyetinden şüphe edemeyiz. Hiç şüphesiz, bir fakih şer’i delilsiz ve ilahi öğretilere dayanmadan, sadece kendi düşüncesine göre karar veremez. Hiç şüphesiz Velayet-i Fakih makamını temsil eden fakih, din konusunda herkesten daha hassastır.

Günümüzdeki müslümanların Velayet-i Fakih etrafında toplanması, en önemli İslami görevlerin başında gelmektedir. İslam dünyasının ve hasseten bilinçli hareket etmek isteyen sorumluluk üstlenmiş aydınların, buna herkesten daha fazla ihtiyacı vardır. İnanıyoruz ki, Velayet-i Fakih’in bizlerin üzerindeki hakkı tartışılmazdır. Nitekim bu hak, ilahi bir hak olarak bizden edasını beklemektedir!
Bugün özellikle İslam’ın amansız düşmanları olan İsrail ve ABD, binbir entrikalarla kirli planlar ve tuzaklarından kurtulmanın, İslam ümmetinin birlik ve beraberliğinin yegane kurtuluş reçetesinin Velayet-i Fakih’e bağlılıktan geçtiğini bilmektedirler. Vicdan sahibi her araştırmacı, insafla karar verdiğinde, İslam dünyasının sorunlarının kuşkusuz çözülebileceğini, ancak bu yolun vahdetten geçtiğini, vahdetin ise ulu’l emr’e tabi olmak ve ona itaat etmekten geçtiğini bilir. Bu konunun önemine binaen fasık da olsa, itaatin farz kılınmasını kabul eden ekollerin, neden bugün şartları haiz olan veliye itaatin zorunluluğunu ümmete açıklamaktan çekindiğini anlamak doğrusu çok zor olsa gerek(!)
Kendilerince çeşitli sebepler üreten ve Velayet-i Fakih’i kabul etmeyen İslami düşünürler, bu kutlu çizgiden ayrı kalmak isteyenler, geçmiş dönemlerde nebilerden ayrı kalanları kınama hakkına nasıl sahip olabilrler ki?
Nitekim bu konuda, rahmetli İmam Humeyni tarihi ve ilahi vasiyetinde mütevatir derecede olan, "Ben sizin aranızda iki büyük, değerli ve muteber şey bırakıyorum ki, siz ümmet olarak o iki şeye sarılacak olursanız, benden sonra dalalete düşmezsiniz, onlardan birisi Allah Tebarek ve Tea-la'nın kullarına gönderdiği sağlam bir ip olan yüce Kur'ân ve diğeri de benim Ehlibeytim, itretimdir. Bu ikisi (Kur'ân ve Resulullah'ın Ehlibeyt'i) havuzda bana ulaşıncaya kadar birbirlerinden ayrılmazlar. Aranızda bıraktığım iki değerli ve aziz şeyi nasıl gözettiğinize bakacağım’’ hadisini naklettikten sonra, bu konuda halk için bir özür kabul edilse dahi, alimler için bu özrün geçerli olmayacağını beyan eder.
Yüce Allah, varlıkları yarattı, onların arasında insan da var. İnsanları yaratıp onların her türlü ihtiyacını eksiksiz olarak veren, onları bela ve çeşitli musibetlerden koruyan, büyütüp yaşlandıran, onlara rızık ve hayat veren, kısaca hayat için gerekli olan her türlü ihtiyacını var eden Allah (c.c) dünya hayatımızın her safhasında, insan hayatında, insandan daha öncelikli onun adına karar verme yetkisine sahiptir. El malik’i mülk olan yüce Allah, mülkünde dilediği gibi tasarruf hakkına da sahiptir. Buna göre, mutlak yaratıcının kulu olan insana, kanun koyma yetkisi, yine o mutlak yaratıcının hakkıdır.
Şöyle ki, Velayet-i Tekvinde, nedensellik kanununa bağladığı yaratılış silsilesini, tüm varlıkların kainat aleminde Allah’ın yaratmış olduğu kanunlara göre, yaratılış ve kemalet seyri sırasında yaratılış, şekil,hal, durum ve yer değiştirmesi ve sair bu seyir, yaratılış kanunun gereği, sebep ve sonuç ilişki zinciri içerisindedir.

Teşrii velayet de ise, kanun koyuculuk, yani yapılması ya da yapılmaması gereken işlere Allah’ın hukukunun belirleyiciliği esastır. Bir de hangi konuları kulun kendi ihtiyarına bırakacağını da o bilir.
Bilinmelidir ki, Velayet-i Mutlak asaleten Allah’a aittir. Ancak iradesi ile Peygamberlere ve İmamlara verir. İmamların özel tayin ettiği kimselere verilen velayet de yine bu türdendir. Zira kendisinden sonraki vasisini belirler.

Bu velayet masumiyet sıfatının gerekliliği, niteliği açısından, geçerli olan bir olgudur. Masumiyetin yüklendiği velayet veya velayetin yüklediği masumiyet, yüklenenin doğum anından, ölüm anına kadar bilerek veya hataen küçük veya büyük hiçbir günah işlemekten(ismet) beri olmalarıdır.
Şayet bu şekilde bir masumiyet akidesi olmasaydı, bilerek veya bilmeyerek yanlış şekilde hüküm verip, (mazallah) asi olmaları mümkündür. Bu durumda kendilerine uyanlar da yanlışlığa düşmüş olurlar. Yok eğer uyulmayacaksa, İmamet’ten bir fayda sudur etmeyeceği gibi hakikatten sapma anlamına da gelir ki, bu durumda Allah'a izafe edilmiş olur. Bunu düşünmekten dahi Rahman’a sığınırız!

Başka Bir Açıdan Velayet
İslam ümmeti öz İslam’ın akidesini anlamaya yatkın ruhi olgunluğa erişmiş değildir.
Neden, Resulü Ekrem(s.a.a) Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra mü’minler (Muhacir-Ensar) arasında kardeşliği ilan ettiğinde, İmam Ali’yi kendisine kardeş olarak seçmişti, hiç düşündük mü acaba?
Burada vahdet ve tevhid kavramları hakkında kısa bir değerlendirme yapalım.
Tevhid ve vahdet,fert ve ümmetin iman ve ibadet amellerini birlemesi, yani aynilik, yani farksızlık, yani kusursuzluk, yani aynı İmam Ali(as.) gibi yapmak, yani aynı Muhammed(s.a.a) gibi yapmak, yani aynı Allah’ın istediği gibi yapmak ve yaşamak zorunluluğu, yani sıratta fert ve ümmette sırat-ı mustakim olabilmek…
Tevhid ve vahdeti oluşturmuş bir fert/ümmetin inanç ve değerlerini yönlendiren, evrenin yegane yaratıcısının koyduğu kuralları olduğu gibi hayatında ikame eden vahdeti toplumun akidesi, tabii ki bu iki kavramda öncüyü birlemek(velayet)ten geçer.
İmanın yüklediği sorumlulukları yerine getiren mümin, tevhidi aynı kriterleri taşıyan toplum/ümmet ise vahdeti oluşturmuş olurlar. İşte bu olgunun oluşması için mücadele eden, onu öncelikle kendi hayatında teoriden/akideden, amele/pratiğe dönüştüren kişiye İslami literaturda mücahid/e de denilir.
Bu ülkü uğrunda hayatını ortaya koyup feda edene de şehid denilir.
Nedir şehadet? Sadece ve sadece, ancak ve ancak ilahi Kelimetullah(La ilahe illallah) uğrunda kendisini feda edene verilen ünvandır.
Şu halde, hangi iddia üzere olursa olsun ya şehiddir ya da değil. Peki şeksiz, şüphesiz ‘La ilahe illallah’ için ölüme gittiğimizin burhanı inni ve burhanı limmisi nedir?
Nereden ve hangi ölçüye dayanarak alıyoruz bu unvanı? Denilebilir ki, Kuran’dan…
Allah(c.c)’tan gelen ilahi emirler ki Kuran’dır. Vahiy elçisi Cebrail(a.s) ki melek ve masumdu ve onun yeryüzündeki son durağı Muhammed(s.a.a), şüphesiz masumlar zincirinin halkası olarak. Buraya kadar ümmetin sorunu yok. Ancak buradan sonra muğlaklık başlıyor.

Denilebilir ki, sorun yok! Bu aşamadan sonra Resullerin görevini ümmetin fertleri olan alimlerin geneli müslümanlar adına sorumluluğu yüklenmiş ve onu hayatlarına indirgemiş, böylece müslümanlar onları taklit eder. Bugünkü malum bölünmüşlük ve sömürülmüşlüğün yegane sorunu da burdan kaynaklanmıyor mu? Şu halde masum olmayan bizler ki alimler de bizler(masum olmayan insan)dendir.

Mutlak masumlar silsilesi(Allah, Cebrail, Muhammed-s.a.a)nden gelen ve gelenin de(Kitab-ı masum) mutlak olduğudur. Masum olmayan alimlerin, mutlak doğru hükümleri anlama(fıkh) yeteneğini nasıl elde edebileceği, tarihten günümüze hiçbir ilimle ispatlanmış değil! Bu konu İmam Ali(a.s)’yi anlatırken barındıranın barınanı kapsayacağı, barınanın barındıranı kapsayamayacağında da açıklandı. Bir örnekleme ile değerlendirsek: Yüz(100) sayısı, doksan dokuz(99)’u kapsayan(barındıran)’dır, doksan dokuz ise barınandır. Şu halde mutlak değerler barındıran olduğu için kemalet süreci yaşayan hiçbir canlı onu mutlak kapsayamaz.

İşte Velayet-i Fakih’e olması gereken mutlak itaat sorumluluğu, bizde bu şüpheyi kaldıracak yegane mercidir.
Bugün Allah adına, din adına, İslam adına cihat adına kim hangi cesaretle milyonları savaş ve ölüm meydanlarına gönderme yetkisini kendisinde buluyor? Bu üzücü durum hakikaten çok vahim tablolar içerdiği gibi kişiye korkunç veballer de yükler.
İslam dünyasında onlarca, yüzlerce öncü olduğunu iddia edenler hangi hakla müslüman gençlerin hayatıyla oynama hakkına sahiptir?(Hizbullah ve Hamas komutanlarının konumu farklı!)
Denilebilir ki, aynı sorun Velayet-i Fakih içinde geçerli değil mi? Elbette geçerli. İşte burada devreye yukarıda nakledilen ve ileriki sayfalarda da gelecek hadisler, konuyu daha açıklayıcı rol üstlenecektir.
İslam devleti kavramı, İslam İnkılabı’ndan sonraki süreçte oluşan sistemdir. Var olan İslam devletini korumak ve onu savunmak, onu uğrunda gerektiğinde hayatı feda etmek, Velayet-i Fakih’e olan mutlak bağlılıktan geçer!

Sırat-ı müstakimin tekilliğine binaen, Velayet-i Fakih’in kuram ve eylemlerinden şüpheyi haklı bulmak din adına itaati gerektirecek bir etkenin kalmamasıdır.
Bütün dışsal ve içsel eylem ve kuramlarımız, yani tavır, durum, konum, sosyal olgular, içtimai, iktisadi ve ibadi, ameli, hukuki, zühd, takva, nefsi tezkiye ve uluslararası siyaset sair sahalarda Velayet-i Fakih’in örnekliği ile öncü kabullenilmediğinde, yaşamın herhangi bir boyutunda kesinlikle ’dallin’e düşmeyeceğimizin ve orada kalınmayacağının delili nedir?

Velayet-i Fakih’in sadece ideolojik/siyasi olarak kabul edildiği iddia edilirse, giderilmesi gereken soru/n/lar oluşmaz mı istisnasız, insanlığın ikiye ayrıldığı bir dünyada(ya Habil’i ya da Kabil’i taraf)? Şu halde Marx ve Engel gibi düşünen bir sosyalistin, Bismarck veya Hanri Fort gibi yaşaması, bir sosyalistin içine düştüğü gülünç bir tabloyu ancak biz müslümanlar görebiliriz.

"Onlar bizlere,Velayet-i Fakih hizbi dedikleri zaman bizi aşağıladıklarını düşünüyorlar. Asla!.. Ben bugün buradan Velayet-i Fakih hizbinin bir ferdi olmaktan gurur duyduğumu ilan ediyorum. Fakih adil, Fakih alim, Fakih hakim, Fakih cesaretli, Fakih doğru sözlü ve Fakih samimidir.’’ (S. H.Nasullah)

Egemen Güçlerin Çöküşü:

Egemen güçlerin çöküşünde iki etken önemli rol oynar. Biri, mevcut egemen gücün zulüm ve adaletsizliğin sonucu, egemenlerin etkisinde olan diğer dünyanın mensuplarının başkaldırısı ve kontrolden çıkışı.Devrimlerin oluşma sebebi bu türdendir.
Nitekim ABD, İsrail ve Batı’nın bütün hile ve entrikalarına rağmen, İran milletinin sergilediği emsalsiz direniş ve mücadele ile Şah’ın kendi tabiri ile 2500 yıllık şehinşahlığını tarih müzesine göndermesi gibi veya zulüm ve adaletsizlikten gına gelen Fransızların 1789’da yaptığı devrim gibi…

Diğeri ise, egemen gücün kontrolünde olan güç odaklarının, kendi inisiyatifleri ile kontolden çıkarak, mevcut egemen gücü çöküşe hazırlaması ki, bu tür güçler bu çalışmanın dışında kalmaktadır. Ancak Türkiye’de bunun örneklerini bulmak mümkündür. Özellikle askeri cunta hareketleri, emri altında olduğunu iddia ettiği demokrat hükümetlere(!) ortalama on yılda bir müdahalesi, konunun izahatı için yeterlidir.

Müslümanlar, asla ‘demokrasi şaklabanları’nın oyununa gelmeyecek kadar aziz bir ümmettir. Gerçek hürriyet ve adalet gününün özlemini çeken ümmetin kendi değerlerine dönmesinin kaçınılmazlığı bir kez daha önemini belirtiyor.

Lübnan’da, İslam ümmetinin izzet ve şerefini yeniden ayağa kaldırmak için kıyam eden bir avuç serbederan Hizbullahi gencin, özellikle İslami İnkilab’ın zafere ulaşmasından kısa bir süre sonra, Velayet-i Fakih’in uhdesinde1982’ den sonra yeniden yapılanmaya giderek, bugün siyonizmin ve dünya müstekbirlerinin korkulu rüyası haline gelmesinin sırrı neydi?
Hizbullah, özellikle 1982’ den sonraki yeni yapılanma döneminde ilk ideolojik ilkesini, belirlediğinde Hatt-ı İmam’ı olmazsa olmazı olarak belirlemesinin sırrı neydi?.
Hatt-ı İmam; ne Doğu, ne Batı, tek yol İslam şiarıydı.
Bu şiar, emperyalizmin bütün şekillerine karşı çeşitli alanlarda yapılanmaya gitmek, siyonizm ve emperyalizme karşı silahlı direnişin en temel vazgeçilmez hakkı olduğunu kabul ettirdiği zorunlu cihattır.
Hizbullah, İmam Humeyni'nin İslam âleminin düçar olduğu bütün belaların zulmün sömürünün kısaca musibetlerin, emperyalistler ve özellikle İsrail ve ABD'nin başının altından çıktığı düşüncesini kuşkusuz kabul eder ve bu hattı izler.
Hizbullah’ın birinci temel ilkesi Velayet-i Fakih inancından kesinlikle ödün vermemektir.
Şu halde İslam dünyasının Hatt-ı İmam’ı olanların sönüklüğünün sebebi nedir?
Hizbullah ve Hamas’tan başka Velayet-i Fakih’i inceleyemeyen İslami hareketlerin önündeki asli sorunlar nelerdir?

İslam dünyasındaki işgal ve sömürüye karşı ,müslüman milletlerin en gözde direniş örgütü olan Hizbullah, Ortadoğu’daki yeni değişim sürecinin belirleyicisi olacaktır. Yani asıl pandoranın kutusunu Hizbullah açacak. Bu değişim sürecini hızla ilerleten Ortadoğu treni'nin ilk ve son durağı Hizbullah'ın nihai eylemi olacaktır. Bunu görmemezlik, sisli havada ava çıkmaya benzer. İslam İnkılabı’nın 30. yıl kutlamalarıyla, İran ve dünya müslümanlarına sunduğu tamamen yerli kaynakların ürettiği uydu armağanıyla, Hizbullah daha da dinamik bir güç kazanacak ve böylece naif de olsa bazı ülkeler İran'dan yana tavır takınacaktır. Buna paralel İran'ın bölgesel tartışılmaz güç sezimi de etkili olacaktır. BM sekreterinin siyonist İsrail aleynine kısıtlı çıkışı da bazı ülke yöneticilerine cesaret verir bir hava estirdi. Nitekim 2009 Davos Platformu’nda Türkiye başbakanının İsrail cumhurbaşkanı Şimon Peres’e karşı sözleri, arkaplanda farklı kanallara hizmet etme düşüncesini taşıyan endişelere rağmen cesaret sergileyen türdendi.
Bush, 11 Eylül 2001’in akabinde hiçbir şey eskisi gibi olmayacak demişti, ne var ki sözün ilk sahibi Bush değildi; İmam Humeyni'nin İslam İnkilabı’nın akabinde söyleyip de, Batı’nın anladığı; ancak İslam dünyasının anlamakta zorlandığı sözün tekrarıydı.

İmamHumeyni: "Bölge yeniden kendi dinamikleri ve aktörleri eliyle şekilleninceye kadar istikrar bozulmuştur; hiçbir şey eskisi dibi olmayacak, büyük ve çalkantılı bir döneme giriyoruz" demişti.

Hizbullah’ın Temmuz 2006 ve Hamasın 22 günlük direnişin zaferle sonuçlanmasından sonra, gerçekten Ortadoğu’ da birçok ülkede rejimler köklü değişime uğrayacaktır. Bölge halkları süratle siyasal öz İslam'a akın ediyor. Halihazırda kaçınılmaz iki altanatif rejim var: Biri, malum Amerika demokrasi şaklabanlığı, diğeri ise ‘’siyasal öz İslam’’ ideolojisi. Ancak bunlardan hangisinin kabul göreceğini, bölge halklarının neye karar vereceğini kestirmek çok zor değil. İşte Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ve sair ülkelerin korku çanlarının başlangıcı, Hizbullah’ ın zaferi ile ecel terleri idiyse, Hamas’ın zaferi ile sıtmaya tutulmaları oldu. Özellikle Hizbullah’ın tutumunu küçümsemek. Bir örnek olarak, ümmetin kraliçe arısı görevini gören yegane mil Velayet-i Fakih’tir. İmam Humeyni’nin ‘’hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’' sözü yeterli anlamamayı beraberinde getirir.
İmam Caferi Sadik (as)’ın buyurduğu gibi: “Müminlerin birbirine sarılması meleklerin birbirine sarılmasından üstündür.”



Batı’nın Demokrasi Şaklabanlığı:

Demokrasi şaklabanlığı adı altında sömürünün geçmiş tarihine değinmeden, bugünü değerlendirelim.
Batılı ülkeler ’’sömürünün ve zulmün kara pençesi’’ne düşürdükleri milletlerin gençlerinden birinci derecede korkmaktadırlar. Zira gençlik kendi haline bırakılırsa kendi değerlerine, kendi kültürüne, kendi öz inancına dönüş yapabilir.

Ve böylece kara pençelerini geçirdikleri ülkelerin gençliği, Batı’ya karşı yeniden kendisi olma mücadelesini başlatabilir. Batının örümcek ağı gibi bütün değer ve zenginliklerini tarumar eden ellerini kırabilir, sömürü hortumlarını kesebilir ve onların sahte özgürlük ve eşitlik kavramlarının altında gerçekte kendilerini sömürmek için yatan yılan zehri gibi öldürücü bir zihniyetin olduğunu keşfedebilir.

İşte bu tür hile ve desiselerin anlaşılmaması için Batı, sahte kahramanlar yetiştirip sözde üçüncü dünya ülkeleri, gerçekte birinci dünya olan, zira medeniyetin, ilim ve irfanın beşiği olan Afrika ve Asya kıtaları, ya da geri kalmış dedikleri ülkelerin halkları adına mücadele verdirip onları özgürleştirmek ve ’’Adalet kemerini kuşandırmak’’ adına kendi kahramanlarını piyasaya sürerler. Elbette planını uygularken, bu tür kahramanları kendisine düşmanmış gibi lanse ettirmeyi de ihmal etmezler!...

Hakları gaspedilmiş, yeraltı ve yerüstü bütün değer ve zenginlikleri talan edilmiş milletler ile arayış içinde olan milletlerin, zavallılaşıp adeta köle halini almış mensuplarına, en başta da gençliğine, sahte kahramanların sundukları hürriyet ve adalet sloganlarına isteyerek/istemeyerek takılır. Uzun ve yorucu uğraşılardan sonra tam oyun ve tuzaklar deşifre edilmek üzere iken, daha önceden hazırlanan bir başka planlarını tekrar onlar adına,başka bir sahte kahramanla aynı sahnede bir başka oyun adı ile sahnelerler. Batının bu oyunu Asya ve Afrika’da dönme dolap gibi döner döner durur!

Demokrasi anlayışı işgal ve cinayet ise,Amerika demokrasisini vazgeçilmez kıstas olarak algılayan zümrenin yaratılış felsefesine dokunmadan devam edelim.Ancak şu soruyu da Asya ve Afrika demokrasisinin ’’Mutlak Havarileri’’ne sormadan geçmeyelim. “Liberal”, “muhafazakar”, “çoğulcu”, “parlementer”, “temsili”, “sosyal” gibi düzinelerce çeşitleri adına kim, ne kadar ekmek parası kazanıyorlar? Ve Bu değerlerden hangisi hangi ilahınızın mutlak değeridir? Elbette cevap verecek kadar da saf değiller.

Özellikle ABD şeytanının demokrasi ve özgürlük safsatasını değrelendiren Noam Chomsky der ki:’’Beşinci Özgürlüğü ön planda tutan, diğer özgürlüklere ancak Beşinci Özgürlüğe zarar vermedikleri sürece yaşama hakkı tanıyan programların hayata geçirebilmesi için devlet yalan üzerine, aldatmaca üzerine, hile üzerine dayalı bir yapı oluşturma durumunda kalmaktadır. Bunun için ideolojik kurumlarla işbirliğine gitmektedir. Ülke içinde gelir ve güç dengelerinin oluşturulmasında, serbest pazar fikrinin işleyiş tarzında devletin bu politikasının izlerini açıkca görmek mümkündür.’’

ABD ve Batı dünyası demokrasi şaklabanlığı adına dünyaya zorla dayatıp kabul ettirmek istedikleri ve kendilerince halkın ’’necat gemisi’’ kabul ettikleri sözde demokrasilerinin temel kıstasları,

1- Konuşma (fikir) özgürlüğü

2- İnanç özgürlüğü

3- Eylem özgürlüğü

4- Temel ihtiyaç özgürlüğü

olmak üzere ’’dört ana ilke’’den oluşur.
Ve devamla derler ki: “Dünya halkları hangi kültür, inanç ve medeniyetten olurlarsa olsunlar, istisnasız bu nimetten faydalanma lütfuna ermeliler! Şayet demokrasi nimetinin kutsallığını idrak edecek bilinç seviyesine ermemiş derecede ataerkil iseler, o zaman da zorla ve ’gerekirse silah gücü ile bu nimet dayatılmalı!”


Peki bu değerler insanlara doğuştan İlahi bir lütuf olarak yaratıcı tarafından, inançlı/inançsız verilmiş haklar değil midir ki, demokrasi adına yeni bir etiketle ve lütuf olarak piyasaya sürülüyor?
Bir de kendilerine ve yandaşlarına ait özel statüsü bulunan beşinci ilkeleri daha var ki, onu da onlardan dinleyelim.


Yine Noam Chomsky der ki:’’Beşinci Özgürlük nedir diye, soracak olursanız Beşinci Özgürlük; soyma, sömürme ve hüküm altına alma ve sonuç alabilmek için her türlü güce başvurma özgürlüğüdür.’’

Bundan daha da ilginç olanı şudur ki, Batılı bir müsteşrik olan Noam Chomsky bunları itiraf edecek kadar cesaret sahibi bir düşünür, müslümanların ’’sözde sorumlu aydınlarından daha cesaretli bir tavır daha açık bir eda ile düşüncelerini ortaya koymaktadır.
İslamın sorumlu aydınlarından daha cesaretli evet. Elbette ABD’nin bu cümleden Batı’nın çirkin politikasını ve çarkının nasıl döndüğünü hangi sade dille anlattığını gerçek sorunluluk sahibi olan müslüman sorumluların varlığı da inkar edilemez; ancak bu oran ne kadar ve yeterli mi?

Chomsky devamla derki: ’’Beşinci Özgürlük soyma, sömürme ve hüküm altına alma ve sonuç alabilmek için her türlü güce başvurma özgürlüğüdür. (Kimin için bu özgürlük elbette bilmiyor değiliz!). Bizlere rehberlik eden yol değiştirme ilkesi ile uyumlu olmak üzere geçmişin olayların bizim milli gayemizin hoş olmaktan çok, nahoş anlarını yansıtmakta olduğunu kabul etmemiz daha uygun olacaktır. Ne yazık ki, artık her şey değişmiştir. Yalan, değişen hiçbir şey yoktur. Geleneksel kurbanlarımız dün yaşanan korkunç olayları bugün de bir eksiksiz yaşamaktadırlar. Biz onların sırtlarındaki kamburlarıyızdır ve onlar bu beladan hala kurtulabilmiş değiller. Üstelik bir de bizim medeni, gayrisinin vahşi olduğu yolundaki iddialarımızı dinlemek mecburiyetindedirler. İşlenen her türlü cinayet ne denli vahşiyane ve ne kadar barbarca olursa olsun, bizim entelektüel kültürümüzün b o y a c ı (Mazlum milletlerin sinesine yerleştirdikleri yerli uşakları kendi rengine boyayarak plaza ve ılımlı medyada satışa sunar) dükkanında süslenip-püslenip gelinlik kız görüntüsü kazanabilmektedir.’’ Evet parentez içindeki cümleler hariç Chomsky’den aynen aktarıldı.

Acaba Chomsky gibi bir müsteşrik politikacı ve Batı’nın gözde düşünürlerinden biri olan bu şahıs neden bu denli ’’açık ti’o’’ veriyor veya vermesi bizce normal mi? Yani Chomsky gerçekten ezilenlerin safında yer aldığından ötürü mü aleni olarak kendi düzeninin kirli çamaşırı sayılan ABD’nin Beşinci Özgürlüğünü deşifre ediyor?

İlginç! Sanki Chomsky sömürünün altında inim inim inleyen mazlum milletlerin kurtarıcı havarisi Mesih’i nefha olmuş! Oysa aynı Chomsky sahip olduğu milyon dolarlar sermayesini sömürülen Mazlum milletlerin alın terinden devşirmiş
ve terörist İsrail rejimi için ömrünü harcamaktan çekinmemiş Yahudi bir şahıstır. Öyle ise işin içinde başka bir iş daha var.
Evet Şeytan’ın Musa’yı Tevhid’e davet edişi gibi bir şeytanlığı var da ondan ötürü bir kısım mahremlerini açıyor! Zira onlar(küfür) aynı kumaşın bezi ve tek tarağın dişleridir.

Ama üzerinde düşünülmesi gereken tarafı şu ki, mazlumların ve zavallıların önüne sunulan ’’barby’’ güzelliğindeki yapmacık oyunlarla dini, kültürü, medeniyeti ve algıdaki farklılığına rağmen…

Bir başka müsteşrik tarihçinin, “ Yaşayabilmemiz ancak militan bir tavır takınmamızla mümkündür. Disiplin her güçlü ordunun temel direğini oluşturur.“ sözleri acaba İslam’ın

“Allah yolunda mücadele edin“ ve “inancınızın size yükledikleri ile hayatınızı düzenleyin“ öğretisinden farklı bir şey mi söylüyor? İlahi önderlerimizin öğretilerinde “siz söyleyene değil söylenene bakın“ ikazı bize sözü edilen prensipleri kabul etmememizi mi gerektirir?

Söz konusu cümledeki en çarpıcı kelimeler:
‘’Militan’’
‘’Disiplin’’
ve ‘’Ordu’’dur.

Bunların İslami açılımı ise:
‘’Mücahid’’
‘’Cihad-ı Ekber’’
‘’Velayet ümmeti’’dir.
Buyrun Allah aşkın acaba suçlu biz miyiz, düşman mı? 1400 yıl önce bize sunulan ilahi kurtuluş reçetesini Batı uyguluyor. Bizse ne aradığımızı hala biliyor değiliz.
Batının Çirkin Yüzü:
Onların olsun demokrasileri, özgürlükleri ve insan hakları. Kaldı ki, bunlar kendi söylediklerine de sadık değiller.

Batı, mazlum milletlere özellikle Filistin, Afganistan, Irak ve ümmetin tamamı aktif mücadeleden başka bir dilden anlamaz dedirtecek kadar vahşileşti. Neden?
Uzakdoğu İslam’ı (Endonezya, Malezya gibi) şu an için Batı’ya tehdit dışı İslam’ın etkisinde, Batı’ya göbek bağı ile bağlı olduğundan ötürü Batı pek rahtsız olmuyor veya kendi kuklaları Batılıları aratmayıp, şeyhlerine de kör kalabiliyorlar!
İslami aydınlar sömürge ve Batı emperyalizmine karşı koymak yerine ’’Kelami ve Mezhebi’’ tartışmaları ya da ’’mensubiyet’’ olmaktan daha öncelikleri olan konularda tartışa dursun…
Örneğin Türkiye’de ’’Hıra dağı kadar Müslüman, Tanrı dağı kadar Türk’’ sentez morfini ile uzlaşmayan halk, İslam’a duyulan ihtiyaçla inançlar yeniden şekillensin, tekrar tekrar yeni İslam versiyonları gündeme getiriliyor. Radikal, ılımlı, tasavvufi, envai çeşitleri seçme beğen seç, Bor’un pazarından farksız!
Neden tarihin levhalarına sıkıştırılmış ilahi şahsiyetlerin manevi kişilikleri ve getirdikleri, bir halkın karekterinde hayat bulması dünyaya yansıyan sonucu vermez diye yaygaralar kopartılıyor?

Neden geçmişte İslam coğrafyalarının haritasında pervasızca yapılan manüpülasyonlar sonucu oluşan sınırlar, bugün Lübnan ve Filistin’de şekillendirenlerin ummadıkları bir farklılıkla şekillenecek safhaya geldi?

Şekillenen yeni sınırlar jeolojik kıvrımlardan ziyade, ideolojik bir oluşumun öncüsü olan ’’siyasal İslam’ın vurucu üssü’’ olan evrensel diriliştir.

Neden bugün evrensel İslami hareketler dönüşü olmayan bir rotaya girmiş ve
’’tarih treni’’ olanca hızıyla hedefine yol almakta iken, trenin bir vagonu olması gereken Türkiye hala o senaryolardan kurtulamamış. Laik kesimin irtica hezeyanları kulakları çınlatadursun, onlardan daha önce hafif İslamcıların yeni Ortadoğu’ya sunacakları yeni İslam’ları varken…
Müslümanlar Neden Korkuyor?

Tarihte İslam orduları dönemin en büyük ordusuna sahip Sasani İmparatorluğu’nun sınırlarına dayandığında Sasani İmparatoru Yezdicerd’in, İslam ordusu elçilerine,”Ne istiyorsunuz?
‘’Eğer açsanız sizi doyuralım,istediğinizi verelim.
Değilse, sizin gibi zavallılarla savaşmak şanımıza yakışmaz dönün gidin’’ anlamındaki sözüne karşılık İslam ordusunun temsilcileri ise,
‘’ Biz, müslümanlarız. Yeryüzünde mazlumlar üzerindeki zulmü yoketmek ve Allah’ın dinini ikame etmek için geldik.” demeleri ne kadar da anlamlıydı!



Aynı dinin takipçileri bugünün Müslümanları, Amerika, İsrail ve Batı dünyasının İslam dünyasına ve özellikle İslam dünyasının izzet ve şerefi konumundaki İslami İran’a savaş açacak, Hizbullah’ın silahlarını toplatacak, Hamas devre dışı kalacak, demesi anlaşılır gibi değil.

Oysa korku paranoyası taşıyanların kişilik sorununun olduğunu, bir milletin en amansız cellladı korku pisikolojisinin olduğunu, bugünkü modern tıp açıklamaları televizyonlarda sevgiliyi kaybetmenin histerik depresyonu olarak değerlendiren alimleri ne oldu acaba, Sasani tarihini bilmiyor musunuz?

21. yüzyılın ilk çeyreğindeki savaş versiyonlarını değerlendirdiğimizde karşımıza çıkan tablo siyasi, psikolojik, ekonomik, sosyolojik, kültürel kısaca simetrik ve asimetrik sair etkinlikleri ile ABD, İsrail ve Batı dünyası, son iki asırdan itibaren ve en önemlisi de 1979'dan bugüne kadar zaten bu savaş türlerini sürdürüyor.

Bizim genellikle savaş kavramından anladığımız, askeri operasyonlu sıcak çatışma, dağları bombalama veya korku imparatorluğunun asit kuyularıdır.
1980-1988 İran ve Irak savaşı ile Irak'ın şahsında başta ABD, SSCB, İngiltere, İsviçre Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda ve daha bilinen (toplam 17 ülke Irak’a kimyasal silah yardımı yapmıştır)nice ülkeler kimyasal silahlar dahil en gelişmiş modern ve teknik silahlarla Saddam’a sınırsız destek verdiler. Hepsinin bir amacı vardı Huseyn’i bir kez daha Kerbela’ da katletmek. Kerbela Irak’ta değildi artık, mekan değişmişti. Şu halde İslam’ın elleri, ayakları çapraz kesilmeliydi.Sihri bozmanın cezasıdıydı bu.

İran’ın daha bıyıkları terlememiş taze fidanlarının üstüne kimyasal ölüm bombaları yağdırılmalıydı. Bizler de Saddam’ın zaferine amin dualarıyla görkemli mabedlerde amin demeliydik!

Evet korkunç bir suç işlenmişti. Kerbela’da düşen bayrağı kaldırmanın bedeliydi bu.
Bu bayrağı göndere çekmenin affedilen bir yanı olamazdı! İşte bu bayrağın yeniden dikilmesindeki en önemli dinamik etken neydi, bıyıkları terlememiş o gencecik fidanların gönlünü onlardan çalan Velayet değil miydi? ABD ve Batı bu felsefenin yalnızca İran coğrafyasına sıkıştırılıp kalmayacağını çok iyi biliyordu.
Biliyordu, biliyordu...

Tarih sayfasına ilk adım atan hemen bütün haklı mücadeleler, ilk ortaya çıktıklarında, zamanın zar.zor ve tezvirleri bu çıkışları sorgusuz sualsiz illegal kabul etmiş ve aleyhte amansız bir mücadele vermişlerdir.
Musa'nın Firavun'a, İsa'nın hahamlara ve Roma'ya, İslam peygamberi(s.a.a)'nin mesajını sunduğunda, dönemin Ekabirleri, Yahudi hahamlar, Bizans ve daha nice örnekleri, bunları da geçelim, Ali’nin suçu neydi?
Muaviye, Ali’nin şehadetinden sonra Kufelileri toplayıp açıktan dememiş miydi? Ey Kufe halkı! Ben sizinle namaz kılasınız veye zekatı veresiniz diye savaşmadım. Siz bunları zaten yapıyorsunuz. Ben....?

İslam Devrimi’nin hemen akabinde küfür alemi geçmişte Mekke müşriklerinin yaptıklarından elde ettikleri tecrübelerden faydalanarak, söz konusu nazenin gülleri soldurmayı umuyordu.
Onlara göre bu ilahi ilhamlı devrim ateşi, dünyanın diğer bölgelerine sıçramadan mutlaka ve mutlaka, yerinde söndürlmeliydi.

Hürriyet ve Adaletin Tarihi Akibeti:

Hürriyet ve adalet arayışı, serüven yeryüzündeki ilk insanla başlar; tarihin sonuna kadar da gidecektir. Nihayet bu iki kavram tarihi sonlandıracak. Söz konusu ikili ayrılmaz kavram, belirli bir fert, toplum ya da coğrafya için sunulması pek fazla önem arz etmez. Elbette bulundukları yer için belirli bir tehlike ve tehdittirler.

Ancak ayağa kalkmış bu tür ilahi hareketlerin felsefesinde coğrafyalar ve ırklar üstü temel değerler varsa ki, bu da olgun anlamda ancak İlahi orijinal mesajlarda olur. İşte bu noktada mevcut yeryüzünün bütün ideologları tarafından alternatifsiz potansiyel tehdit olarak algılanır. Zira olası başarıda yerine koyacakları hiçbir felsefe ve ...izm’leri kalmaz, bunun ne manaya geldiğini, anlamını çok iyi bilen ‘’saltcı’’lar, mensubu oldukları rejimler vasıtası ile harekete geçerek tedrici veya bütünsel imha eylemine girişmek zorundadır.

Eski Yöntemler

İzolasyon (abluka):
İslam peygamberi kutlu mesajını sunduğu (Mekke'lilerin fikri ve ruhi kuraklık) dönemde karşılaştığı ilk olumsuz eylemdir. Nihayet mesajın birey ve kitle tarafından algılanmaması için öyle ki kulakları tıkatma politikası izlenmiştir. Olmadı, ideolojinin ilkleri ve öncü kadro işkence ve imhası,ambargo olmadı,başka bir yöntem nihayet hiç bir kural tanımadan kendi alanında bütün tedbirlere yönelir. Öncü(Resul)‘nün kendisine faili meçhul cinayet; ama tutmaz.

Manipülasyon (Başkalaştırma):
Mekke'nin uluları birinci aşamadaki önlem ve savunma stratejilerinin başarıya ulaşamadığı şöyle dursun belki kutlu mesaja olan ilgiyi daha da artırdığını fark etmişlerdi, o halde yeni bir metod denenmelidir. Gerekli bütün önlemler alınır ve uygulanır. Edebiyat, şiir, çeşitli fikri etkinliklerle kutsal mesaja alternatif arayışı… Hayır hayır, çözüm bulunmuştur." İkili Tanrı metodu!"
Sonuç: 6 Ayet ile(Kafirun)son bulur!

Toplu İmha (Sıcak Savaşlar):
İslam peygamberi ve kutlu mesajına karşı başlatılan ciddi imha eylemleri: Bedr,Hendek, Uhud ve...Sonuç: Mekke,Kayzer ve Kisra'nın sonu!


Yeni dönemde de farklı değil:
İzolasyon,manipülasyon ve toplu imhayı birlikte uygula, daha zekice!

Ne var ki, yeni ve tek dünya düzeni öncüleri, eski seleflerinden daha akıllı hareket etmesini biliyor, hem seleflerinin tarihlerini çok iyi tahlil etmiş ve onların geçmişteki hatalarından yüklü bir tecrübe elde etmişlerdir.

İslam İnkılabı’nın ilk yıllarında dünya dengesini sağlayan güçler eskinin yenisi olan mesajin tehdidini algılamada gecikmemişlerdi!

Ve istisnasız dünya medyası bu görevi üstlenerek temiz akıl ve fıtrat sahipleri ve kitlelerine hitap eden bu mesajı yerine ulaşılmaması için en olunmadık seviyesiz eylem ve propagandalara girişmiş. Öyle ki bazı milletlerin binlerce yıllık geçmişleri ile itham etmişler.Şu halde itham edenlerin de aynı geçmişleri olduğu unutulmamalıyız.





2006 İsrail-Hizbullah Savaşı’nda da durum farklı değildi. Siyonist Yahudilerden önce bu necis Hizbullah temizlenmeli diyen Peygamber Üniversitesinin ağır alimi Hacı babam. Arada bir diğerini de ihmal etmiyor!
Medine ve Moskova ya da Medine ve Washington menşeli bir bileşkeyi din olgusu adına seçmesi, İslami toplumların en tabii hakkıdır.
Nitekim ılımlı İslam ya da yeni İslamcılar denilen iç ve dıştaki etkenler, hemen devreye girmiş, üstüne düşeni gönül rahatlığı ile yapmanın verdiği haklı gururu taşımanın vediği onurunu ‘’Velayet-i Fakih modeli, ucube bir iktidar modeli üretti’’ başlığı ile yerli ’’wal stret’’te, atbaşı kalem oynatılsın, kalemin Rabbi adına!

Ve bu seçime itiraz, sözkonusu bile değildir. Nitekim İslam İnkılabı’nın demokrasiye kaydı kayacak, terennümleri yıllarca dünyanın dört bir köşesinde raksetti. Bu terennümün siyasal İslam açısından anlamı iyi bilenler için İ. Huseyin'in Yezid'in önerisini kabul edip dilediği bir yerde ömrünün sonuna kadar rahat(?) bir hayat sürmesi ile eşdeğer idi. Elbette daha farklı boyutlarda da tezler, antitezler hatta sentezler geliştirildi ve uygulamaya konulmak istendi.Peki Velayet ile ne alakası var?

Ortadoğu'ya yönelik çözümler bugüne kadar hep Batı dünyasından gelirdi. Özellikle Irak, Filistin, Lübnan ve diğer ülkelere. Çözümü kendisinin olan, ama daha tam keşfedememiş öz değerleri ile kendi yörüngesine oturmak isteyen ve isminin dahi Batılı politikacılar tarafından verilen bir Ortadoğu...

Evet bugün onların tabiri ile Ortadoğu halkları, Velayet-i Fakihin felsefesini ve hedeflerini çok iyi anlamış ve dinamiğini harekete geçirmiş, İslami halklar bunu başarmak zorunda, başka bir alternatif de yok. “Ya Ölüm ya İstiklal” konumunda olan bir dönemin arefesinde…


Şu Halde ABD ve Batı’nın Ne Kaybı Var?

ABD ve Batı dünyasın kaybı, ekonomik kayıptan öte Ortadoğu’nun kendi sorunlarını Velayet-i Fakih’le halletmesinin ötesinde farklı bir mecraya taşınacağını görmesinde yatıyor. Yani Velayet-i Fakih Batı politikasında kozmik ve evrensel bir tehlikeyi beraberinde taşıyordu. Mikro(küçük) ya da bölgesel olan bu çözüm Makro(büyük)'laşırsa, varıp gerisini onlardan önce siz düşünün, neden? Ortadoğu ve İslam dünyasından ziyade Batı da İslam’a teslim olur da ondan…
Sonuç eskisi ile yine aynı oldu. Yani dünün Hicazı’ndaki İslam çıkışı ile nasıl ki yirmi üç yıllık gibi kısa bir zamanda yerle bir olan iki imparatorluğun akıbetini çok iyi bilen Batı, bugün de Rusya’nın çöküşünden sonra sıranın kendisinde olduğunu çok iyi görüyor ve de biliyor.
Bu konuda düşünce, idrak ve aklın us vurma yetisi, ilahi adaletin taksimi gereği kişioğlu arasında eşit orantılılığı gerektirir. Ve ilahi adalet burada inançlı inançsız fark gözetmez.
En son ilahi risalet olan İslam dini diğer dinlerden birçok imtiyaz ve özelliklerle ayrılmıştır. Sözkonusu imtiyazların en barizi bu ilahi dinin mesajını içeren Kitabullah’ın mutlak yaratıcı tarafından korunması müjdesidir. Belki de bundan ötürü Resulü Ekrem(s.a.a) kendisinden sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceğini müjdelemişti. Başka bir ifade ile Resulullah(s.a.a)’tan sonra nebiler gönderilmedi.
Ancak korunmanın mutlak oluşunu diğer semavi risaletler için söylemek imkansızdır. Diğer semavi risaletlerde tahriften öte kitaplar dahi zayidir. İslam ümmeti için Kitabullah’ın tahrif edilmeksizin elde olması büyük bir bahtiyarlık ve ilahi nimettir. Ümmetin vahdeti için en temel zaruri ihtiyaçlardan biridir Kitabullah’ın tahrif edilmeden bugüne dek ulaşması.
İslam dinini bütünsel olarak bünyasinde barındıran İlahi risalet, kendisinin diğer İlahi dinlerden ayrıldığı asıl önemli noktalardan biri de, evrensel İslam devletinin, toplumunun ve yapısının kurulması için gerekli bütün ezelliklere sahip oluşudur. Nitekim diğer ilahi dinler bölgesel yahut kabilesel olarak kalmışlardı.

Toplumların sağlam bir bünyeye sahip olabilmesi, ayakta durabilmesi ve değerlerini koruyabilmesi için yani Hakk’ın ilahi emirlerinin ikame edilmesi ve insanlar arasında adaletin uygulanması için Velayet olmazsa olmazlardandır.
Hak ve adalet kavramları objektif kavramlar olup bütün insanlık ailesi için gerekli olan kıstaslara haizdir. Bu kutsal terimler insanoğlunun kendi nefsi çıkarları doğrultusunda içini dolduracakları kavramlar olmaktan çok yücedirler.
Şayet bu imkan dahilinde olsaydı, fert ve toplumlar kendilerine göre yorumlar ve keşmekeşlik oluşurdu. Nitekim bugün insanlığın büyük çoğunluğunu çektiği çile ve ıstırap bu sorundan kaynaklanmaktadır. Beşeri bütün ideolojiler hak ve adalet kavramlarına taraflı yorumlar yükleyerek güçlünün yanında yer amayı yeğler bir anlayışı insanlık için normal karşılar olmuştur.

Hükmü ikame etme çağrısı sadece son ilahi risalete has değildir. İnsanlar arasında hükmedebilmek için diğer semavi risaletlerde nebiler görevlendirilirken, İslam dini bir an dahi olsa nefsin arzularına maruz kalan ümmetin idarecilerinin eline bırakılması hiç insafa sığar mı?
Bir taraftan Şeriat-i Muhammedi’nin diğer risaletlerden bazı noktalarda ayrıldığını söyleyeceğiz, diğer tarafan ise Velayet(sevk ve idare)’te heva ve hevesine uyabilecek insanlara bırakılabileceğini düşünmek… Bu konu teori olarak belki tartışılabilir. Ancak, konunun hassasiyeti, pratik sahada eylemleşmesi maalesef kabul edilemez.
Aziz İslam tarihi, kırmızı şehadet çizgisi tarihidir. Mazlumların kanlarından ve kafataslarından yapılan kaleler, en aziz kişilerin bedenleri üzerinde koşturulan atlar masum kadın ve altı aylık çocukların kanını dahi mübah gören zülüm ve zer üstüne kurulan saltanat sarayları bunun en açık delilidir.
Peygamberlerin amaçlarından birisi de hiç şüphesiz İslami toplumu ve İslam’ı korumalarıdır. Nitekim Adem(a.s)’den kıyamete kadar, Allah katından gönderilen bütün dinler özü itibarı ile İslam’dır.
Yüce İslam dini kıyamete kadar insanlar arasında hakkın ve adaletin ikame edilmesini istemektedir. Bundan dolayı Resulü Ekrem(s.a.a)’den sonra İmamların görevlendirilmesi ve 12. İmam Mehdi(as)’nin gaybetinde Velayet-i Fakih mercii ile hak ve adaletin tesisi zaruridir. Bir kez daha anlaşılmştır ki masum imamların velayeti mutlaktır ve naiblik olarak o(Mehdi)’nun zuhuruna dek, sorumluluğunu üstlenen Velayet-i Fakih merciide vekaleten o kutlu hazreti temsil ettiğinden, itaat mutlaktır. Temenni odur ki, Rahman İslam ümmetini vahdette birleştirsin.

İslam Devrimi, Ebuzeri Kişiliklerce Oluştu

Yeryüzünde, Ebûzer'den daha doğru sözlü birisi yoktur." Hadisi kişioğlunun maneviyatı ve kişiliğinin dışa yansıması, o'nun madde ile olan ilişkisindeki orantılığı da belirler!
İmam Humeyni’nin öndeliğinde oluşan İslam İnkılabı’ndaki zaferin en önemli etkenlerinden birisi de hiç şüphe yok ki devrimci kişiliklerce desteklenmesi idi. Nitekim tarihteki bütün devrimlerde ve bu tür hareketlerde o devrimi özümsemiş onun felsefesi ile bütünleşmiş kadro ve kitlelere ihtiyaç duyulmuştur. Resulü Ekrem’in Medine-i fazılasındaki öncü kadrolar bu cümledendir. Ne yazık ki bu konudada yeterli çalışmalar yapılmamıştır. Yani bir devrimin oluşabilmesi için ilk etapta öncü kadro yetiştirebilmeyi ilke edinebilmektir. Tarihi açıdan İnkilab’ın 30. yılını kutladığı bir zaman dilimine ulaştığımız söylenebilir ancak yeterli tecrübelerden eksik kalmış bir ümmet hareketliliği sözkonusu.

Açalım:
İmam Humeyni’nin hayatını inceleyenler bilirler, karşılaşacakları ilk ilkenin İmam’ın yapmak istediği devrim için ilk nereden başlaması gerektiği mükemmel tespitinde yatar.

İmam, peygaberin Mekke tebliğ dönemini çok iyi inceleyerek ondan gereken dersi çıkarmayı başarabilmiştir. Bunun ilk prensibi, yeterli kadro eleman olmayışında olduğunu, mevcut kadroların ise çeşitli fikirler etrafında farklı görüşler sunan ve amaç, hedef birlikteliğinin olmadığı tespitinde yatar.

Bu cümleden, Ebuzer'in kişisel devrimci eylemlerine daha bir ivme kazandırmasına sebep olan olayların geliştiği yer ve zamandan bazı anekdotları inceleyen insaf sahibi her müslüman İran İnkılabı’nın ağır geçiş sürecinin dönemin Yezidi olan Şah’a karşı zamanın Ebuzeri düşünce ve kimliğine bürünen muvahidlerin mücadelesi ve bu uğurda çektikleri çile işkence ile verdikleri canları bu devrimcilerin içinde bulunduğu dönemi kısmi de olsa anımsayıp, anlamaya çalışalım.


Şam valisi olarak atanan Muaviye bin Ebu Sufyan'ın, İslam kuvvetleri tarafından elde edilen fey ve ganimetleri, kendi şahsi çıkarları için kullanmasından dolayı Şam'da sürgünde olan Ebu Zer tarafından kınanarak halkı Muaviye'ye karşı kışkırtması ile Muaviye'nin, fey ve ganimetlerdeki tasarruf haklılığını ıspatlamak için Ebuzer'e; ''Biz Allah'ın kulları değil miyiz?'' sözüne karşılık Ebuzer'in; ''Tabii ki Allah'ın kulusun ama Allah'ını unutan bir kulsun. Kadehlerin artmış ve yemeklerin fazlalaşmış, mutfağında kaç çeşit yemek pişiyor söyler misin Muaviye?'' diye karşılık vermesini Şah dönemindeki adaletsizliklerle ne denli örtüştüğünü görmek o dönemde yaşamayı gerektirmezdi. Günümüze kadar ulaşan binlerce materyaller konu için yeterli bilgi birikimini rahatlıkla sunacak kadardır.
Halife adına(!) Ebuzer'in Rebeze çölüne sürgün edilmesini isteyen Ebu Sufyan'ın verdiği kararın haberini alan Ebu Zer, Ali'nin yanına giderek söylediği: ''Ya Ali! Benim Ebu Zer, senin ve benim hayatımı bu cahil insanlar nasıl da mahvettiler. Beni tekrar şehirden sürgün ediyorlar.'' demesi ile inkılabın öncü kadroları olan nezih şahıslarında yine Şah tarafından ya zindan, işkence, çile, sürgün ya da şehid edilmesi ile olan benzerlikler, göstermektedir ki Velayet-i Fakih’in kopuksuzluğu ile İslam’ın kaynaklarından beslenme geleneği arasındaki ilişki ne denli zorunlu bir bağdır.


Peygamberden sonra tahrip edilen gerçek ümmet anlayışi ile zedelenen toplumsal müminlik kimliğinin yeniden teşekkül ve ihyası için çaba sarf eden o günü Ebuzer’i ile inkılaba zemin hazırlayan İranlı muvahhidlerin eylemleri ve ilginç çıkışları arasındaki benzerlik, imanının parametresi olarak günün hükümetini meşru görmeyen, “Evinde ekmek olmadığı halde kınından sıyrılmış kılıcıyla başkaldırmayan adama şaşarım” diyen devrimci ruhu aradan geçen on dört yüzyıla rağmen aynı coşkunlukla bağrında taşıyan İranlı aziz mücahidler ve tabii ki hepsinden önemli olan Velayet-i Fakih’i temsil eden ariflerin piri İmam Humeyni…
İslam dünyasına hakim olan zamanın Muaviye’lerine göre, bu mücahidlerin ve İmam Humeyni’nin girişimleri İslam toplumuna zarar veren, ümmet arasına tefrika koyan, meşru hükümete asi olan, adaleti kendi reyince yorumlayan, peygamberin ümmetinin bir kısmının kabul ettiği Sultanlık ve Ceberrutluk sistemlerine saldırganlık cürretinde bulunan ve Arap’tan kabul edilmeyen bu yabancılar topluluğu...

Halifenin veziri konumundaki Mervan'ın olduğu bir dönem ve tüm çabalara rağmen Ebu Zer'i Rebeze çölüne sürgün kararını veren halifenin fetvasının geçerliliğini Ebu Zer'e refakatlık yaparak iptal eden İmam Ali(a.s)'nin ortaya koyduğu tavır ile İmam Humeyni’nin ortaya koyduğu tavır arasındaki benzerliği anlamak için yine tarihi Velayet zincirinin kopuksuzluğunun ne derece elzem olduğunu bilmekten geçmez mi?

Her halûkarda öyle ya da böyle, bu tür hareketlerde nihai sonucu tarihteki mümtaz şahsiyetlerin üstlendiği misyonunun muğlaklaşmasına ve toplumun elde etmek istediği gerçek mesaja ulaşmamak için din adına ahkamlar her daim kesilir.
Bunun tabii sonucu olarak, İslam toplumunun kendi zamanını yakalayamama, sorumluluğunu anlayamama, manevi ve maddi sermaye kaybına yol açacağını bilen günün Haman’ları, Karun’ları ile onların koltuk değneği haline gelmiş zavallı bir ümmet...

Bu konular bilinmemeli!

Tarihin bize ulaştırmak istediği olayların bütününe ulaşamamak elbette eksiklik değildi. Ancak İslam Tarihi’nde mümtaz bir kişilik olarak hak ettiği konumu kazanan Ebu Zer hakkında söyleyecek sözü olanların bu kişilikten ilhamını alma metodlarından habersiz kalması, ya tarihten gerekli olan hisseyi alamamak ya da tarihi kendi isteği doğrultusunda yorumlaması olarak anlaşılmalıydı.
Bu konuda söylenecek son söz: Maceraperest ernesto Che Guvera reklamlarını yapsın müslüman ağır ve entel abiler! Öyle ya platonik duygulara ihtiyacı var gençliğin…
Batı dünyasının bilmem hangi sözde kahramanın posterleri boy boy basılsın ve tişörtlere adı yazılsın. Müslüman halkın gençliğine ne idüğü belli olan Batı’nın kırık öncüleri sözde kahramanları tanıtılsın.
Ebu Zer gibi bir şahsiyette toprağa gömülsün Rebeze’de bir daha dirilecek şekilde örtülsün üstü.
Onlar çok iyi biliyorlar ki, Ebu Zer dirildiğinde ölümleri olacak. Sarayları yıkılacak göbek şişirip ense kalınlaştıramayacaklar.


Beşerin Kölelik Sistemi Demokrasi:

Hürriyet kavramının anlaşılmadığı hemen her yerde devreye giren bu etken geri kalmış ya da kalkınmakta olan ülkeler diye bir terimle sömürülen toplumların en baştaki sorunlardan biridir. Sömürünün çok çeşitli yöntemleri olmakla ( askeri siyasi ekonomi v.s) birlikte bu çeşitlerinin varlığı inkar edilmez bir gerçekliktir. Ancak bizim üzerinde daha çok durmak istediğimiz kölelik etkenlerin tahlili ve düşmanı tanıyamamadır.
Tarihin bütün zaman dilimi içinde İmam Huseyn(a.s) gibi köleliğe karşı durmuş, hürriyeti bütün varlığıyla savunmuş, ilahi önderlerin varlığı bile bilinemeyecek kadar enderdir.

Batı ve yanlıları aydın ve düşünürlerin kişiliksizliklerinden kaynaklanan etkenleri kullanarak İslam dünyasını sömürmeye müsait bir zemin hazırlayan emperyalizm,
bu tür aydınların yaşadıkları sefih hayata bir o kadar da hakililik payı yüklemek için yaşadıkları debdebeli ve şaşaalı bataklık hayatı, gerçek kurtuluş ve saadet yolu olarak lanse ettirip, kendilerince vicdani sorumluluklarını yerine getirmenin düşüncesi taşıyan bu zavallı kişilikli insanlar…Böylece genç kız ve erkeklerimizin büyük bir kısmına Batı özentisi ve Batı insanının sahip olduğu yaşam stilini empoze ettirip bunun gururunu yaşamak… Batı’nın tüketim pazarı haline gelmiş kişilikten yoksun milyar sayıda tüketici…

İnancın yüklediği hürriyet (Allah’a kul olma) kavramını idrak edememe gibi tuzaklara düşmüş zavallı, emperyalizmin istediği köle ruhlu insanların kölelik sistemine talip olmuş...
Evet Batılı aydınlar bu türden olmak için yarışırlarken, hakikate talip olanların kendilerine uyarılarını istemeyerek dinlediklerine ya da okuduklarında derler ki, biz sizin gibi gericilerden değiliz!
Bizler bir medeniyeti temsil eden seçkinler grubundanız. Zulüm ve fuhuş yeni türemiş bir olgu değil ki, bu malum rezil ve sefih kültür ilk insanın yeryüzündeki evladının tarihi ile eştir. Şu halde sizlerde en az gericilikle yaftaladığınız kitle kadar gericisiniz!

“Onlara ayetlerimiz okunurken dediler ki: Duyduk, dilersek biz de buna benzer sözler söyleriz ve bu, eskilerin masallarından başka bir şey de değil “(Enfal 31 )

Oysa aydın bir kişilik ve kimlik her şeyden önce
“ Allah ve Resulü, bir işe hükmetti mi erkek olsun, kadın olsun, hiçbir inananın, o işi istediği gibi yapmakta muhayyer olmasına imkan yoktur ve kim, Allah’a ve peygamberine isyan ederse gerçekten de apaçık bir sapıklığa düşmüş, sapıtıp gitmiştir.”/Ahzab 36 İlahi emrin yüklediği sorumluluğu yüreğinin derinliklerinde vücudunun bütün zerrelerinde kutsal bir emanet olarak taşımayı başarandır.

Nitekim İmam Ali(a.s) bu konuda şöyle buyurur:
“Allah dostları o kişilerdir ki, insanlar dünyanın görünüşüne baktıkları zaman onlar, dünyanın içyüzünü görürler. İnsanlar hemencecik elde edilecek dünya işleriyle uğraşırlarken onlar, bir müddet sonra gelecek ahireti elde etmek kaygısına düşerler. Ahiret işlerine koyulurlar. Kendilerini öldürecek zevklerden geçerler, o zevkleri öldürürler. Terk edecekleri şeyleri bilirler de daha önce terk ederler. Görürler, bilirler ki başkalarının dünyadan elde ettikleri çok şey pek azdır. Onların dünyayı elde etmeleri ellerinden yitirmelerinden başka birşey değildir.”( N.Belaga s.395)




Ulusların Siyasi Kıble Sorunu

“ Yüzlerinizi doğuya, batıya çevirip durmanız, hayır sayılmaz ki. Hayır ve taat sahipleri, Allah’a ve son güne, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan, Allah sevgisiyle yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, isteyenlere ve esirlere mal veren, namaz kılan, zekat veren, ahdettikleri zaman ahitlerine vefa eden, sıkıntı ve şiddet vakitlerinde sabreden kişilerdir. Onlardır sözleri doğru olanlar, onlardır sakınanlar.” (Bakara 177)

İnsanların en kötüsü o olmalı ki zulmünü adalet sayıp bu zulmüyle halka musallat olsun. Ne hazindir ki yüzyıllar bin yıllardır, Muhammed (s.a.a) ümettinin kaderini ellerinde bulunduran yöneticiler bu sıfata haiz olan şahsiyetlerden türemiştir. Tarihte kalan Emevi, Abbasi, Osmanlı, Safevi Saltanatları bu türden zorba yöneticilerin en açık örneği ile süslenmiştir. Öyle ki zulmün payidarlığı için kardeşi katleder, zulmün sadece kendisinden akmasını isteyen, ol devletlu’nun arzusu:
’’Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi’’
Bugün de ol devletlunun Mısır, Ürdün ve sair beldelere ikramıdır, Kabil’i zihniyetlerin.

Oysa Allah’a ve ahiret gününe inanan muttaki yüneticiler olsaydılar, elbette bilir ve inanırlardı ki:
“Mazlumun zalimden öç alacağı gün zalimin mazluma zulmettiği günden daha çetindir” ( İmam Ali a.s)

“ Düzene girdikten sonra yeryüzünde bozgunculukta bulunmayın ve O’na azabından korkarak, lutfunu da umarak dua edin. Şüphe yok ki Allah’ın rahmeti, iyilik edenlere pek yakındır.” (A’raf 56)

Düzene girdikten sonra ah ne hazin biz yazgıdır bizim yazgımız! Mazluma yardımcı olup zalime düşman kesilmemiz gerekirken yeryüzünün kan emici vampirleri olan güçlülerin gölgesi altında, yardımcı olunması gereken kim varsa, zulmetmek, iki kıtayı bir baştan öteki başa kılıç adaletiyle hizaya getirmek mü mini, dine davet etmek adına.
Kılıç adaleti mi, iyi ama Zülfikar’dan başka adil kalkan kılıç var mıydı?
Toplum ruhunun en değişmez karekteri mi ne? Filistin ve Irak günün Kerbela’sı olmuşken...
Bundan da ilginç olanı, Firavun’a yaltaklıkta yarışan bedeni hür, ruhu kölenin tutum ve davranışından, müslümanın kahır yükü haline gelen yazgısı...
“Sizi alemlerden üstün kıldığı halde Allah’tan başka bir mabut mu arıyorsunuz?” (A’raf 140)


’’Andolsun ki sen, kendilerine kitap indirilmiş olanlara bütün delilleri getirsen gene de senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uymazsın. Zaten onların bir kısmı de bir kısmının kıblesine uymaz. Bunu iyice bildikten sonra artık tutar, onların dileklerine uyarsan şüphe yok ki zalimlerden olursun” (Bakara 145)“

“ De ki: Allah’tan başka bir Rab mi arıyacakmışım, halbuki O’dur her şeyin Rabbi ve herkesin kazancı, ancak kendisine aittir; hiçbir suçlu, bir başkasının suçunu yüklenmez, sonra da dönüp varacağınız yer, Rabbinizin katıdır ve O, ayrılığa düştüğünüz şeyleri haber verir size.” (En’am 164)

Onlara, Allah neyi indirdiyse ona uyun dendi mi dediler ki: Hayır, biz atalarımız neye uyduysa ona uyarız. İyi ama atalarınızın aklı bir şeye ermiyorsa ve doğru yolu bulmadıysa ne olacak?” (Bakara 170)
Eğitim ve Kültür:

“ Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla; Oku Rabbinin adıyla ki bütün mahlukatı yarattı. İnsanı da bir parça kan pıhtısından var etti. Oku ve Rabbin, pek büyük bir kerem sahibidir. Öyle bir Rab ki kalemle öğretmiştir. İnsana bilmediğini belletmiştir. İş öyle değil, şüphe yokki insan, azar elbette.” (Alak 1 –7)

“ O, bir mabuttur ki ümmiler içinden, kendi cinslerinden bir peygamber göndermiştir; onlara ayetlerini okumaktadır ve onları TERTEMİZ bir hale getirmektedir ve onlara kitabı ve şeriatlerin hikmetlerini öğretmektedir ve bundan önce onlar elbette apaçık bir sapıklık içindeydiler” (Cuma 2)

Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı dünyasının 18. yüzyıldaki gelişmeleri takip edemeyişi yeni bilgi ünitelerinin oluşturulamayışı ve dahası taklidane bir şekilde takip etmesinin sonucu, ki Batı dünyasının istediği de buydu. Bu yöntemle Batı, Osmanlı’yı ekonomik ve dolayısı ile siyasi emellerini gerçekleştirmenin en iyi yolunu bulmuş olacaktı. Bu durumu yeterli derinlikte idrak edemeyen Osmanlı zevatları, sözde bilim ve endüstrinin yeniliklerine aşina olabilmek için seçkin öğrencileri Avrupa bu cümleden özellikle Fransa’ya gönderdi. Sonuç olarak daha büyük sorunlar yarattı. Zira buralarda öğrenim görmüş söz konusu cenah, ülkeye dönüşlerinde beraberinde getirdikleri yeni fikirlerle, yeni bir eğitim anlayışı ve bu sürecin en son aşaması kendisini genç Türkiye devletinde resmi bir ideolojinin idealleri arasına girmeyi başardı.
Sonuç olarak bugünkü sömürüye hizmet eden ‘’modern eğitim sistemi’’ anlayışı…

Var olan kırıntılardan etti beni! Uzak, hatta aleyhtarlığa bürünmüş eğitim, sisteminin köle fabrikası, bununla ne alınmak istenmiş, yerine ne konulmak istenmiş anlayana aşk olsun!

Bunun en açık örneği Filistin, Afganistan, Irak ve İslam coğrafyalarının birçok beldelerinde açıkça görülmektedir.
Öyle ki İslam ümmetinin mazlum çocukları konumunda olan Filistin halkı bir avuç siyonist zihniyetin elinde tamamen kendi kaderlerine, siyonist zihniyetin şımarık çocuklarının insafına terk edilmiş.
Müslümanların birinci kıblesi olan Mescid-i Aksa, hürriyetini kaybetmiş. İnsanlığın ve ümmetin baş belası siyonistlerin kirli ayakları altında inim inim inlemekte.

İlahi nimet olan bilgi çağının, direkt teknik ve araçlarından, gençliğin ruhunu öldürücü zehir gibi saran sanal ayyaşlık, genç dimağlara zerkedilerek enerji deşarj edilmeli ki, sömürüye uygun hale gelsin, üretimi düşürmesin, üretmeyi düşünemesin!

“(Münafıklar) İnananlar arasında kötü şeylerin yayılmasını sevenlerdir dünyada ve ahirette elemli azap ve Allah her şeyi bilir, sizse bilmezsiniz.” (Nur 19)

Şehvete kul olmuş bu tür zavallı yaratıklar, satılmış kölelerden daha aşağılık bir halde olduklarını biliyorlar mı acaba?

“Ümmetime bir zaman gelecek çatacak ki o zamanda Kur’an okuyanlar çok olacak, ilim alınacak, fitne çoğalacak. Bundan sonra bir zaman da gelecek ki ümmetimden Kur’an okuyanlar çok olacak, fakat Kur’an boğazlarından aşağı geçmiyecek, onunla amel etmeyecekler. Bundan sonra de müşrik, mü’minin söylediği söz üzerine, onunla Allah hakkında mücadeleye girişecek” (Cami II. S.2

Nice sözler vardır ki, gerçekte kişioğlunu yaralamak ya da öldürmekten daha ağır gelir. Bu sözlerden biri de odur ki, bir milletin manevi değerlerine karşı söylenen çirkin iftiralar ve yalan sözlerdir. İnsanı ıslah etmeyen bilgi, insanoğluna sapıklıktan başka ne getirebilir ki?

Satılmış medya uşaklarının şahsiyetli müminlerin eylemlerini küçültmek ve onlara akla hayale gelmeyecek iftira ve ithamlarda bulunması bir noktada anlaşılır türden zira her insan inandığını savunumakla mükelleftir.
Anlaşılması zor olan, tahammülü imkansız olan şudur ki, fasık ve mürtedlerin sözlerine kendini müslüman hatta mücahid kabul edenlerin, pişkin pişkin onlarla saatlerce koyu sohbetler, açık oturumlar, paneller, sair etkinlikler...

Başbelası, satılık kalem, sülük sürüsünden farksız zihniyetli ‘’hafif meşrepliler’’ in mahşeri alanı....


İnsan fıtratına aykırı olan dindışı/dinsiz sistemi, bilinçsiz, geleneksel ve örfi de olsa Müslüman halklara kabul ettirmenin getirmiş olduğu nihai çıkmaz, günümüz Müslümanlarındaki olumsuzlukarın temel etkenlerinden biri olduğu kuşkusuzdur.

Milletlerin sosyal yaşamlarını yönetecek olan yegane sistem, yine o toplumum sahip olduğu değerler manzumesinden beslenen, kaynağını o toplumun inancından alan ve o toplumun değişim kabul etmeyen inançlarından ilhamını almalıdır.
Esasında bugün var olan Türkiye sistemindeki tektiplilik dayatması, köklerini Osmanlı devlet yapısındaki tekdüzeliğe bağlar,
Özellikle son beş asırdan itibaren benimsetilmek istenen dini ideoloji, ister mecelle ve isterse demokrasi olsun, ‘’Orta Asya stepleri’’nden gelen ‘’Orta Çağ kültürü’’ veya Avrupa kültüründen başka bir şey değildir.

Ben-i Adem evlatlarına ayırım gözetmek, ideal olan yegene sistem yeni kıblenin ilahi sistemi…

İnsanlık tarihi boyunca, her dönemde hak ve batılın dur durak bilmez amansız savaşı... Ne büyük bir ilahi hikmet, iman edenlerle etmeyenler birbirlerinden savaş sahnelerinde ayırt edilmeli ha?
“Allah kimi doğru yola götürmek isterse Müslümanlığı kabul etmesi için gönlünü açar ve kimi sapıtmak isterse göğe ağacakmış da imkan bulamıyor sanır kendisini. İşte Allah, inanmayanlara böyle azap verir.” (En’am 125)

Yenilenme:

Fıtrata dönmek, fedekarlık, sadakat, özgüven, paylaşımcı olmak, adil, merhametli ve şevkatli olmak…
Kendi öz inancının değerleriyle donanmak, böyle de olur diyen İslam’dan uzak olduğunu kanıtlamak, bilgiyi, kültürü,kişiliği, karekteri ‘’öz İslam’’dan almak… Erdemli, abid, zahid, arif ve adem gibi adam olmak... Onurlu, haysiyetli, şahsiyetli, namuslu ve Kerim olmak! Peygambere benzemek, Huseyn (a.s) gibi olmak…

“ Gerçekten de Rableri, dualarını kabul etti, ben erkek olsun, kadın olsun, içinizden iyilik yapanın iyiliğini boşa çıkarmam, bazınız bazınızdan meydana gelmedir ve hepiniz birsiniz bence. Ama benim yolumda göçenlerin, yurtlarından çıkarılanların, eziyete uğrayanların, savaşıp vuruşanların, vurulup ölenlerin kusurlarını, andolsun ki mutlaka örteceğim ve onları, kıyılarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım, Allah katından mükafattır bu, daha güzel mükafat da yine Allah katında.” (Al-i Imran 195)

Şimdiye kadar değindiğimiz sorunlar elbette sahip olduğumuz sorunlar yumağının bütünü değildi. Sadece birkaç başlıktı, ne var ki bu tür sorunlardan başlayıp çözümlerine sağlıklı bir şekilde ulaşıp çözümleri elde edeceğimiz nihai İslam merciine olan aşinalık ve onu tanımaktan geçer.
Velayet-i Fakih’teki kişiliği, hal ve hareketlerimize (partik-amel) yansıtarak, İslam’ın insanoğlundan istediği Kurani ölçülerdeki fertler olmaktan başka bir alternatifimizin olmadığı.
Olasılık, sahip olduğumuz menfi sorunları Batı’nın istediği yöntem ve metodlarla çözüme kavuştursak dahi, Batı bizim erdemli toplum olmamızdan ziyade silik kişilikli olarak kalmamızı sömürü için başta gelen en önemli etken olarak kabul etmektedir.

Batı’nın değerlerine ulaşsak da, iç (ruh – manevi) huzuru elde etmemiş ve her geçen gün çökmeye biraz daha yaklaşan, manevi değerlerden yoksul, aile ve namus kavramı yok denilecek kadar zayıf olan bir toplum olmaktan öte neye ulaşabiliriz ki?

Yeniden kendisi olmak; katkısız islami değerlere sahip olmak demek, onurlu ve erdemli kişilik sahibi olmak demektir.
Yeniden kendisi olmak, Kuran’ın sunduğu ölçülerle mümince yaşamaktır.
Yeniden kendisi olmak, kula kulluktan kurtulup, ona kul olmaktır.
Yeniden kendisi olmak; iffetli, namuslu, takvalı bir toplum oluşturmaktır.

Bütün bu söylenen değerlerin pratikte nasıllığını kavramak ve yaşamak için,
liderliğin örnekliğini, kendimizde yaşamak ve yaşatmak sorunluluğunu yükler.

İmam Ali(a.s)’nin Malik-i Eşter’i Mısır’a vali olarak atadığında, ona yazdığı, tüm çağlara ve zamanlara hitap eden ölümsüz mektubu, hayatımızda kimi örnek alacağımızı, örnekliğimizin emir ve tavsiyelerinin yansımasının nasıllığını, bu mektupta yakalayacağımızı düşünerek, eklemeyi uygun gördük.




İmam Ali(a.s)’nin Malik’ül Eşter’i Mısır’a Tayin Ettiği Vakit Ona Yazdıkları Ahitname

İmam Ali (a.s)’nin tüm zamanlada geçerli olan bu mektubunu buraya aktarmamızın gayesi, Velayet-i Fakih merciinin uhdesindeki diğer fakih ve sorumluların, nasıl bir kişilikle, nasıl bir sorumluluk duygusu ile görevlerini yerine getirmeye çalışmaları gerektiğinin anlaşılmasına en iyi örnek olacaktır.

“ Bu, Allah’ın kulu Emir’ul-Mü’minin Ali’nin, vergisini toplamak, düşmanlarıyla savaşmak, halkını düzene sokmak, şehirlerini onarmak için Haris’ül Eşteroğlu Malik’i Mısıra’a vali tayin ettiği zaman ona verdiği emirnamedir.
Ona, Allah’tan çekinmesini, kullukta bulunmayı seçmesini, kitabında, farzlarına sünnetlerine dair emredilenleri yerine getirmesini buyurur; çünkü hiçbir kişi yoktur ki Allah’ın emrettiği şeylere uymasın da kutlu olsun, mutluluk bulsun; onlara uymayan da yoktur ki asi olmasın, kötülüğe düşmesin. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah kaliyle eliyle, diliyle yardım etmesini buyuruyor; çünkü adı ululandıkça ululansın. Allah dinine yardım edene yardım edeceğini, onu üstün tutana üstünlük vereceğini vaadetmiştir (1). Isteklere düşünce nefsiyle savaşmasını, onun serkeşliğini giderip zaptetmesini emreder; çünkü (Yusuf 53)

Sonra şunu bil ki ey Malik, seni öyle bir yere yollamaktayım ki senden önce ordan adaletle hükmeden, zulümle hüküm yürüten nice devletler gelip geçmiştir. Sen kendinden önceki buyruk sahiplerinin yaptıklarını nasıl görüyor, seyrediyorsam halk da senin yaptığın isşleri, senin gibi görecek, seyredecek. Sen onlar hakkında neler diyorsan halk da senin hakkiında o çeşit sözler söyleyecek. Allah kullarının dillerine neler ilham eder de onlari söyletirse, temiz kişiler, o sözlerle gerçeği anlarlar, hükümde bulunurlar.

Kendine temiz işleri zahire edin, en fazla sevdiğin azık, sence bu olsun. Heva ve hevasine hakim ol, sana helal olmayan şeyleri yapma; nefsini bunlara meylettirme; nefsini kötülükten alıkoymak, sevdiğin, yahut nefret ettiğin şeylerde ona hakim olmak, ona insafla muamelede bulunmaktır. Halka merhametle muameleyi kendine adet et; onları sevmeyi, onlara kütfetmeyi huy edin. Onlara karşı yiyeceklerin; içeceklerini ganimet bilen yırtıcı bir canavar kesilme.

Çünkü halk iki sınıftır: Bir kısmı dinde kardeştir sana, öbür kısmı yaratılışta eştir sana (2). Onlar sürçebilirler, kusur ederler; bilerek, yahut yanılarak ellerinden bazı şeyler çıkabilir. Senin yaptıklarını Allah’ın bağışlamasını nasıl seviyor, istiyorsan sen de onları bağışla; kusurlarından geç (3). Çünkü senin mevkiin onlardan üstün, seni bu işe memur edenin mevkii senin mevkiden üstün, Allah ise vali tayin edenden de üstün, onların işlerini senin emrine vermiş, onlarla seni sınanmaya oğratmış, Allah’la savaşmaya kalkışma sakın,onun azabından kurtulmana çaren yok,bağışlamasına, merhametine aldırış etmemene de imkan yok.

Halkın kusurlarını bağışlayınca nedamete düşme, onlara ceza verince de sevinme, seni yoldan çıkaracak öfkeye kapılıp ceza vermekte tez davranma. Ben onlara buyruk verenim, emrime uyulması gerek demeye kalkışma; çünkü bu gönle gurur verir, dini gevşetir, nimeti bozar gider. Gönlüne böyle bir düşünce geldi mi, gücünün kuvvetinin üstünde olan Allah’ın gücüncü kuvvetini düşün, onun kudretine karşı aczini gör; bu başkaldıran, serkeşlik eden nefsini yatıştırır, kibrini, gururunu giderir, yitip giden aklını başına getirir. Sakın Allah’ın azametiyle boy ölçüşmeye, onun kudretine kendi gücünü kuvetini bezetmeye girişme; çünkü Allah, her zorbayı hor hakıry eder; her baş çekeni, ululananı alçaltır gider (4).

Allah’a karşı da insaflı ol, insanlara, ehline ayaline, adamlarından buyruğuna uyanlardan hoşlandıklarına karşı da insafla muamelede bulun; böyle yapmazsan bil ki zulmetmiş olursun. Allah kullarına zulmedenin düşmanıysa Allah’tır. Allah’la düşmanlığa girişenin delilini Allah batıl kılar, zulümden geçinceye, tövbe edinceye dek de o kişi Allah’la savaşmış olur. Allah’ın nimetlerini bozan, zail eden, azabının çarçabuk çatmasına sebep olan şeyler içinde zulümden daha güçlüsü yoktur. Çünkü Allah mazlumların dualarını duyar, zalimlere de çaği gelince azabını yollar (5).

Halkın valiye en ağır gelen sınıfı bela çağında ona en az yardım eden, adaletten hoşlanmayan, isteklerinde direndikçe direnen, kendilerine ihsanda bulunulduğu zaman en az şükreden, ihsanda bulunulmayınca özrü güç kabul eyleyen, zamanenin çetinliklerine az dayanan, ileri gelenleridir. Dinin direği olan Müslümanların topluluğuna sebep bulunan, düşmana karşı duranlarıysa halk tabakasıdır; onları sevmelisin, onlara meyletmelisin.

İnsanların ayıplarını görüp gözeten, onları açıp söyleyen kişiler sana en uzak kişiler olsun. Onları kendine yaklaştırma. Çünkü insanlarda ayıp olabilir, valiyse bunları örtmeye en fazla hakkı olan kişidir. Onların bilmediğin ayıplarını açmaya, öğrenmeye kalkışma; sence bilinenleri, iyiliğe, temizliğe yormaya bak; bilmediklerin hakkındaysa, Allah hükmeder. Ayıpları elinden geldikçe ört; buyruğuna uyanların ayıplarını örtmeyi sevdikçe, bu huyla huylandıkça Allah da senin ayıplarını örter, bağışlar (6)

Halka karşı duyduğun kini bırak, her suça ceza vermeye kalkma, sence doğru olmayan şeyleri bilmezlikten gel. Halkın kötülüğünü söyleyenlerin sözlerini hemencecik gerçek bulma; çünkü halkin kötülüğünü söyleyen kovucu, öğütçülere bezese bile garez sahibidir (7).

Nekes kişiyle meşverette bulunma, seni üstünlükten alıkor, ihsandan meneder, yoksulluğu gösterir sana, seni yoksulluğa sevkeyler. Korkakla danışma; işlerde zaafa düşürür, yapacağın şeyden seni alıkor. Haris kişiyle de danışma; zulümle mal yığmayı güzel gösterir sana. Nekeslik, korkaklık, hırs, ayrı ayrı huylardır ama bunların hepsi birden Allah’a kötü zan meydana getirmede birleşir.

Vezirlerinin en kötüsü, senden önce, kişilere vezirlik edenlerdir; suçta onlarla birlik olanlardır. Bunların yerine reyleri onlar kadar isabetli geçkin olan; fakat onlar gibi zalime zulmünde yardımcı, suçluya suçunda ortak olmayan hayırlı kişiler bulabilirsin. Bunların yükü sana daha hafiftir, yardımları sana daha güzeldir, sana besledikleri sevgi daha gerçektir, senden başkalarıyla ülfetleri daha azdır. Yalnızken de bunlarla düş kalk, meclislerinde de bunları bulundur.

Sonra acı bile olsa sana gerçeği söyleyen, Allah’ın dostlarında bulunmasını hoş görmediğin şeylerde sana az müsaade eden kişileri seç, onların sözleri seni gerçeğe götürür, haksızlıktan geri kor. Takva ehliyle gerçek kişilerle dost ol; onların seni fazla övmelerine, yapmadığın işleri yapmış göstererek övünmene sebeb olmalarına müsaade etme; çünkü fazla övülme, insanı kibre götürür, faziletten düşürür.

İyilik edenle kötülükte bulunanı, katında bir görme sakın; çünkü onları bir görüş, iyilik edenleri iyilikten vazgeçirir; kötülük edenleri kötülüğe alıştırır; bunlara karşı layık oldukları muameleyi yap.

Bil ki valinin, halka lütufta, ihsanda bulunmasından, işlerini kolaylaştırmasından başka halkın emniyetini celbedecek bir şey olamaz. Onlara lütfeder, aralarında adaletle muamelede bulunur, işlerini kolaylaştırırsan evvelce yüreklerinde uyanmış bir nefret varsa yok olur, yerini emniyet ve sevgi duygusu tutar. Onlara öylesine muamele et ki, halk senin hakkında güzel bir zanna sahip olsun. Gerçekten de iyi ve güzel zan, senin ağır yükünü hafifletir; o yükü senin sırtından alır. Şunu da bil ki senin hakkında iyi fikir güden, idarenden memnun olandır; kötü fikir taşıyan da idarenden memnun olmayandır.

Bu ümmetin ileri gelenlerinin, büyüklerinin güttükleri yolu yordamı, halkın alışıp yaptığı, böylece de birbirleriyle uzlaştığı, işlerinin düzene girdiği şeyleri eksiltme. Koyanların ecre, sevaba nail oldukları eski yolu yordamı bırakıp onlarar zarar verecek, yeni adetler, yeni yollar icad etmeye girişme; onlardan eksilttiklerinin vebali sanadır.

İdaren altındaki şehirlerin düzene girmesi, halkın huzura kavuşması için daim bilginlerle görüş, bu hususta düşünceli kişilerle danış.

Bil ki halk sınıflara ayrılmıştır. O sınıfların bir kısmı öbür kısmının düzene girmesiyle düzelir, huzura erer,bir kısmının öbür kısmından müstağni kalmasına imkan yoktur.

Bu sınıflardan biri, Allah ordusudur, askerlerdir, biri umumi ve hususi işeri düzene sokan katiplerdir, biri adaletle hükmeden kadılardır, biri insafla, yumuşaklıkla kullar arasında hükmeden, beytülmal işlerini gören kişilerdir biri Müslümanların emanına girmiş olan ve cizye veren kitab ehlidir, vergi veren Müslümanlardır; biri alışverişle uğraşanlar ve sanat ehli olanlarıdır; bir de ihtiyaç sahibi olan yoksul kişilerdir ki bunlar, bu sınıfların en aşağı tabakasıdır. Bunların hepsinin de adlı adınca Allah katında payı vardır; kitabında, yahut Allah’ın salatı o’na ve soyuna olsun peygamberinin sünnetinde haddi konmuş, farzı bildirilmiştir ki bu ahid de, katımızda korunmaktadır.

Askerler, Allah’ın izniyle halkın sığnaklarıdır; valilerin ziynetleridir; dinin üstünlüğü, eminlik esenlik yolları onlarla korunur; halk ancak onlarla kalkınır, huzura kavuşur. Askerler Allah’ın emriyle alınan vergiyle belenebilirler; düşmanlarına karşı o sayede güç kuvvet sahibi olurlar; düzene girmeleri ancak o vergiye dayanilarak olur; neye ihtiyaçları varsa onunla düzene sokulur.

Sonra bu iki sınıf, ancak üçüncü sınıfla kadılar, zekat ve vergi memurları ve katiplerle nizama girer. Onlar halkın işlerini düzene sokarlar; faydalı şeyleri toplarlar; ileri gidenlerin de, aşağı olanların da işleri onların sayesinde emniyete kavuşur.

Bütün bu sınıfların ayakta durmalar; tacirlere, sanatkarlarla mümkindir. Onlar halkın muhtaç olduğu şeyleri toplarlar; çarşılara, pazarlara dökerler, böylece başka sınıfların yapamayacağı şeyleri yaparlar.

Sonra ihtiyacı olan, yokluk içinde bulunan, aşağı tabaka gelir. Bunları görüp gözetmek, bunlara yardım etmek gerektir. Allah katında bu sınıfların hepsinin de genişliği vardır, hepsinin de yeri vardır; ihtiyaçlarının giderilmesi, hallerinin düzene sokulması icab eder. Bu da valinin vazifesidir. Valinin, Allah’ın emirlerini gereği gibi yapar, halkın düzenine çalaşır, çabalarken Allah’tan yardım dilemesi, hakka riayet etmesi, bu işler kendisine hafif gelsin, ağir gelsin dayanması gerektir.

Orduna sence Allah için, Resulü için ve Imam için en fazla öğüt verenlerinden, emanet ve iffet bakımından en temiz olanlarından, hılimde en üstün bulunanlarından kumandanlar seç. Bunları, öfkelendiği zaman öfkesini yenen, ceza vermekte acele etmeyen, özrü kabul eden, zayıfları esirgeyen, kuvvetlilere karşı gevşemeyen kişilerden seçip tayin et; bunlar ne zora başvuranlardan olsun, ne zaafa düşenlerden.

Sonra toplumun soy,boy bakımından şereflilerinden, temiz ev bark sahibi olanlarından, geçmişlerinde iyilik bulunanlarından, savaşlarda yiğit davrananlarından, cömertlerinden asker al. Çünkü bunlarda yücelik, büyüklük huyları toplanmıştır. İyiliğin, adamlığın dalları budaklarıdır bunlar. Sonra da babaların oğullarını görüp gözetmesi, esirgemesi gibi onların içlerini gör gözet, araştır; onlara ettiğin iyilik ve ihsan gözünde büyümesin; onlara verdiğin şey az bile olsa aşağı görünmesin sana. Çünkü bu ihsan, sana öğüt vermelerine, seni iyi bilmelerine, tanımalarına vesiledir. Onların büyük iş’erini göreceğim diye küçük, ehemmiyetsiz işlerinde ihmal gösterme. Az bir lutfun bile bir yerde işe yarar, ondan faydalanırlar; çoğunun da yeri var; ondan da müstağni kalamazlar. Askerine en çok yardım edenleri, kendilerine istihkaklarını, erzaklarını tam olarak verenleri, yurdu korumak için şehirlerde kalanlarla savaşa gidenlerin ailelerinin ihtiyaçlarını giderenleri, kumandanlarının sence en itibar görenleri olmalı; onlara öylesine muamelede bulunmalısın ki düşmanla savaşta hepsinin de derdi, fikri bir olsun. Onları esirgemen, kalblerinin sana meyletmesine sebep olur.

Valilerin gözlerini aydınlatan işlerin en üstünü şehirlerde, dosdoğru olarak adaleti yaymak, halk arasında sevginin belirmesine sebeb olmaktır. Onların sevgileri de, ancak gönüllerinin huzura ermesiyle mümkün olur. Öğütlerinin doğruluğu ancak valilerinin hizmet müddetinin sona ermemesini istemeleriyle, idaresi kendilerine ağır gelmemesiyle, bir ayak önce gitmesini dilememeleriyle imkan bulur. Halkın dileklerini yerine getir, iyilerini öv, çektikleri zahmetleri say dök; çünkü güzel huylarını fazla anış, onların yiğitliklerini arttırır; onları sevindirir. Allah dilerse iyilikte geri kalanları da o yola sevkeder, iyileştirir.

Sonra herkesin, sınanan, bilinen derecesini tanı; birinin çektiği zahmeti başkasına malete; onun yerine başkasını övme; herkese noksansız olarak hakkını ver; herkesin hakkını tanı. Birisinin büyük oluşu yaptığı, başardığı iş küçük bir işse, büyük görmene, gene birinini yaptığı iş büyükse, fakat kendisi düşkünse o işi küçük görmene sebep olmasın.

Büyük ve çetin işlerde, sana şüpheli görünen hususlarda Allah’a ve resulüne başvur. Yüce Allah irşad etmeyi takdir buyurduğu topluma buyurmuşur (IV Nisa, 59). Allah’a başvurmak, onun Kitabıı muhkem emrine uymak, Rasul’e başurmak da onun reiyde aykırılığı mucib olmayan apaçık sünnetine tabi’ olmaktır ( .

Halka hüküm verecek kişileri, sence idaresine memur olduğun kişilerin en üstünlerinden seç. Öyle ki işler onları daraltmasın, birbirlerine hasım olanlar, onlara üst gelmesin, ayakları sürçüp yanlış bir işe düşmesinler; bilmezken sonra bilip, anlamazken sonra anlayıp hakkı yerine getirmediklerine nadim olmasınlar; kendilerini zanna kaptırmasınlar, azıcık bir anlayışla hükmün sonunu araştırmaktan kalmasınlar; şüpheli işlerde hüküm verirken düşünsünler, dayansınlar; apaçık delillere uysunlar; hasmın müracaati onları sık masın, gönüllerini daraltmasın; işleri iyice açıp yayıp anlayışta en sabırlı kişiler, hak meydana çıkınca da en kesin hükmü verenler olsunlar; övülmede ileri gidiş onları kibre sevketmesin: aldatışa kapılmasınlar; bu çeşit kişiler de pek azdır (9). Sonra onların hükümlerinden de haberdar olmaya fazlasıyla çalış; hakimin geçimini fazlasıyla temin et; halka ihtiyacını azalt. Sana yakın olanlara karşı küçük görünmemeleri, halkın dedikodusundan emin olmaları , hileye kapılmamaları için onlara, katında yüksek bir mevki sağla. Bilhassa buna çok dikkat et; çünkü bu din, kötü kişilerin ellerine cutsak düştü; onunla heva ve havese uyuldu; onunla dünya dilenir oldu.

Sonra vergi ve zekat memurlarına dikkat et. Onları sınadıktan sonra tayin et; onları şahsi bir meyille ve rastgele tayin etme; çünkü bu iki şey cevir ve hıyanet kollarının bir araya toplanmasına sebep olur. Bunları temiz ailelerden, İslam’a eskiden girmiş olanlardan tecrübe ve utanç sahibi kişilerden seç; çünkü onlar, ahlakça en üstün namusça en doğru, garezlerden en kurtulmuş, tamahları en az, işlerin sonuçlarını dikkatte en fazla gayretli kişilerdir. Sonra da onlarin rızıklarını bol bol ver. Çünkü bu nefislerini düzeltmeye kuvvet verir onlara. Müslümanların elleri altında bulunan malları yemekten alıkor onları. Aynı zamanda, emrine uymazlar, emanetine hıyanette bulunurlarsa bu, onların aleyhine de delil olur sana. Sonra işlerini teftiş et, onlara gerçek ve vefalı gözcüler gönder; hallerini, işlerini görüp, anlayıp sana bildirsinler. Çünkü onların haberleri olmadan senin onlardan haberdar olman, onların emin bir surette iş görmelerine, halka yumuşaklıkla muamele etmelerine sebeb olur. Onların içinde zalimlere yardım edenler varsa onlardan korun. Onlardan biri, vazifesinde hıyanet eder de gözcülerin verdikleri haber onun aleyhinde olur, hepsinin de verdiği haber aynı bulunursa bu tanık olarak yeter sana . Artık ona bedeni cezayı verebilir, yaptığına karşılık onu suçlu tutar, onu aşağılık bir derkeye düşürür, onu hıyanet dağıyla dağlar, töhmet zincirini boynuna takarsın.Vergi işini de araştır, memurlarının ahvalini düzene koy, çünkü vergi işinin ve vergi memurlarının düzene girmesi, onlardan başkalarının da düzene girmesi demektir. Onlardan başkaları ancak onların düzeniyle düzene girebilir. Çünkü insanların hepsi de verginin ve vergi memurlarının ehlidir, ayalidir. Ancak vergi toplamaktan ziyade memleketin kalkınmasına dikkat etmelisin; çünkü vergi memleket kalkındıkça toplanabilir. Memleket kalkınmadıkça, mamur bir hale gelmedikçe vergi isteyen, şehirleri yıkar gider, kullarıysa helak eder; öyle bir buyruk sahibinin işi, idaresi pek az bir müddet sürer. Vergi verenler, verginin ağırlığından, yahut vergi vercekleri şeylere bir afet geldiğinden, yahut içecekleri, sulayacakları suyun kesildiğinden, yahut bur bendin yıkılıp araziyi su bastığından, toprağın kaydığından, yahut da mahsulün mahvolduğundan şikayet ederlerse hallerini düzene sokacak bir derecede vergilerini azaltman gerektir. Bu sana güç gelmemeli. Çünkü bu yardımla, bu kolaylık göstermenle halk refaha kavuşur, ülke de mamur olur; bu takdirde senin idaren bezenir; ayrıca da halkı adaletle idare ettiğin için onların saygısını, sevgisini kazanmış olursun; refahlarına hizmet ettiğin, adaletle muamelede bulunduğun, onları kuvvetlendirdiğin için gerekince bu kuvvete de dayanabilirsin; onları esirgeyişin, haklarında adaletle muamele edişin, onlara yumuşak davranışın da buna sebep olur. Öyle bir an olur, öyle bir çağ gelir çatar ki onlara başvurman gerekir; onlar da dileğini seve seve kabul ederler; istediğini yerine getirirler; çünkü ülkede vücuda gelen mamurluk ve servet, onlara yükleyeceğin yükü çekmelerine kuvvet verir.

Bir yerin harap olması ordaki halkın yoksul düşmesinden ileri gelir; ordaki halkın yoksulluğuysa valilerin, kenilerine mal yığmalarından, valilikte kalacaklarına emin olmamalarından, ibret alınacak sşeylerden az ibret almalarındandır.

Sonra katiplerini de teftiş et; onların da hallerine dikkat et; işlerine, onların hayırlılarını tayin et. Düşmanlara karşı kullanacağın düzenleri, gizli tuttuğun şeyleri, kendini büyük gören, bu yüzden de topluluğun önünde sana karşı durmaya cüret eden kişilere değil, temiz ve iyi huylu olanlarına yazdır. Memurlarından gelen mektupları sana sunmakta gaflet etmemeleri, senden aldıkları emri, aldıkları gibi bildirmeleri, bir ahde gireceğin vakit şartları gevşek, zayıf bırakmamaları, gerekirse o ahdi bozmakta aciz göstermemeleri, şartları ona göre koşmaları, işleri başarırken de hadlerini bilmeleri gerektir. Kendi haddini bilmeyen kişi başkasının haddini hiç bilmez.

Sonra onları, kendi anlayışına güvenerek, onlara meyline uyup haklarında iyi bir zan besleyerek tayin etme; çünkü insanlar, yapmacıklara başvurarak, güzel hizmetler göstererek kendilerini valiye iyi tanıtırlar; oysaki bu yapmacık hareketlerin ötesinde ne öğüt vermeyi bilirler, ne emanete riayet etmeyi. Senden önceki temiz kişilerin seçtikleri kişilere bak, sen de onları seç; halka en güzel muamelede bulunmalarını, en fazla emanete riayetle tanınmış olanlarını iş başına getir; bu, Allah’ karşı özü doğru olduğunu, işlerine memur olduğun kişilere de hayırlı bulunduğunu ispat eder.

Her işin başına en büyüğü kendine güç gelmeyecek işlerin çokluğu, onu şaşırtmayacak kişileri geçir. Katiplerinden birinde bir ayıp görür de aldırmazsan o ayıpla da sen ayıplanırsın, sonra cevap da veremezsin.

Bir de tacirleri, sanat ve zanaat erbabını tavsiye ederim sana; onlara karşı hayırlı ol. Onların bir kısmı oturdukları verlerde ticaretle meşgul olur. Bir kısmıysa bir yerden bir yere gider, mal götürüp getirir; bir başka bölüğü de halkın muhtaç olduğu şeyleri ellerinin emekleriyle hazırlar. Bunlara hayırla muamelede bulun; çünkü onlar faydalı kişilerdir. Gereken şeyleri uzun yollar aşarak, beller geçerek, ülkendeki karalarda, denizlerde, düzlüklerde, dağlıklarda gezerek alırlar, getirirler; oysa halkın o şeylerin bulunduğu yerlere gitmesine ne imkan vardır, ne de gücü yeter. Onlar düzene bağlıdırlar, isyanlarından korkulmaz; barış adamlarıdır, gailelerinden ürkülmez. Bulunduğun yerde de onların işlerini bör gözet uzak, yakın şehirlerde de hallerini izle, dikkat et, bir zulme uğratma onları. Ama şunu da bil ki, bütün bunlarla beraber, bunların çoğunda aşırı bir hırs, kötü bir nekeslik, bencillik, faydalı şeyleri gizleyip, saklayıp azalinca değerinden fazla satma gayreti, menfaat düşkünlüğü vardır; ellerinde bulunanları bildikleri gibi satmak isterler; buysa halkın zararına sebep olduğu gibi valilere de buna göz yummak ayıptır, noksandır. İhtikarı menet; çünkü Allah’ın salatı o’na ve soyuna olsun resulullah da menetmiştir. Alışveriş, güzel surette, adalet terazilerine uygun olarak, bir narh konarak yapılsın; iki taraf da, satan da zarar etmesin, alan da. Sen ihtikarı nehyettikten sonra onu yapmaya kalkışan olursa cezalandır; fakat cezada pek de ileri gitme (10).

Sonra Allah için, Allah için aşağı tabakayı gör gözet. Onlar başvuracakları bir düzen bulanmayan, yok yoksul, muhtaç, darlıkla bunalmış, derlere karmış, kazançtan aciz kalmış kişilerdir. Bu sınıf çinde dilenenler olduğu gibi birşey umup bekleyenler, fakat kimseden birşey istemeyenler de vardır (11). Onların hakkına dair Allah’ın sana emrettiği şeyi Allah için olsun, koru. Onlara, memur olduğun beytülmalden, her şehirde, Müslümanların ganimet olarak elde ettikleri ve devlete ait olan arazinin gelirinden, ekininden bir pay ayır. Bulunduğun şehirde, o şehre yakın yerlerde olanlarıyla uzaklarda bulunanları aynı hükme tabidir; onların herbiri hakkına riayet etmeni ister. Nimetler içinde bulunuşun, ehemmiyetli işlere dalışın, onları unutturmasın sana; ehemmiyetli işlere bakman, küçük sayılan işlere bakmayışına bir mazeret olamaz; böyle bir özür de kabul olunamaz. Unutturmasın sana onları ehemmiyetli işlere dalman,yüzünü çevirme onlardan. Onların gözlere hor görünenlerini, insanlar tarafından aşağı sayılanlarını, fakat sana gelip hallerini anlatamayanlarını sen ara, bul. Onları bulmak, hallerini sorup anlamak için Allah’tan korkan, ona karşı ululanmayan güvendiğin kişiler yolla; onların hallerini sana bildirsinler. Sonra haklarında öylesine harekette bulun ki Allah’a ulaştığın gün onlar hakkında özürler getirmeye kalkışmayasın. Çünkü bunlar, halk içinde başkalarından daha fazla insafa layık kişilerdir. Bütün bu sınıfların haklarını vermeye gayret et, bilmeyerek hakkına riayet etmediklerin için de Allah’tan bağışlanmanı dile.

Yetimlerden, kocalmış kişilerden bir düzene başvuramayanları, kimseden bir şey dilemeyenleri gör gözet. Bu, valilere ağır bir yüktür. Fakat hakkın hepsi de ağırdır. Ancak Allah, hayırlı bir sonuca varmalarını isteyip ona dayananlara, vaad ettiğini gerçek bilip inananlara o yükü hafifletir.

Zananın bir kısmını ihtiyaç sahiplerine hasret, onların hepsini huzuruna al, otur, onlarla görüş. O mecliste seni yaratan Allah’a karşı gönül alçaklığıni takın. Askerinden, yardımcılarından, koruyucularından, zaptiye erkanından hiç kimse onları korkutmasın; onlara mani olmasın; onlar da seninle yüzyüze korkmadan, çekinmeden konuşsunlar. Allah’ın salatı o’na ve soyuna olsun, Resulullah’ın bir yerde değil, birçok yerde buyurduğunu duymuşumdur; onların sert konuşmalarına, söz söylerken ağır laflar edenlerine tahammül et; daralmayı, onlarla görüşmekten çekinip utanmayı bırak da Allah bu yüzden sana rahmetlerini yaysın; ona itaatin yüzünden sevaplar versin. İhsanda bulunduğun zaman minnet yükleyerek verme ki, verdiğin, alana sinsin; vermediğin zaman da güzellikle özürler getirerek verme ki almayan, hiç olmazsa sevinsin (12).

Bazı işler de vardır ki bizzat senin yapman gerekir. Bunların biri, katiplerinin yazmakta acziyet gösterdikleri hususlarda memurlarına senin cevap vermendir. Biri de halkın ihtiyacı sana hangi gün arzedilirse hemen o gün o ihtiyaçları gidermendir ki bu, olabilir ki yardımcılarını sıkar; vaktinde yapmazlar bu işi. Her günün işini o gün gör. Çünkü her gün yapılacak bir iş vardır.

Vakitlerinin en üstününü, en fazlasını seninle Allah arasındaki kulluğa hasret. Fakat halka sarfettiğin vakitlerin de hepsi, işlerde niyetin temiz oldu mu, halk bu yüzden esenliğe erişti mi Allah’a aid olur, ona kulluk sayılır (13).

Allah için dinini halis kılan farzlara bilhassa dikkat et. Gecende gündüzünde bedeni ibadetlerini onlarla Allah’a yaklaşmak kasdıyla kusur etmeden, riyaya düşmeden nasıl usandırmadan, tez; fakat erkanını yitirmeden kıldır; çünkü halk içinde hasta olan vardır, işi gücü olan vardır. Allah’ın salatı o’na ve soyuna olsun, beni Yemen’e gönderdiği zaman Resulullah’a, onlara nasıl namaz kıldırayım diye sordum. En zayıfının kıldığı namaz gibi kıldır, inananlara karşı merhametli davran buyurdular (14).

Bütün bunlardan sonra derim ki: Buyruğunun altında bulunanlara uzun müddet görünmez olma; çünkü valilerin halka görünmemeleri darlıktan bir kısımdır; halkı şikar; valilerin idare işlerinde az bilgili olduklarına delalet eder. Onlara görünmemek, onların birçok şeyleri öğrenmelerine de engel olur; onlarca büyük şeyler küçük görünür; küçük şeylerse gözlerinde büyür; güzel ve iyi, çirkin görünür onlara; çirkinse güzelliğe bürünür; hakla batıl birbirine karışır gider. Vali de bir insandır ancak; halkla görüşmedikçe onların hallerini bilemez. Kendisinden gizli kalanları göremez. Gerçeğin apaçık alametleri yoktur ki bunlarla doğru, yalandan ayrılsın. Sen iki kişiden birisin ancak: Birisi mutlaka hakkı yerine getirir, herkese hakkını verir; gereken hakkı verdikten, iyi iş gördükten sonra neden gizleneceksin? Öbürü, vermemeyi, hakkı eda etmemeyi adet edinmiştir; halk senden ümit kestikten sonra hemencecik el çeker senden, ne diye onlara görünmeyeceksin? Oysaki halkın sana zahmet vermeyen şikayetlerinin çoğu, ya bir zulme uğradığındandır, yahut muamelede insaf ve adalet isteğindendir.

Sonra valinin bazı adamları da bulunabilir ki onlar, kendi reyleriyle hareket ederler; zulümde bulunurlar; insafları azdır; muamelelerinde adaleti gözetmezler; bütün bunların sebeplerini kesip ortadan kaldırarak şerlerini insanlardan gider. Yakınlarına, yanında bulunanlara arazi verme ki bazı yerleri, bazı tarlaları elde etmek tamahına düşmesinler; aksi halde ordaki köye zarar gelir; bu işin, bir ırmaktan su almak ihtiyacında bulunanlara zararı dokunur; o sudan faydalanmak, o yerden fayda sağlamak isteyenlere araziye sahip çıkanlar zulmedenler; bunun faydası başkasına düşer, vebaliyse valinin boynuna yüklenir; oralardan, verdiğin kişiler faydalanırlar, ayıbıysa dünyada da sana düşer, ahirette de sana (15).
Yakın olsun, uzak olsun, kime gerekse hakkını ver; bu hususta sabırlı ol, ecrini Allah’tan iste; akraban ve yakın adamların bile olsa haktan ayrılma; işin sonunu düşün; isterse sana ağır gelsin bu iş, hayırlı olduğu sence malumsa yapmaktan çekinme; hakkını yerine getir. Halk bir işte zulüm var zannına düşer, sana hayıflanırsa aslını anlatarak, özürler getirerek zanlarını değiştir; bu suretle sen adaletle iş görmüs olursun, buyruğun altındakilere de yumuşaklıkla muamele etmiş bulunursun. Özür getirme sen hakka riayet eder, muradına erersin, halk da doğruyu anlar, işin aslını bilir.

Düşmanın, seninle barışmak isterse reddetme. Barışta Alah’ın rızası var, orduna huzur ve istirahat ver, sen de sıkıntılarından kurtulmuş olursun; şehirlerinse eminliğe kavuşmuş olur (16). Ama barıştıktan sonra düşmanından sakın da sakın; çünkü çok kere düşman yaklaşır, gafil olmanı bekler. Şu halde ihtiyatla hareket et, bu hususta iyi bir zanna düşmeyi töhmet altına al. Seninle düşmanının arasını bir bağla bağladın, onunla bir muahedeye vardın, yahut da ona aman elbisesini giydirdin mi ahdine vefa et; verdiğin amana riayet et; nefsini, ona verdiğin söze, ahde kalkan yap. Çünkü dilekleri birbirine aykırı, reyleri darmadağan ve çeşit çeşit olduğu halde insanların Allah’ın farz ettiği şeylerde hepsi de ahde vefa etmekte birleşmiştir. Ondan daha fazla birleştikleri, ahitlere vefa etmeyi ululadıkları gibi ululadıkları bir farz yoktur. Hatta Müslümanlar şöyle dursun, müşrikler bile bunu gerekli saymışlar, buna riayet etmişler, ahitte, amanda durmamanın ne zararlar vereceğini bilmişlerdir. Verdiğin amana gadretme; ahdini bozma, hıyanette bulunarak düşmanını aldatma, çünkü Allah’a karşı böyle bir cür’ette bulunan, çok kötü, çok ziyankar bir bilgisizdir ancak. Allah, ahdini, amanını kulları arasında bir rahmet olarak yaymıştır ki o, bir emniyettir, herkes orda esenleşir; bir haremdir, herkes ona sığınır; bölük bölük herkes onun civarına koşar gider. Onu bozmak, ona hıyanet etmek, ona hile katmak olamaz. Bahanelerle bozulacak ahde girme, pekiştirdikten sonra yorumlara güvenme; Allah adına verdiğin ahdi bozmaya, haksız olarak ondan dönmeye kalkışma; genişlemesi umulan, sonunda üstünlük bekleyen darlığa dayanman, günahından korkacağın gadirden hayırlıdır; bozarsan Allah’ın gazabı gelip çatar sana; ne dünyanda berhudar olursun, ne ahiretinde.

Sakın haksız olarak kan dökmekten, çünkü azaba sebep olan, suç bakımından ondan daha büyük bulunan, nimetin zevaline, devletin yitmesine sebep teşkil eden hiçbir şey yoktur ki haksız olarak kan dökmekle kıyaslanabilsin. Kan dökenlerin hesabını kıyamet gününde bizzat noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah görecek, azaplarını o verecektir (17). Haram olarak kan dökmekle gücünü kuvvetini çoğaltmaya kalkışma; çünkü bu gücü kuvveti zayıflatır, hatta yok eder gider. Bilerek kan dökme hususunda ne Allah katında bir özrün kabul edilir, ne benim katımda. Çünkü cezası kısastır bunun. Yanlışlıkla kamçın, yahut kılıcın, yahut da elin bir kötülüğe sebep olursa, kudretine güvenip ululanarak, öldürülen kişinin velilerine, onun diyetini vermekten kaçınma.

Kendini beğenmekten, seni ululuğa sevkeden şeylere uyup güvenmekten, övülmeyi istemekten çekin; çünkü bunlar, ihsan sahiplerinin ihsanlarını yok etmek, ecirlerini mahveylemek için şeytanın gözettiği fırsata yol açan şeylerdir.

İdarene tabi olanlara ihsanda bulununca da onları minnet altında bırakmaya, ihsanını başlarına kakmaya kalkışma. Yaptığını çok görmekten de çekin. Vaat edince de vaadinden dönme. Başa kakmak, ihsanı yok eder; yapılan iyiliği çok görmek, büyük saymak, gerçeğin ışığını söndürür; vaatten dönüş, Allah’ın gazabını, halkın nefretine mucib olur; Yüce Allah, buyurur. (LXI, Saf. 3).

Zamanı gelmeden işlerde aceleye düşme. Yapmak imkanı olunca da o işte ihmal etme; doğurluğu sence belli olmayan işe girişme; ama doğruluğu açıkca belli olan işi de savsaklama. Her işi yerinde yap, her işi yerinde işle.

Herkesle bir ve eşit olduğun şeylerde kendi payını çoğaltmaya kalkışma; herkesin gözettiği şeylerde gaflete düşme; çünkü sen, başkalarına da örneksin. Bir zaman sonra işleri örten perdeler açılır, mazlumun hakkı da senden alınır (1 .

Öfkeni yen, kendine sahip ol. Elini, dilini gözet. Bütün bu hallerde hemencecik ceza vermekten çekin; cezayı geriye at; öfken yatışıncaya dek elini, dilini gözet. Bu söylediklerimi ahireti anarak, Rabbine ulaşacağına inanarak derdini, gussenı çoğaltmadıkça da yapamazsın.

Sana, senden önce, adaletle hüküm sürenleri, yahut üstün yol yordamları, Allah’ın salatı o’na ve soyuna olsun, Peygamberimizin eserini, yahut da Allah Kitabı’ndaki farzları anmak, bizim bunları anıp düşünerek nasıl hareket ettiğimizi görmek, bu ahit-namemden sana verdiğim buyruklara uymaya kendini zorlamak gerektir; nefsine uymak hususunda bir gevşeklik göstermemen için bu kadar delil gösterdim sana.

Ve ben, benim ve senin, kulların en güzel anışlarına iyi ve yerinde öyüşlerine mazhar olmamızı, şehirlerde iyi ve güzel eserler bırakmamızı, nimetin, hakkımızda tam ve olgun olarak, lütuf ve ihsanın kat kat fazlasıyla verilmesini, benim de, senin de ömrümüzün kutlulukla ve şehid olarak tamamlanmasını Allah’ın bol ve sayısız rahmetine, pek büyük kudretine, her dilenen şeyi lutfedip vermesine sığınarak niyaz etmekteyim ve biz, gerçekten Allah’ın rızasını istemekteyiz. Selam Resulullah’a; Allah’ın salatı ve selamı o’na ve tertemiz soyuna olsun.

Emirname’nin dipnotları:

1- Sure 67/ ayet 7-11’e işarettir.
2-hucurat/10’a
3- Nur/22’ye
4- İbrahim/15’e
5- Enfal/8-Şura/24 ve 227
6- ’Kim bir mümin kardeşinin bir ayıbını bilir de örterse Allah’ta onun ayıbını örter’ Hadisine/ Kunuz’ül Hakaik II. S.173-174
7- Hucurat/6
8- Ali İmran/7
9- Hucurat/12
10- ‘Alış veriş, ancak iki tarafın rızasıyla olur’ /cami I. 85
11- Bakara/273
12- Bakara/263-265’e kadar
13- ‘Bir gün adaletle muamelede bulunmak, altnış yıllık(nafile) ibadetten üstündür. Kunuz’ul-Hakaik II. S.113
14- ‘Toplumun en ayıfının namazı gibi namaz kıldır; okuduğu ezana karşılık para alan kişiyi müezzin yapma’/Cami, II. S.37
15- ‘Hiç şüphe yok ki kıyamet günü insanların yüce Allah’a en sevgilisi ve yer bakımından(manen) ona yakını adaletle idaere eden imamdır. Yüce Allah tarafından en fazla buğzedileni ve ona en uzak bulunanı da hükmü altındakilere cevreden, zulmeden imam(yönetici)lardır’ /Cami I. S. 72
16- Enfal/61
17-Nisa/93
18- Kaaf/19-22’ye işarettir.

Irkçılık mı, Kardeşlik mi?

Yıllar önce İslam İnkılabını görmüş o dönemi yaşamış bir zevata yönelttiğim, ‘’İslam inkılâbının başarıya ulaşmasındaki en önemli temel etkenleri nelerdi?’’sorusuna. Aldığım cevap üç önemli şıktı. Dünyadaki bütün ideolojilerin zafere ulaşması için özlem duyduğu kıstaslardı bunlar. İşte islam dininin ne denli devrimci olduğunu şu üç kelimede gizliydi.

1-Lider(velayeti fakih)’e bağlılık
2-Fedakar(adanmış)lık
3- Kardeşlik(bütünleşmek)
Bu üç madde islam inkilabında başarı ve zaferin anahtarı olarak kilit roller üstlenmişti.
"Kardeşlik" ilkesinin Kurani esaslar üstüne bina edilmesi. Elbette diğer şıklar da en az kardeşlik ilkesi kadar önemli ve İslami ilkelerin olmazsa olmazı, ama özellikle Ortadoğu coğrafyasında gelişen olaylara binaen kardeşlik ilkesine de değinmemizi zorunlu kılar.
Kardeşlik ilke ve prensiplerini neye dayandırmalıyız, kardeşliğin ana kaynağı nedir ve nasıl olmalıdır?
Kendimizi Müslüman toplumun Müslüman bireyi olarak kabul ediyoruz, ama neden bu soruları sorma ihtiyacını hissediyoruz?
Mensubu olduğumuz din, olmamız gerekeni ve donanmak zorunda olduğumuz özellikleri yeteri kadar açıklamamış mı?
Bu sorunların girdabından neden çıkamıyoruz?
Belki de mensubu olduğunu idda etiğimiz dinin esaslarına yeteri kadar vakıf olamadığımızdan, İslam mektebinin laboratuvarında rafine edilmediğimizdendir.


İslam ümmetinin yaşadığı Ortadoğu coğrafyasındaki temel sorun ne ile ve nasıl açıklanmalı?
Bir avuç Amerikan’cı, İsrail’ci ve Batılı ( felsefi ve ırsi) çocukların demokrasi safsataları ile mi?
Yoksa tarihin sepetine atılmış Sosyalizm hezeyanlarını yükselten, ne dediğini kendileri dahi anlamayan yaftacıların sloganları ile mi?
Sosyalleşmek uğruna yıllar yılı zulum ve despotluktan bir dahi olsun tereddüt etmeden masum insanların kanına giren Baas Partileri’nin sonucunu irdelemeye gerek yok.

Erdemli insan olma yolunda insanlık mektebinin en baş düşmanı olan ırkçılık (kavmiyetçilik) İslam güneşinin Mekke’de doğuşuyla kısa bir süre olsa da bu dine tabi olmuş toplumlarca unutulmuştu.
Osmanlı’nın Batılılaşma süreci ile tekrar bu bulaşıcı hastalık, İslam ümmetini bir kanser tümörü gibi sarmış, Irkçılık İslam ümmetini en az Siyonist İsrail rejimi, hatta Siyonizm’den daha tehlikeli bir hastalık olarak sarmıştır. İslam öncesi cahiliye ve İslamlaşmamış cahili toplumların vazgeçilmez değeri olan bir hastalıktır, Irkçılık.

Sıtmadan daha tehlikeli olan ırkçılık hastalığı; Emevi, Abbasi, Osmanlı ve Safevi ile diğer milletlerin yönetim tebaasında yok değildi. Ne var ki bu rejimlerin mahiyetindeki milletlerin kahır ekseri, ümmet bilincinden nasibini almıştı. İşte bunun içindir ki o dönemin ceberrut yöneticileri Ümmetçilik kimliklerini kullanarak Müslümanları uzun dönemler kendi iktidarlarına alet edebilmişler. Başka bir ifade ile dinin değerlerini iktidarlarının dayanağı olarak kullanabilmişler. Burada ki sorun ise başlı başına bir konu olduğundan ötürü biz ona değinmeyeceğiz

Osmanlı’da özellikle ''Jön Türkler''le başlayan sözde toplumun aydın ve elitleri bu eli kadehli güruhun, ileride en onulmaz yaralar açacak olan ırkçılık virüsünü! Başta Müslüman Anadolu halkına musallat edip, baş belası bu hastalıkla tanışmasına sebep olup çekip gittiler mi? Tabii ki hayır. Etki tepkiyi doğurur kabilinden kısa zamanda Arap dünyasına yayılan bu virüsün sağlıklı anlaşılabilmesi için kendine has bir çalışma yapılması gerekir.
Gururla itiraf edelim ki onlarca entrikalara rağmen bu sınavı aziz Kürt mülleti alnının akı ile başarmıştır. Kimi marijinal İslam dışı ekollerin dışında, Kürt halkı ırk hastalığına yakalanmamayı başarmıştır. Buna rağmen Arap ve Türk ırkından Müslümalarca dışlanmasının, haklarını savunmamasını anlamak çok zor...

İmam Ali (a.s)’nin Nehc'ül Belağa adlı eserinin ''Kaasia hutbesi'' nde kavmiyetçilik(ırkçılık) hakkında bu hastalıktan kurtulmanın ölümsüz reçetesini sunduğu halde, Müslüman toplumdan ziyade acaba ümmetin alimlerinden kaç tanesi bu hutbenin tefsirini yapıpta halkı biliçlendirmeyi, İslam ümmetini yeniden izzet ve ihtişamına kavuşmasına vesile olarak kullanmayı düşündü? Bilemiyoruz, bildiğimiz bir şey var ki bugüne kadar bize ulaşmadığıdır.


Kaasia Hutbesinden:
"...Horluk denizinin en derin yerindesiniz; daracık bir halkaya kıstırılmışsınız; ölüm alanındasınız; bela uğrağındasınız. Artık gönüllerinizdeki şu gizli taassup ateşini, bilgisizlik kinlerini söndürün; çünkü müslümanların gönlündeki bu ululanma ancak şeytanın iğvasındandır, onun ululanmasındandır, vesvesesindendir. Başlarınızı gönül alçaklığıyla eğin; başlarınızdaki ululuk duygusunu ayaklarınızın altına alın, büyüklük bağlarınızı çözün..." Elbette burada vurgulanmak istenilen müslümanın müslüman kardeşine takındığı olumsuz tabloyu belirtiyor. Değil ki İslam düşmanlarının karşısına da aynı tevazu takınılsın. Oysa Yüce Allah, kâfirler hakkında şöyle buyuruyor; "Muhammed, Allah'ın peygamberidir ve onunla beraber bulunanlar, kâfirlere karşı çetindirler, kendi aralarında merhametli, onları görürsün ki rükû etmektedirler, secdeye kapanmaktalar. Allah'tan lütuf, ihsan ve razılık dileyerek; yüzlerinde secde eserinin alametleri görünmektedir ve onların vasıfları, Tevtat'ta da vardır ve onlara ait vasıflar, İncilde'de var; adeta ekilmiş bir taneye benzer ki filiz vermiştir, derken filizi kuvvetlenmiştir, derken kalınlaşmıştır da dümdüz boy vermiştir, gövdelerine dayanıp yücelmiştir; ekincileri şaşırtır, sevindirir, kâfirleri, bununla kızdırıp yerindirmek için, Allah inananlara ve iyi işlerde bulunanlara yargılanma ve pek büyük bir mükâfat vaad etmiştir." (Feth/29)(Hutbedeki alıntı burada bitti)



Kur'an espirisi zayıflık ve çekişmenin İlahi yasalardan uzaklaşmak ve İlahi yasaların tebliğcisi ve hamilerinin yolundan gitmemek olduğunu bildirir.

Buna göre mensubu olduğumuz İslam aleminin başındaki ceberrut sultanlar ve diğer öncüler, kendi heva ve hevesleri uğruna ırkıçılığı kullanarak Türk, Kürt, Arap, Fars sair isimlerde ayrılık tohumlarını serpip, toplumu şehvetlerine kurban seçmede hiçbir mahzur görmemekte.

Yalın bir anlatımla halihazırdaki İslam toplumunun öncüsü olarak halklara lanse edilen, binbir hile ve desise ile güç ve iktidarı eline geçiren batı yanlısı ceberrutlar, ne fikri mustazaf Türklerin ve ne de mazlum Kürtlerin ve ne de bedevi kalmış arapların gerçek öncüleri değiller.

Acaba İslami kardeşliğin yüklediği sorumluluklar nelerdir?
Esasında gerçek İslami kardeşlik Muhammed(s.a.a)’e Ali olabilmektir! Ancak bu muhal bir olgudur.

Kardeşlik; İmam Huseyn(a.s)'a ''Saki-yi Kerbela'' olan Ebul Fazl Abbas olabilme liyakatini taşıyabilmektir!

Kardeşlik; görkemli mabetlerde ezilmiş halkların üstüne yürütülen modern savaş silahlarına zafer aşkıyla yanıp tutuşarak, bir avuç dolusu âmin diyebilmek değildir.

Kardeşlik ABD, İsrail ve Batı’nın yardakçılarının propagandasının etkisinde kalarak, Müslüman kardeş halklara düşman olmak hiç mi hiç değildir.

Kardeşlik; Arap kukla rejimlerin yaptıklarını ifşa etmeyi gerektirdiği kadar, kendi ülkesindeki kuklaların yaptıklarını olanca maharetleriyle deşifre edebilme bu tür hileleri onların yüzüne haykırma sorumluluğunu üstlenmek değil midir?

Yoksa kardeşlik, İslam dinini zamanın Firavun’larının hizmetine sunmak için yarışan Bel'am kişilikli din öncülerinin sunduğu Amerikancı zehirli İslam’ın komplosunu saklamak mıdır?

Kardeşlik; Mazlum Filistin halkının hakkını savunabilmenin yanında, ''Mazlumun dini sorulmaz.'' Hadis-i şerifi ilkesiyle kendi topraklarında sırf ABD ve İsrail rezil emellerine ulaşsın diye ona yaltaklık yapan rejimlerin karşısına dikilebilmek ve zulme uğrayanların yanında yerini alabilmek midir?

Kardeşlik; dili, ırkı, rengi ne olursa olsun gerçekten "La ilahe illallah " diyen Adem evlatlarına ondan karşılık beklemeden bağrını açıp, elini uzatabilmek değil midir?

Kardeşlik, Ebu Zer'in söylediği bir yalnış cümleye karşılık, kendisini af ettirebilmek için toprağa koyduğu yüzüne, Ammar'ın ‘’Kalk kardeşim, bu yüz basılacak değil, öpülecek yüzdür’’ cümlesini idrak edip, aynı eylemde bulunabilmek değil midir?

Kardeşlik, dünyanın dört kıtasının en ücra köşesine kadar ulaştırılan insani yardımların Kürdistan coğrafyasında, iki ateş arasında kalmış binlerce mazlum ve Müslüman insanın en az diğer insanlar kadar zaruri ihtiyaçlarını karşılayabilme ilkesine inanıp, bu uğurda üstüne düşeni yerine getirmeyi ilke edinebilmek değil midir?
Kardeşlik, kendisi için neyi talep ediyorsa kardeşi içinde aynısını istemektir.

Kardeşlik, Annapolis, Davos, Şarm eş-Şeyh sair toplantıları reddedebildiği, Gazze katliamını protesto edebildiği gibi, Iraklı mazlum müslüman halkın katliamına, Siyonist İsrail'in cinayetlerine karşı durmayı gerektirdiği kadar, Kürt olduğu için ırkçı ve sadist zihniyetlere karşı bu halkı savunabilmeyi de gerektiren bir sorumluluktur.

Kardeşlik, değil ki ''Benim zalimim senin zaliminden daha iyidir.'' düşüncesi ile zalimlerin yanında yer almak, onlara karşı sessiz kalmaktır.

Unutmayalım ki; 20.yüzyıla damgasını vuran Muhammedi İslam, ''la Şarkiye, la Garbiye illa İslamiye'' nidası ile zafere ulaştı. Zafere ulaşan bu İslam’dan nasibini almak isteyen kişi, cemaat, millet her ne ve kim ise, ancak kardeşlik ilkelerini sağlıklı anlama ve kendi hayatına indirgeyerek başlayabilir.
Değilse İslam peygamberinin buyruğu, "Sizler; birbirinizi sevmedikçe İman etmiş sayılmazsınız, İman etmedikçe de cennete giremezsiniz" mealindeki hadislerine bir kez daha yoğunlaşıp anlama sorumluluğunu yükler!

Hiç şüphesiz ki, Kur'an mantığında kardeşlik ilkesinin dayandığı en önemli etken, katkısız inanç birlikteliğidir. Ve bu birlikteliğin yolu Velayet’ten geçer. Nitekim bu konuda Rahman'ın ayetlerinde "Ancak müminler kardeştirler" diye çok net bir uyarı ve ikazı vardır.
Malumdur ki, müminler Müslümanlardan bir basamak daha ileridedir. Bir diğer tabir ile her mümin aynı zamanda Müslümandır, ancak her müslüman mümin olabilmiş değildir!

Şimdi İmam-ı Ümmet’i temsil eden Velayet-i Fakih merciinin eylemlerini inceleyelim. Acaba Kuran ve Sünnetin öngördüğü kardeşlik ilkesinin dışında mı davranıyor, dünyanın dör tbir yanındaki müslümanlara?

''Allah'a ve peygamberine itaat edin, birbirinizi çekiştirmeyin, sonra zayıflarsınız ve kuvvetiniz kalmaz ve sabredin, şüphe yok ki Allah, sabredenlerle beraberdir.'' Enfal/46


İzzet mi, Zillet mi?

Bugün İslam dünyasının kahır ekseri, ulus/ırk devlet denilen modern hapishanelerde ki müslümanları, fikri fiziki bağımsızlık adı altında (ki gerçekte yeni sömürgecilik sistemi)dır.
Sözde kimi mücadeleler neden başarıya ulaşamıyor? Bazı hareketlerin direniş süreçleri yüzyılları buldu, neden hala hareket medotların(kıstas)da muğlaklık ve çürümüşlük var?
Neden bazı hareketler efendileri adına direnmeyi seçip, istedikleri hakları ve böylelikle düştükleri sendromdan bir türlü kurtulamamaktadır?
İslam Devirimi’nden sonra neden lımlı İslam efendilerinin modern hapishane müslümanlarına sunduğu reçete ve geçici tedavi yöntemlerinin getirdiği ölümcüllükten kurtulamıyorlar?
İşte ılımlı İslam’la, Muhammedi İslam’ın kaynaklarına ve dolayısı ile ''öz bilgi''nin kaynaklarına karşı kurulmuş komplolardır bunlar ve bununla vurulmak istenen asıl hedef Velayet-i Fakih merciidir!

Neden ölümsüzlüğü tercihlerinin ön sıralarına yerleştiren ve radikallikle övünen kimi atanmışlar, inançlarını onurlu eylemlerle süsleyememenin verdiği ıstırabın içinde kıvranıp duruyor?
Bu ıstırap ve sarhoşluktan bir türlü ayılamadan kime ve ne için hizmet ettiklerini anlamadan, anlamak dahi istemeden, slogan kahramanlığı üretmenin verdiği gururu yaşayıp durusunlar...

İçi boş, kof hale gelimiş, gururun temel nedeni, Mavera'ya açılan pencerelere farklı us ile yaklaşan ''öncü kadro''ların bu pencerelerden yansıyan ''şua''ları görememe sorunu ve bunun getirisi ise, " Devrimci bilgi üretim ünitelerinin yoksulluğu" olmuştur.

''Katkılı bilgi''yi doğru ve ''salt bilgi'' algılama sendromudur bir anlamda. Yani Batı’nın hayat kaynağı olan İslam demek en uygun tarif olacaktır, bu tür hareketlere ve oluşumlara.

Çünki Batı, İslam’ın Emeviler’den önceki asıl halkasına bağlanmasını hararetle önleme çabası içindedir. Bu çabaya engel olan yegane birim Velayet-i Fakih müessesidir. Batı, bunu başarmak için bütün gayret ve çabasını en azami şekilde harcamaktadır.
Özellikle İslam’ın ''çekirdek kadrolar''ının içinde ''hücrelenen'' ılımlı İslam’ı yegane alternatif olarak sunma gayretlerini de buradan işlemektedir!
Zira Batı’nın cenneti olan Kapitalizm’in hayat kaynağı, bu İslam’dan beslenmekte. Ve Batı’nın hayatı bu İslam'a bağlıdır!

İslam’ın öncü kadrolarının önceliği, öz İslam’ı modern Firavun'lar tarafından gayya çukuruna itilmiş olan İslam’ı, yeniden gün yüzüne çıkartma olmalıdır. Bunun en güzel örneğini Seyyid Nasrullah Velayet-i Fakih önderliğinde göstermiştir. Günümüz İslam’ı için en öncelikli sorun bu olmuştur.
Şu da bilinmelidir ki; siyasal İslam’ın zafere ulaşması ile İslam’ın diğer ahkamları hayat kazanacaktır. Bizler bu hakikatin detaylarını anlamak ve onu uygulamaya çalışmada en öncelikli görev olarak algılamalıyız.

Birileri New York'ta dünyaya karşı Velayet-i Fakih’in uhdesinde(Ahmedi Necat) ''Evrensel Siyasal İslam’ın çekirdek kadro elemanı'' olarak, olanca gücü ile İslam’ın ''Emr-i bil maruf ve Nehy-i anil münker/iyiliği önermek ve kötülüğü yasaklamak'' görevini üstlenirken; her türlü hile, komplo ve desiselere rağmen zamanın İmamı’nın ilanını aşikarane haykırırken…

Birilerinin de kendi evinde dahi inançlarına ait kuralları, ılımlı İslam haramilerinden dolayı uygulayamasın, engellensin öyle mi?
Çelişki de burada başlıyor, asıl engellenmek isteniyormuş gibi davranılmak sureti ile halkın ılımlı İslam’ın öncüsünü sahiplenmenin alt zeminini hazırlama küstahlığıdır!

Üstelik mahalle kabadayısı olarak yaftalansın. Bunun adı en iyimser yaklaşımla oyunun kuralını bilmemektir.
Kim bilir belki de daha oynanmadan oyunu satmaktır. Ön sezgilere danışacak olursak, ılımlı İslam adına Batı tarafında yenilgiyi seçenler oynuyor sahada. Müslümanın mahalle kabadayısı olup olmayacağı adına.
Müslüman, yeryüzünün imar ve ihyasının en sorumlu kişiliğinin adıdır bir anlamda. Müslüman, tarih sürecinin her safhasında yeryüzünün birinci sınıf kaliteli insanıdır. Bu Müslümanın bugünkü prototipi Velayet-i Fakih’te cem olmuştur.

İnsanı kamil olmak arayışındaki Müslüman, münkerin her çeşidinden uzak durmayı kendine görev bilirken, ''Ademiyet kimliği'' taşıyan, kendi türüne de aynı teklif ve sorumluluğu sunandır. İşte bu sorumluluğun yegane merciidir Velayet-i Fakih.

İslam dünyası 1400 yıl gibi korkunç bir zaman sürecini kaybetmiştir, şimdi ''zehirli İslam sendromu'' ile yeniden bir asır kaybetmeye tahammül edecek güçte olmadığı gibi, böyle bir vebalin altına girecek aydın ve alimlerin var olduğunu düşünmek dahi ne denli tüyler ürpertici olduğu, her vicdan sahibinin ruhunda oluşan derin yaralar da bunun göstergesidir.
Hiç kimse birilerinin hatırı ve batılı için Velayet-i Fakih’in makamını, şeklini, hukuki geçerliğinin tartışmasını yapacak hakka sahip değildir. Çünkü; inanılsın, inanılmasın, tabi olsun ya da olmasın Valeyet’in, ''İlahi Emir'' lerden olmadığını ispatlayamaz.
İslami Alimlerini Tanıma Zorunluğumuz:


Fiziki ve fikri bütün olguların süreç itibariyle kısmi yada bütünsel yıpranma veya yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı genelde bütün normlarda kabul edilen bir realite olmakla birlikte, var olan bu kanuna tabi tutulmayan yegane gerçek vahy -aslı itibarı ile- ya da vahyi olgulardır. Ne var ki vahyi olgulara da gerektiği şekilde özen gösterilmezse dışsal algı olarak vahyinde itibarının zedelendiği izlenimi doğabilir. İşte tam bu noktada düşman yapay, nazari ve ameli büyümeye meyilli organlara özel bir iltifat gösterir. " Sonuçta var olmayanı var gibi göstermek ya da gösterilmek istenmesi" sonuç olarak İslam dünyasında bugün var olan olumsuz tablo ortaya çıkar.

Dinlerini bir oyundan, bir eğlenceden ibaret sayan ve dünya yaşayışına aldanan kişileri bırak kendi hallerine. Sen onlara ancak Kur’an’la öğüt verde...” (En’am 70)

Bu sorun İslam ümmetinin belki de en önemli sorunlarının ilk sırasında yerini almıştır.

Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı dünyasının 18. yüzyıldaki gelişmelerini taklitane bir şekilde takip etmesinin sonucunda bugünkü nihai aşamasını alan "eğitim" şekli ve ''toplumun hal-i pür melal'i'' tamamen İslam’dan uzak hatta rahat bir şekilde ifade etmek gerekirse İslam aleyhtarlığına büründürülmüş bir eğitim sisteminin var olduğu tartışma götürmez bir gerçek olmuş bununla özelde alim ve aydınlardan, genelde ise halktan ne alınmak istenmiş, yerine ne konulmak istenmiş, bunun kritiğinin yapılması. Nitekim hiçbir medeniyet kendi alim ve aydınları olmadan ayakta duramaz. Söz konusu kişilerin yetişmesinde, onların hal ve davranışlarında söz emellerinde özenecekleri canlı bir arife ihtiyaç duyulması kaçınılmazdır.

İmam Ali'den rivayet olunur ki:
“Bilgin o kişidir ki kadrini, mertebesini bilir; kadrini, mertebesini bilmeyen kişiye bu bilgisizlik yeter. Allah’ın en hoşlanmadığı kişi, kendi başına buyruk kuldur; o kişi doğru yoldan sapar, kılavuzsuz yola girer; yürür gider. Dünyada ekip biçmeye çağrılsa işe koyulur; ahiret için ekip biçmeye çağrılsa tembellik eder, yorulur. Sanki yaptığı iş gerektir ona da tembel davrandığı gerekmez ona. Bir zamandır o zaman ki adsız sansız müminden başkası kurtulamaz o zamanın derdinden, bir mecliste bulunsa kimse onu tanımaz, bulunmasa kimse onu sormaz. İşte onlardır doğru yolun ışıkları; karanlık yollarda, şüpheli bellerde hidayet alametleri. Halk içinde fazla söz söyleyip bozgunculuk peşinde gezmezler; kulların ayıplarını ifşa etmezler. Allah’ın kendilerine rahmet kapılarını açtığı kullardır onlar; kötülüğü giderdiği, gazabını üstlerinden kaldırdığı kişilerdir onlar.
Ey insanlar, size içi dolu bir kabın baş aşağı edildiği gibi İslam’ın da baş aşağı edileceği zaman, gelip çatacaktır. Ey insanlar, gerçekten de Allah, size cevretmez; bundan korumuştur sizi; ama sizi sınamaktan da vazgeçmez'' (Nehc-ül Belaga S. 109/110)

"Ey inananlar, Allah’a peygambere ve içinizden emredecek kudret ve liyakate sahip olanlara itaat edin. Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız bir şeyde ihtilafa düştünüz mü o hususta Allah’a ve peygambere müracaat edin; bu hareket, hem hayırlıdır, hem de sonu pek güzeldir." (Nisa 59)


Bizim burda değinmek ve değerlendirmek zorunda olduğumuz din bugünkü Amerikancı İslam ile yüzyıllar boyunca insanlığa yol gösterici bir meşale olan Muhammedi İslam’ın tanınıp öz ve gerçek olana tabii olma zorunluluğumuz olanı belirlemek. Ancak bunun kendisine has ölçüleri vardır. Bu ölçülerin başında ilahi emanet olan Kuran-ı Kerim o kutlu kitabın kendi döneminde hamisi olan ve insanlığa yol gösterici olan Resulü Ekrem, onun pak ve pakize Ehl-i Beyti ve yine bu yolda gerçek iman etmiş sahabelerin hayatlarındaki övgüye değer eylemlerini pratiğimize almaktır.

Bugün itibarı ile Amerikancı İslam hastalığından kurtulan samimi müminler topluluğunun bu hastalıktan kurtulmalarına vesile olan yegane kriterler nelerdir?
Bu konuda ne gibi hassasiyetlerimiz olmalı?

Bunlara bizde sahip miyiz, sahip isek ne denli sağlıklı, değilse gerekçelerini araştırıyor muyuz, araştırmamıza müsade ediliyor mu?

Araştırmamıza müsaade edilmiyorsa, nedenlerini ve engellerini biliyor muyuz?
Bilmiyorsak, nereden başlamalıyız? Gibi daha nice sorunlarımızın olduğunu takdir edersiniz. Ancak...

Bir zamanlar yeryüzünde üstün bir statüye sahip olan bu ümmet, sahte önderlerin maharetli politikaları sayesinde Washington ümmete kıble oldu adeta! İnsanlığın yüzkarası olan siyah saraylar, Pentagon'lar, Strasburg'lar, Brüksel'ler kıble oldu adeta! Hayatımız ile ilgili ne tür sorunlarımız varsa ferdi ailevi, içtimai, kültürel ve daha nice sorunlarımız…

Öyle ki, İslami diye tanıdığımız kişilerin dahi birçoğunun onlar tarafından atandığını anlayamaz ve bilemez hale geldik. Peki, bütün bu olanlardan sadece karşıyı sorumlu tutmak ahlaki bir davranış mıdır? Bize ait yalnışlıklar yok mu? Elbette kusursuz bir kişiliğe sahip olduğumuz söylenemez. Ancak ölçü sorunumuzun olduğu kesindir.

İmam Medhi (a.f) den:
Allahu Teala buyuruyor ki “(Elif Lam Mim İnsanlar, sanırlar mı ki inandık derler de öylece bırakıverilirler ve onlar imtihana çekilmez) Nasıl da hayrete dalıp yollarını kaybetmiş ve sağa sola gidiyorlar. Acaba bu insanlar dinlerini mi bölmüş, yoksa tereddüde mi kapılmış veya hakka karşı inat mı ediyorlar; yoksa doğru rivayetlerin ve sahih hadislerin açıkladığı şeyden, yani yeryüzünün ya zahir olan ya da gizli bulunan bir hüccetsiz kalmayacağından haberleri mi yoktur? Yoksa haberleri var da kendilerini bilmezliğe mi vuruyorlar?’’

Keza, İmam Mehdi (a.f) buyurmuşlar ki:
"Vuku bulan vakalarda bizim hadislerimizi rivayet edenlere müracaat ediniz, zira onlar sizlere benim hüccetimdir ve bende onlara Allah’ın hüccetiyim." Bu hadisin zirvesindeki makamı Velayet-i Fakih’ten başka ne ile açıklayabiliriz ki?


Hakeza; İmam Ali(a.s)'dan;
“...Horluk denizinin en derin yerindesiniz; daracık bir halkaya kıstırılmışsınız; ölüm alanındasınız; bela uğrağındasınız. Artık gönüllerinizdeki şu gizli taasup ateşini, bilgisizlik kinlerini söndürün; çünkü müslümanların gönlündeki bu ululanma, ancak şeytanın iğvasındandır, onun ululanmasındandır, vesvesesindendir. Başlarınızı gönül alçaklığıyla eğin; başlarınızdaki ululuk duygusunu ayaklarınızın altına alın; büyüklük bağlarını çözün...” ( s.125 )

İmam Ali’(a.s)yi Tanımak:


Ez Ali amuz ihlas u amel
Şir-i Hak ra dan munezzeh ez dagal

Çün tu bab-i on Medine-i ilm ra
Çün şua-i aftab-ı hilm ra

Baz baş ey bab-ı rahmet ta ebed
Bargah-ı ma lahu kuvfen ahad

Der şecaat şir-i Rabbanisti
Der muruvet hod ki danet kisti(*)

İhlası da ameli de Ali’den öğren;
Allah’ın aslanını hileden, münezzeh bil.

Değil mi ki sen, o ilim şehrinin kapısısın,
Değil mi ki hilim güneşinin ışığısın


Ey rahmet rahmet kapısı kapanma
Ebedi olarak açık kal

Yiğitlikte Allah aslanısın
Erlikte kimsin, kim bilebilir ki?


İmam Ali gerçekten hakkı ile tanınabilir mi ki, ya da Ali tanımlanabilir mi? İmam Ali’yi tasavvur etmek isteyen her düşünce ehlinin hazin bir ruh hali vardır. Çünkü İmam Ali’yi anlatabilmek ilahi şahsiyetlerin haricinde hiçbir nefes sahibinin haddi değildir. O ilahi şahsiyetlerden biri olan İsa İbn-i Meryem (a.s) buyurdular ki:
“Ne mutlu ruhları temiz olduğu için sövülen kimselere; gök melekutu onlar içindir.“ Ve bu tanım İmam Ali için ne kadar da örtüşen bir tanımdır.

Modern bilim, felsefe, mantık ve modern zamanların insan aklının kavrayabileceği, anlam ve idrakinin çok ötesinde bir kişiliktir İmam Ali.
İmam Ali'deki değerler manzumesi zaman süreci içerisinde oluşmuş ve kişisel yetilerle elde edilmiş bir olgu değildir. Kendisi ile beraber tüm zamanları da bünyesinde barındırabilecek değerler manzumesinin kaynağıdır İmam Ali. Hodbin ve hodperestlerden başka kim İmam Ali’nin değerler manzumesini göremezlik edebilir ki?


İmam Ali gibi bir şahsiyet tüm zamanlarda bir mihenktir. Onun yokluğu ya da yok kabul edilmesi insanlık devam ettikçe hissedilir. İmam Ali gibi bir şahsiyetin tüm boyutlarıyla tanınması onun kişilik, kimlik ve karakterinin bütün boyutlarının derk edilmesi elbette muhaldir. Eğer böyle olmasaydı, O da tarihteki diğer derin iz bırakan bazı tanınmış kişiler gibi belli bir zaman sonra unutulmaya yüz tutacaktı.

Kişioğlunun taşıdığı değerler manzumesi açısından bazen iticilik ve bazende çekicilik yönü farklı ortamlarda, farklı zamanlarda farklılık arz ettiren bir elastikiyete sahiptir, elbette bu tanım İmam Ali gibi bir şahsiyet için söylenemez. İmam Ali'de var olan iticilik ve çekicilik yönleri eşit iki boyutlu olan mükemmel bir olgunun taa kendisidir.

İmam Ali(a.s)nin velayetinin özünde insanlığın kemaleti vardır ve insanlığın kemaletinin özünde ise İmam Ali'nin ve soyunun velayetinin olmazsa olmazı vardır.
Ali tüm zamanlarda insanlık mektebinin adalet, hürriyet, eşitlik, sabır, şecaat, takva, kelimenin tek anlamıyla insan-ı kamil olgusu olarak yaşamaktadır.
Değil mi ki, yeryüzündeki lanetlileri ve onların habis mirascıları, maddenin tözsel zahirine saplantılarını insanlığa hakikat mektebi olarak yaftalama çabalarının yegane engeli olarak, Ali okulunun mensuplarını kabul etmişler.

Ali okulu mensuplarının yeryüzünden silinmesi veya hiç değilse silik bir tablo olarak yalnızlık ve uzlete çekilmesine zorlamak için bütün hile ve desiselerin meşru araç olarak kullanılması, binaen yetersizlilerini setretme ve bu alandaki açık gediklerini, başkalaşmış ya da başkalaşmaya elverişli, kökeni harici zihniyete dayanan ekolleri canlı tutma gayretleri ile telafı etme ve bu gayretlerini olanca maharetleriyle ortaya koymaya çalışmaktadırlar.

Günümüz dünyasında mevcut değersel objelerin ki; gerçekte insanlığın temel sorunu ve ihtiyaçlarıdır. İtibari ve inhirafi subjelerle değiştirilme siyaset ve entrikaları ancak fikri ve zikri mustazaflık hastalığına yakalanmış, kendi zamanının sorunlarını ve sorumluluklarını yeterince derk edememiş veya etmemiş, birey ve toplumlarda hayat buldurup yer edeceğini bilen, dört öğe (toprak, su, hava, ateş=kapital) felsefecilerinin temel öğelerini, meşru ve gayrimeşru yöntemlerle, az önce tanım ve tarifi yapılmaya çalışılan birey ve toplumlarda uygulamayı asıl gaye ve amaç olarak kabullenmişlerdir.

İmam Ali, kendi toplumunda var olan dışsal değere dayalı varlık hiyerarşisini reddederken ki; (sosyal olarak, irsi anlamda değil) bu hiyerarşiyi ret edişinin derinliklerinde onun (imam Ali'nin) bulunduğu toplum tarafından kabul edilmemeyişidir.
Değil ki, onda var olan değere (yani dışsal ve içsel değere ) dayalı varlık metodunu ret anlamındadır!

Bulunduğu toplum içinde İmam Ali şu değişimden yanaydı ki, değişme duyumsal ve içebakışsal deneyimimizin en belirgin temel ve özsel yönlerinden var olanların başka bir şekle ya da duruma girme sürecidir.
Evet Ali değişimden yanaydı, ama deneyim yasasını kendi şahsında barındırmak istemeyen ki, bu yasanın özünde bilgi ya da ustalığın bir gelişme sürecine koşut olarak birikmesi yada genişlemesi algısı yatar.
Ali (a.s)deki derin yapı, kişiliği, bilginin sonsuz sayıda bilgi üretmesini mümkün kılan temel, ilahi mekanizmasıdır.
Modern zamanlardaki insan toplumlarının gerçeksel altyapı menbaının kaynağı olan Ali (a.s)nin taşıdığı ruh ve karekteristik yapısıyla bütünleşme zorunluluğu vardır. Modern zamanlar, sözsel eylemin içine düşmüş olduğu itibari değerlerin (şovenizm) gerçeksel olma zorunluluğunun kilit şahsiyeti olan Ali'nin tanınmasını olmazsa olmaz kılmaktadır.
Tarihi determinizmin dayattığı coğrafyalaşmış ya da kültürlere sıkıştırılıp klişeleşmiş Ali olgusundan farklı bir Ali'dir bu. Ghandi'nin Asyası’ndan, Zenci’nin Afrikası’na, Lumumba'nın Afrikası’ndan Eskimo'nun Antartikası’na, hakeza; Kastro'nun Amerikası’na diriltici bir ruh üfleyecek kadar büyük bir Ali'dir bu.
Ademiyet mektebinin son halkasının varisi olan Ali, Kişioğlunun yaşadığı dünyada kişinin şekillenmesinin iksirini taşımaktadır.
Hürriyet ve adalet, dahası kerim kul olma vasfını taşımaktadır, Ali.
Ali(a.s) bin yılların yolunun yolcusu olmakla birlikte, nice bin yıllara yürüyecek bir yolcudur da aynı zamanda.
Ali insanlık adına insana sunulmak istenen bütün insanlık dışı eylemlerin ve düşüncelerin karşısında yalnız ve yorulmaz yegane savaşçıdır.
Ali; dünü, bugünü ve yarınlarıyla insanlığın yegane okulu olan sevgi okulunun üstadıdır aynı zamanda.
Ali, tarihi yasaların kendisine has kabul ettiği kuralları tanımayan ve bu alanda yüzen zulüm ve despotluğu Zülfükarı ile yarıp, Hak ve batılı net çizgilerle ayırdığı gibi, pekala aynı sahneyi sevgi okulunun bir üstadı olarak başka eylemlerde de gerçekleştirebilen yegane şahsiyettir.
Ali'deki değerler manzumesi süreç içerisinde oluşmuş bir olgudan ziyade, kendisiyle beraber tüm zamanları da bünyesinde barındırabilecek değerler manzumesinin kaynağıdır.
Ali, bugünün dünyasında evrensel Fedek mirası varisinin (Mehdi -a.s) öğrencilerini yetiştiren akademiyi yeniden ihya eden inkılabın kaynağı, bu inkılabın beslendiği menbaadır Ali.
Ali'deki temel değerleri kendisinde barındıran yapı (İmamet/Velayet) barındırılanın barınana kapsayıcılığı olmadığından, uzlaşması tartışma gerektimeyecek kadar aşikardır.
Ali'nin kendi zamanından zamanımıza ulaştırdığı mesajlardan biride şudur ki; insanın kendisini her ne ise o yapan (fıtrat), özü süreç içinde kendi geçici varlığından sıyrılarak gerçek özde sonsuzluğa varmak…Ve özüyle özdeşleşme sürecinde Onu (insanı) kuşkudan kurtarmak ve ona doğruyolu göstermektir(sırat-ul mustakim).

Ali gibi düşünmek, Ali gibi inanmak, Ali gibi yaşamak, Ali gibi olmaya çalışmak muhal olgulardandır. Hiç değilse bu değerleri şiar edinmek her insanın medar-ı iftiharı olmalıdır.

Ali okulunun sevgi yüklü öğrencilerinin miyopsal bakış zaafiyatından kurtulma gibi bir zorunluluğu vardır.
Ali’nin şahsında dedi diyen değil, diyorum diyen zamanın (Velayet-i Fakih) Ali’sini tanıma, olmazsa olmaz zaruriyetini bütün samimi duygularla evrendeki insanlık camiasına bildirme gereğini bir sorumluluk bilinci taşıtır, Ali’ye tabi olmak.

Kırmızı şehadet çizgisinin ilk üstadıdır Ali.(1) Bu şehadet çizgisi Ali’nin başında ümmetin başına musallat olur 14 yüzyıl boyunca.

Kabe’nin oğlunu tanımak Kabe’nin gizemiyle ilintilidir bir anlamda. Ali’deki gizemi Kabe’nin gizemi ile betimlemek ve öyle anlamaktan geçer bir anlamda. Kabe Hacer’in sadakat ve teslimiyetinin en canlı örneği iken, Ali o Kabe’nin rüknünün belirleyicisidir(2),
Kutlu İsa(a.s)’nın doğumundan ötürü iffet ve paklığın timsali olan Hz. Meryem(s.a), Süleyman(a.s) mabedinden uzaklaştırılmakla ikaz edilirken, İmam Ali’nin kutlu doğumu için Kabe bağrını açar. Ali’nin annesine ve son sözü Kabe’dir(3) Ali’nin.

Beyt’in biricik çocuğudur, Ademiyet tarihinde ilk ve son olarak biricik Ali’nin doğumu için özel bir itina ile seçilmiştir Kabe!
Ve peygamber dilini Ali’nin ağzına koyduğu o ilk günden sonra, Ali’nin ağzından bir daha çıkmayan peygamber dili vardır Ali’de.
Peygamberin dahi kendisinde olan imtiyazlarından(4) ötürü kendisine gıpta ettiği ’’Ne mutlu sana ya Ali!’’ dediği Ali’dir bu.

Ali’nin kendi Ali’si(5)ne yazdığı mektupta beşer hayatının sonuna dek sosyal, siyasi, kültürel, adalet, eşitlik ve diğer olgularda ihtiyacı olan(6)“ı ölümsüzleştirir.

Zülfikar’ı ile ümmetin içinde yeni yetme Firavun’lara(7) karşı kıyamı ile uğraşması bir yana ,dünyanın hazinelerinin kendisine sunulanın varisi olarak, Hasaneyn’ine Medine de kazdığı kuyulardan elde ettiği elinin emeği ile sunduğu ne ise, Kufe’deki babasının oğlu Akil’e serdiği sofranın arasındaki farksızlık, Ali’nin öznesindeki kemaletin aynılıktaki sabitliğinde yatar. Bu sabitlik o günün Ali’sinin bir yıllık elde ettiği kazancını yarım günde elden çıkartıp, eli boş evine dönen Ali ile bugün eldekini ümmetle paylaşmak isteyen Ali’deki benzerliktir.

Ali, sahip olduğu değerlerle kendi tarihinde tarihi sonlandırmıştır. Öyle ki tarihin sonuna dek Ali’nin sonlandırdığı tarihin içinde yaşanılacak. Nedir bu? Ali’nin açtığı ilimlerin kapısından girememek, Ali’nin sonlandırdığı tarihin içinde yaşamın en bariz örneğidir.
Ali’nin Hayber’deki kahramanlığının bir katresi bugünün Lübnan’ına yeniden hayat verip, dirilişin ruhunu aşılayıp gelecek için mutlak zaferin muştu’sunu taşımıştır.
Ali’nin adaletinin şua’ları islam inkılabıyla yeniden yaşlı pergelsiz dünyayı aydınlatmış.
Günün Muaviye’lerinin saltanatını sallayan bu Şua’lardan ötürü Kayzer’ler le yanyana, kolkola olmaktan kendilerini alamazların, yeniden ümmetin değerlerini peşkeş çektirmelerinin izahı burada yatar.

Tarih; hiçbir dönemde Ali’nin değerlerine vefasızlık yapmadan, Ali’yi bağrında taşımasını becerememiş. Böyle olmasaydı tarih bugünkü kokuşmuşluk ve hantallığından kurtulmuş olmalıydı. Dahası; tarih, Ali’ye, Ali’yi olduğu gibi bağrını açmadıkça, epilepsiliğinden kurtulamayacaktır.

Ne ilginç bir yazgıdır, dünün Mekke uluları, peygamberi Mekke’nin ümmeti arasında tefrika ve fitne sokmakla itham ettiği o ümmetin değişen hali, aynı itamı peygamberden sonra Ali’ye yöneltir. Öyle ki; o gün bugündür bu itham Ali ve yarenlerinden kalkmadı ve kimse silmekte istemedi.

Çarkın mili olmadan çarkı döndermek isteyenler, öyle bir hal aldırdı ki; Ali’nin iticiliğini çekicilik, çekiciliğini iticilik olarak kabul etirdiler. Dinin postunu ters yüz ederek giydirenler, amaçlarına önce Ali’yi baş aşağı etmekten geçtiğini ve böylece giydirebileceklerini atalarının davalarında çok iyi görmüş sersine çalışmış ve anlamışlardı.
Ali ’’ Ene Natık-ul Kur’an’’ derken, kurumuş Kur’an yapraklarına kanan dünün Amr bin As’ının ümmeti ile bugünün Amr bin As’ları arasındaki farksızlık kadar olan ayniliktir ümmettin yazgısı.

Bir yandan Katl-ul Ekber( ’ in gözünü çıkartırken Ali. Hendek’te Ben-i İsrail’in Davudu’nun ötesinde eylemde bulunur.
Ve Zülfikar’ının bir darbesinin altında kıyamate kadar ins-u cinn’in ibadetlerini cem eder Ali.
Ramazan Kadir’inde İsa’nın takvası ile Yahya’nın zühdünün zirvesinde iken, kırmızı şehadet çizgisinin kapısını açar Ali.
Ali, gökyüzünün yollarını yeryüzünün yollarından daha iyi bilen iken, bütün ilimlerin kapısını açan Eba ilm, cennetle cehennemi bölen olduğu halde, katiline ikramda bulunacak kadar ulvi bir adalet ve asalet timsalidir.

Hayber’in kapısını sökerken Süleyman’ın veziri Asıf’ın(9)yaptığının çok ötesinde iş yapar, ancak ümmet bunu hala menkıbe kabul eder.
Ali peygamberin rıhletinden sonra verdiği mücadelede Hızır’ın gaybtaki bilgisinin ötesindedir. (10) Dahası, fitnenin gözünü çıkartır da O’nu yine anlayamam!

Adem safiyullah, İbrahim Halilullah iken, Musa Kelimullah, İsa Ruhullah iken, ’’Sarallah’’ ve ’’Hucetullah’’ babası Ali’ye; Veliyullah sıfatını çok güren ümmet.(11)

Öyle ki; Ali sadece Allah’ın aslanı değil, kanıdır da, ancak bu kan Huseyn’de tecelli eder.
Ve Ali; ’’Ene natık’ul Kur’an’’ derken Kur’an’la özdeştir. İbrahim’in yakininin ötesinde yakiydedir. (12)
25 yıllık sabrının sırrı sonradan anlaşılır ki, bu sabır ve tahammülün ürünü olan Malik-i Eşter ve Kumeyl’ler yetiştirmiştir Ali. Ümmet’in ’’Hıtta’’ kapısı olduğu gibi ilmin kapısı olarak bütün zamanların mihenk ve misdakını “ Bize sarılan, bize ulaşır; bizi terk eden de helak olur. Emrimize uyan, bizimle olur; yolumuza gitmeyen ise ezilir“de cem eder. Allah’ım bu nasıl bir tahlil? Hayır! Bu nasıl bir tespit? Hayır hayır, nasıl ilahi bir ikaz ki, Ey ilim ve adabın yalnızca kendisinden alınacağı mihenk kişi olan Ali!(13)

Nasıl bir kişiliksin ki, senin bütün mezmunun ya Kur’an, ya da Nebi’nin sözleridir. Ki, ikisini birbirinden ayırmak ilim adına bir marifet sayılır oldu.

Ey Ali!
Seni tanımayanın yakini olmaz. Nitekim yakini olmayanın mertliği olmaz, mert olmayan namert olur, namert olan adil olamaz, adil olmayan zalim olur, zalim olan zulüm yapar, zulüm yapana ceza hak olur.
Ey Ali!
Sana yakini olmayanın kuşkusu olur, kuşkusu olan hakkı bilmez, hakkı bilmeyen adil olamaz, adil olmayan zalim olur, zalim olan hakka zulmeder, hakka zulmeden ise, batıla yardım eder, batıla yardım edene ceza hak olur.

Ey Ali!
Sana yakini olmayan şüpheye düşer, şüphe bidat doğurur. Bidat hurafeleri getirir, hurafelere inanan tahrif eder, tahrif eden Bel’am olur. Bel’am olanın cehaleti ise, cehennem yakıtıdır.
Var mı acaba esaretin korkunç ve ızırap yüklü acısını paylaşmak isteyen Ali ile?
Kim taşıyabilir ki, Ali den başka?

Yok mu acaba Ali’nin dizinde büyüyen Zeyneb’in özgürlük ve hürriyet fışkırtan alevli yüreğinden kopup, nefesi ile dışa püskürttüğü ateş topundan bir kıvılcım hürriyet kapmak isteyen?

Ey Ali’nin özgür kızı!
Yok, Ey özgür Zeyneb’in tutsak babası Ali!
Senin tutsaklığın sana indirilen darbe ile son buldu ve özgürlüğünün kutlu kanatları bu darbenin altında gizli idi ki, feryadın “Kabenin Rabbine and olsun ki kurtuldum! „ oldu.

İşte bu Ali’nin şahsiyeti tüm zamanlarda bir mihenktir. O'nun yokluğu ya da yok kabul edilmesi insanlık tarihi boyunca hissedilir.
İmam Ali gibi bir şahsiyetin tüm boyutlarıyla tanınması, o'nun kişilik, kimlik ve karakterinin bütün boyutlarının derki kesinlikle bizlere muhaldir. Eğer böyle olmasaydı, Ali’de, tarihteki diğer derin iz bırakan simalar gibi bir zaman sonra unutulmaya ve yok olmaya mahkum olurdu.

Ey Rabblerine söz veren serbederanlar! Ey oğullarını şehid veren anneler!
Ey gencecik nişanlılarını zulüm zındanlarına gönderen bacılar!
And olsun Ali’nin Rabbine ki, aydınlık karanlıktan üstün olacak ve Adalet zülmü yenecektir.


Ali maveraya açılan yolun taa kendisidir. Bu yoldaki gizemli mahzenlerin, mahz-ı edep ve mahz-ı nimetin taa kendisidir. Değil mi ki, ’’Keremallahu vechehu’’ dediğimiz o Ali’dir.
Uluhiyyet dışında makam-ı Ali ise yine o Ali’nindir.

Malik-i Eşter’in bir ömür kılıçla topladığı bereketi, Ebu Musa-el Eşari’nin saflığına heba edildiğini gören Ali. Evet o Ali, B (14) harfinin altındaki nokta olan Ali, nihayet sırat-el mustakim’in taa kendisi, İşte o Ali’nin, ilim ve velayetine ulaşmanın kapısı bugünün Velayet-i Fakih’inden...
Ali’yi söze sığdırmaktan vazgeçmemek, Ali’yi ve Velayet-i Fakihi tanıyamamanın en iyi ispatı olur. Ali’yi nimet olarak ümmete lütufta bulunan Allah’a hamd olsun.




Kaynak ve açıklamalar:

*- Nehc’ul Belaga / Sayfa 11

1- Ma’sum İmamların hepsi bir şekilde şehid edilmiştir.

2- Kabe’nin yemen rüknü

3- ’’Kabe’nin Rabbine and olsun ki; kurtuldum’’

4- ’’Ya Ali sende üç haslet var ki;…’’ hadisine işarettir.

5- İmam Ali(a.s)’ın ’’Ali’nin peygamberin yanındaki konumu ne idiyse, Malik’in konumu da Ali’nin yanında öyledir.’’ Sözüne atıf.

6- İmam Ali(a.s)’ın Malik bin Eşter en Neha’i yi Mısır valiliğine atarken, yazdığı mektup.
7- R.E.(s.a.a)’in Ben-i Umeyye oğulları hakkındaki ’’Allah’ın Kitabında kusur bulurlar ve kullarını köle edinirler’’ hadisine işaret (Bu konun detayı için Dr. İrfan Aycan’ın saltanata giden yolda... adlı eserine müraccet edin)

8- ’’Fitne katil den beterdir’’ ayetine atıf.

9- Siyasi; Asıf ibn-i Berhiya’nın Sebe kraliçesi Belkıs’ın tahtını Hz. Süleyman’a sunarak, Belkıs ve halkının iman etmesine vesile olarak saltanatlarına son verdi ise; İmam Ali (a.s) Hayber’in Feth’i ile Yahudilerin siyasi saltanat ve tahakkümlerine son verdi. Hayber Yahudiler için çok önemli bir ‘’üs’’ idi.

10- Hızır (a.s)’ın Hz. Musa ile yaptığı yolculuk ve Musa’nın imtihanındaki gizemler ile, imam Ali(a.s)ın hariciler ve diğerleri ile yaptığı savaşlardaki gizemlerin benzeliği şaşılacak derecede benzerlik gösterir. Özellikle haricilerin yaptıkları ibadetten ötürü alınları adeta nasır bağlamıştı ve zahiri olarak müslümanların en takvalıları görünümünde idiler.

11- Maide/55

12- İmam Ali; ’’Perdeler gözümün önünden kaldırılsa da yakiyn’imde artma ve eksilme olmaz’’

13- ’’Ey Kumeyl, ilim ve adabı yalnızca bizden alırsan, işte o zaman bizden sayılırsın.’’ /Tuhef-ul ukul Tuba y- s.325

14- Yenabi’ul Mevedde de İmam Ali’den nakledilen: “Biliniz ki bütün semavi kitapların sırları Kur’an’da, Kur’an’da olan bütün sırlar Fatiha suresinde, Fatiha suresinde olan bütün sırlar –besmele-de, -besmele-de olan bütün sırlar ise -be- harfinin altındaki noktadadır.“ Ve İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Ben“, “be“ harfinin altındaki noktayım.



İtret, Ümmet ve Vahdet

’’Sonra kitabı, kullarımdan seçtiklerimize miras bıraktık.’’Fatır/32


Hamd bütün alemleri yaratan, nefislerdeki gizliyi dahi bilen, « hayy ve kayyum » olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam onun resulü, habibi, kullarının seçkini, alemlere rahmet olan Hz. Muhammed (s.a.a)’e ve onun pak ve pakize Ehl-i Beyt’ine olsun. Ve yine selam hidayet ehline tabi olanlara olsun ki, onlar apaçık delillerle sapıklıktan uzaklaşıp hidayete erme aşk ve mücadelesiyle yanıp tutuşmaktadırlar.

Bir dosya niteliğindeki bu çalışmayı Velayet-i Fakih konusunun daha detaylı anlaşılması için buraya eklemeyi uygun gördük.

Dosya: « itret », « ümmet » ve « vahdet » olmak üzere üç ana konuyu barındırıp, bir başlık altında toplamayı gaye edinimşse de, firki bir çalışmanın ürünü olmaktan öte, peygamber(s.a.a)’in pak ve pakize soyundan olan ve bu konuda kesinlikle (art niyetli kimi Adem evladı hariç) ümmetin ittifak ettiği, ilmin şehri, Allah’ın sırlarının hamisi olan Hatem-i Nebi(sa.a)’nin soyundan gelen ve iki değerli emanetin biri olan, « Al-i Muhammed»’in adeta Kur’an’la birbirlerini tefsire dayanan beyanatlarıdır.

Biz bu dosyada, öncelik olarak gülzar-ı İsmet-i Zehra, seyyidetin Nisa-il alemin ve Ummi Ebi’ha(s.a) olarak nitelendirilen, Zehra-i pakize(s.a)’den ’’Vahdet’’e dair hücceti teşkil edecek izahatların da olduğu, meşhur hutbesinden alıntı paragraflarla yetineceğiz.

Yine vahdetin temel prensiplerini bünyesinde barındıran, ancak ’’itret ve ümmet’’ farkını da beyan eden, Abbasi sultanlarından, Harun-er reşit’in oğlu Memun tarafından düzenlenen bir oturumda, Horasan alimleri ile Ehli Beyt imamlarından olan 8.İmam Ali er-Rıza(a.s) arasında geçen bir münazarada değinilen bölümü aktarmakla yetinmeye çalışacağız.
Özellikle bu üç kavramda (itret, ümmet ve vahdet) ümmetin temel sorunlarının saklı olduğu, kişisel veya cemaatsel yorumlarla çözümlenemeyecek derecede giriftleşen bu sorunların çözümündeki yegane iksirleri barındırdığını söylemek isterim.

Allah’ın seçkin kullarının davet ve uyarılarına daha bir duyarlılık ile takip ve tahlil etme bilinci ile donanmak, ve yine bu tür araştırmalarda sadakat ve ihlası en ön planda tutmak, olası tenkit ve kınamalara akl-ı selim bir tutum sergilemek, Allah’tan başka bir mevlamızın olmadığını ve ondan yardım ve sabır dilediğimizi, pak resulünün hürmetine ondan dileriz.


İtret ve Ümmet:

Memun’un meclisinde geçen Horasan alimleri ile Horasan güneşi olan, İmam Ali er-Rıza arasında ki ’’itret ve ümmet’’ arasındaki farklara Kur’ani delillerle ilgili bölüm.

Rayyan bin Salt şöyle diyor:
İmam Rıza (a.s) Merv’de Memun’un meclisine hazır oldu. Mecliste Irak ve Horasan alimlerinden bir grup vardı. Memun mecliste bulunan alimlere; „Sonra kitabı, kullarımdan seçtiklerimize miras bıraktık.“ (Fâtır/32) ayetinin anlamını bana söyleyin, dedi.
Alimler: Allahu Teala bu ayette bütün ‘’ümmet’’i kastetmiştir.
Memun: Ya Ebel Hasan!(imam Riza’nın künyesi) Sizin görüşünüz nedir?
İmam (a.s): Onlarla aynı görüşte değilim. Bana göre Allahu Teala bu ayette peygamber (s.a.a)’in temiz itretini kastetmiştir.
Memun: Allahu Teala nasıl ümmeti değil de sadece peygamber (s.a.a)’in itretini kastetmiştir?
İmam (a.s): Eğer ümmeti kastetmiş olsaydı, onların hepsinin cennet ehli olmaları gerekirdi. Zira Allah (üstteki ayetin devamında) şöyle buyuruyor: „Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda yarışır, öne geçer. İşte bu, pek büyük bir lütuf ve ihsandır.“ Daha sonra hepsini cennet ehli olarak şöyle tanıtmıştır: „Ebedi olan Adn cennetlerine girerler, orada altın bileziklerle süslenirler.“ (Fâtır/33) Bu nedenledir ki miras, tertemiz itrete mahsustur, başkalarına değil.
Memun: Tertemiz itret kimlerdir?
İmam (a.s): Onlar Allah-u Teala’nın kendi kitabında şu şekilde vasfettiği kimselerdir: “Ancak ve ancak Allah, siz Ehl-i Beyt’ten her çeşit ricsi (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.“ (Ahzap/33)
Yine onlar, Resulullah (s.a.a)’ın haklarında şu şekilde buyurduğu kimselerdir: “Ben aranızda iki ağır emanet bırakıyorum; Allah’ın kitabı ve itretim olan Ehl-i Beyt’imi. Bilesiniz ki bu ikisi, havuzun (Kevser) başında bana gelinceye dek birbirlerinden ayrılmazlar. Öyleyse benden sonra bu ikisi hakkında nasıl davranacağınıza dikkat edin. İnsanlar,onlara bir şey öğretmeye kalkışmayın! Zira onlar, sizden daha alimdirler.”
Alimler: Ey Ebu’l-Hasan! Acaba “itret” dediğin “Âl”in kendisi midir, yoksa diğer kimseleri de kapsıyor mu?
İmam (a.s): Onlar “Âl“in ta kendileridirler.
Alimler: Resulullah (s.a.a)’dan, “Ümmetim benim Âl’imdir“ diye nakledilmektedir. Ashap da inkâr edilmeyecek müstefiz (çeşitli kanallardan naklolunmuş) rivayette „Muhammed’in Âl’i, onun ümmetidir“ demişlerdir.
İmam (a.s): Bana söyleyiniz; acaba sadaka (farz zekât) Âl-i Muhammed’e haram mıdır?
Alimler: Evet, haramdır.
İmam (a.s): Sadaka bütün ümmete de haram mıdır?
Alimler: Hayır.
İmam (a.s): İşte “Al“ ve “ümmet“ arasındaki fark budur. Yazık sizlere! Nereye götürülüyorsunuz? Kur’an’dan yüz mü çevirdiniz? Yoksa haddi aşan bir kavim misiniz? Acaba veraset ve taharetin (miras ve tathirin) hidayet bulmuş seçkinler hakkında olup başkaları hakkında olmadığını biliyor musunuz?
Alimler: Ey Ebu’l Hasan! Bu konuyu neye dayanarak diyorsunuz?
İmam (a.s): Şu ayete: “Ve andolsun ki biz, Nuh’u ve İbrahim’i gönderdik, soylarına da peygamberlik ve kitap verdik, öyle iken onlardan doğru yolu bulanlar var ve çoğuysa fasıktırlar.” (Hadid/26) Sonuçta, nübuvvet ve kitap mirası fasıklara değil, hidayet olmuşlara mahsus oldu. Nuh’un rabbinden şöyle bir istekte bulunduğunu biliyor musunuz: “De ki: Rabbim, şüphe yok ki oğlum, ehlimdendir ve senin vaadinde doğrusu haktır. Sen de hakimlerin hakimisin.” (Hud/45) Bu dileğin sebebi şuydu ki Allah (c.c) ona, kendisini ve ehlini (ailesini) kurtaracağına dair vaatte bulunmuştu. Rabbi de cevabında şöyle buyurdu:”Ey Nuh! O, kesin olarak senin ehlinden değil. Çünkü o, kötü bir iş yapmıştır. Artık bilmediğin şeyi isteme benden. Şüphe yok ki ben, cahillerden olmayasın diye sana öğüt vermedeyim.“ (Hud/46)
Memun: Acaba Allah (c.c), ıtreti diğer insanlardan üstün mü kılmıştır?
İmam (a.s): Allah (c.c) ıtretin diğer insanlardan üstünlüğünü kitabında açıklamıştır.
Memun: Kur’an’ın neresinde?
İmam (a.s): Şu ayette: “Şüphe yok ki Allah Adem’i, Nuh’u, İbrahim soyunu ve İmran soyunu seçti, alemlere üstün etti. Birbirlerinden türemiş bir soydur onlar ve Allah işiten ve bilendir.“ (Âl-i İmran/33-34) Bir başka ayette de şöyle buyurmuştur: “Yoksa Allah’ın lütfedip insanlara ihsan ettiği şeylere haset mi ediyorlar? Gerçekten de biz, İbrahim soyuna kitap ve hikmet verdik ve onlara büyük bir saltanat ihsan ettik.“ (Nisa/54) sonra bu ayetin ardından diğer müminlere hitap ederek şöyle buyurmuştur: “Ey inananlar! Allah’a, Peygamber’e ve içinizden emir sahiplerine itaat edin“ (Nisa/59) Yani kitap ve hikmetle birleştirdiği (kitap ve hikmeti onlara miras olarak verdiği) kimselere itaat edin. İşte bu iki mirastan dolayı onlara haset edildi. Öyleyse şu ayetten: “Yoksa Allah’ın lütfedip insanlara ihsan ettiği şeylere haset mi ediyorlar? Gerçekten de biz, İbrahim soyuna kitap ve hikmet verdik ve onlara büyük bir mülk (saltanat) ihsan ettik” maksat, tertemiz olan seçkinlere itaat etmektir. Ayette mülkten kasıt da onlara itaat etmektir.

Alimler: Anlatınız bize; Acaba Allah (c.c) seçkinleri kitabında açıklamış mıdır?
İmam (a.s): Allahu Teala, bâtın hariç, zahirde de Kur’an’ın on iki yerinde seçkinleri açıkça beyan etmiştir. Bu, Kur’an’ın tefsirlerinin dışında kalan, bâtınında ve tevilinde olan miktardır.

Birinci Ayet Şudur:
“En yakın akrabalarını (ve ihlas sahibi yakınlarını) korkut.“ (Şuarâ/214) Bu ayet Ubey bin Kâb’ın kıraatinde böyledir (yani “ve ihlas sahibi yakınlarını“ cümlesi de ilave edilmiştir). Bu, Abdullah bin Mesud’un mushafında da sabittir. Allahu Teala’nın bu ayette Hz. Peygamber’in Âl’ini kaydetmesi ve onu peygamberine zikretmesi (onlar için)yüksek bir makam, büyük bir fazilet ve yüce bir şereftir.

İkinci Ayet De Şudur:
“Ancak ve ancak Allah, siz Ehl-i Beyt’ten ricsi (her çeşit günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.“ (Ahzap/33) Bu ayet de katı düşmanın dışında kimsenin habersiz olmadığı ve inkâr etmediği bir fazilettir. Çünkü taharetten (tertemiz olmaktan) daha üstün bir fazilet düşünülemez.

Üçüncü Ayet:
Allah-u Teala yaratıklarından tertemiz olanları ayırdığında mübarek ayetinde peygamberine onlarla beraber mübahele (lânetleşme) yapmaya gitmesini emrederek şöyle buyurdu: “Ey Muhammed! Artık sana gelen bunca ilimden sonra da gene bu hususta seninle çekişip tartışmalara girişirlerse de ki: Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da dua edelim ve Allah’ın lânetini yalancıların üstüne kılalım.“ (Âl-i İmran/61) Bu ilahi emirden sonra Resulullah (s.a.a) Ali, Hasan, Hüseyin, ve Fâtıma’yı (Allah’ın salâtı ve selamı onlara olsun) dışarı çıkarıp onları kendi yanına aldı. Ayette geçen “kendimiz“ ve “kendiniz“ ibaretinin anlamını biliyor musunuz acaba?
Alimler: Allahu Teala onunla Peygamber’in kendisini kastetmiştir.
İmam (a.s): Yanıldınız; çünkü Allahu Teala onunla Ali bin Ebu Talib (a.s)’i kastetmiştir. Bunun delillerinden birisi Resulullah (s.a.a)’in şu sözüdür: “Ya Velîaoğulları bu işlerinden vazgeçecekler, ya da kendim gibi birisini (onlara karşı koymak için) göndereceğim.“
Yani Ali bin Ebu Talib (a.s)’i.. Ayetteki “oğullar“dan kasıtsa Hasan ve Hüseyin (a.s)dir. “Kadınlar“ dan kasıt da Fâtıma (s.a)’dır. İşte bu, hiç kimsenin o fazilette onlardan öne geçemeyeceği bir özelliktir. Hiç kimsenin o özellikte onlara ulaşamayacağı bir üstünlüktür ve hiçbir yaratığın o üstünlükte onları geçemeyeceğı bir şereftir. Çünkü Hz. Peygamber, Ali’nin nefsini (kendisini) kendi nefsi saymıştır. Bu da üçüncü ayettir.

Dördüncü Ayet:
Peygamber (s.a.a) ıtretinin dışında herkesi camiden dışarı çıkardı. Bu duruma halk ve Abbas itiraz edip şöyle dediler: “Ey Allah’ın resulü! Neden Ali’yi bırakıp da bizi çıkardın?“ Resulullah (s.a.a) cevaben şöyle buyurdular: “Onu orada bırakıp sizi çıkaran ben değilim, bunu Allah (c.c) böyle yapmıştır.“ İşte bu söz, Peygamber (s.a.a)’in Hz. Ali’ye buyurduğu “Ey Ali! Sen bana nispetle, Hârun’un Mûsa ‘ya olan nispeti gibisin” hadisini de aydınlatıyor.
Alimler: Bu mevzu Kur’an’ın neresinde geçiyor?
İmam (a.s): Bu konuda size Kur’an’dan delil getirip okuyacağım.
Alimler: Getirin!
İmam (a.s): Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Musa’ya ve kardeşine,Mısır’da kavminiz için evler hazırlayın ve evlerinizi kıble yapın (onları kıbleye yöneltin)…diye vahyettik.” (Yûnus/87) Bu ayet, Hârun’un Mûsa’nın yanındaki ve Hz. Ali’nin de Peygamber (s.a.a)’in nezdindeki makamını beyan etmektedir. Bununla beraber Peygamber (s.a.a)’in şu sözünde de (Ehl-i Beyt’inin üstünlüğüne dair) apaçık bir delil vardır: “Bu mescide Muhammed ve Âl-i Muhammed hariç, hiç kimsenin cünüp ve hayız olarak girmesi caiz değildir.”
Alimler: Ey Ebu’l Hasan! Bu beyan siz Ehl-i Beyt’ten başkası yanında bulunmaz.
İmam (a.s): Resulullah (s.a.a):”Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır; ilim şehrini dileyen onun kapısından gelmelidir” buyururken bizim bu mevkiimizi kim inkâr edebilir? Açıklayıp izah ettiğim sözlerdeki (mevcut olan) fazilet, şeref, üstünlük, seçkinlik ve temizliği inatçı düşmanlardan başka hiç kimse inkâr etmez. Bu makamdan dolayı Allah’a şükürler olsun. Bu da dördüncüsüdür.

Beşinci Ayet:
“Akrabalarının hakkını ver.“ (İsra/26) Bu, aziz ve cebbar olan Allah’ın Ehl-i Beyt’e mahsus kıldığı bir özelliktir. Allahu Teala onları bütün ümmetten seçkin kılmıştır. Bu ayet resulullaha nazil olduğunda Fâtıma (s.a)’yı yanına çağırdılar. Fâtıma (s.a) geldiğinde resulullah (s.a.a): “Ey Fâtıma!“ diye buyurdu. Fâtıma (s.a); “Emredin ey Allah’ın resulü! “ dedi. Resulullah buyurdular ki: “Şu Fedek, savaşsız elde edilen ganimetler arasındadır. Bu yüzden (Allah’ın hükmüne göre) bana aittir; başkalarının onda hakları yoktur. Şimdi Allah (c.c) emrettiği için onu sana bağışladım. Öyleyse onu kendin ve evlatların için al.” Bu da beşincisidir.

Altıncı Ayet:
Allahu Teala’nın buyurmuş olduğu şu ayettir: “De ki: Sizden tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim ancak yakınlarıma sevgidir.“ (Şûra/23) Bu, kıyamet gününe dek Peygamber (s.a.a)’e, bir de onun Âl’ine mahsus olan bir özelliktir; diğer kimselere değil. Çünkü Allahu Teala Kur’an’da Nuh (a.s)’dan şöyle dediğini naklediyor: “Ey kavmim, ben sizden buna karşılık bir mal istemiyorum; benim ecrim ancak Allah’a aittir ve ben, inananları kovacak da değilim. Şüphe yok ki onlar, rablerine kavuşacaklar. Fakat ben, sizi cahillik etmekte olan bir kavim görüyorum.“ (Hud/29) Allahu Teala Hud’dan da şöyle naklediyor. “De ki: Ey kavmim; ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum; benim ücretim ancak beni yaratana ait, hâla akıl etmeyecek misiniz? (Hud/51) Ama Allahu Teala peygamberi Muhammed (s.a.a)’e şöyle buyurmuştur: “De ki, Sizden tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, isteğim ancak yakınlarıma sevgidir.“ (Şura/23) Allah (c.c) onların kesinlikle dinden uzaklaşmayacaklarını ve hiçbir zaman sapıklığa yönelmeyeceklerini bildiğinden dolayı onların sevgisini ve dostluğunu farz kılmıştır. Onları sevmenin farz olmasının diğer delili de şu ki, olabilir ki bir insan, birisini sever ama, ailesinden bazıları onunla düşman olduğu için onu tam kalpten, ihlasla sevemez. Allahu Teala da Resulullah’ın kalbinde müminlere karşı hiçbir kırgınlık olmasını istemediği için Resulullah (s.a.a)’ın akrabalarının sevgisini müminlere farz kıldı. Öyleyse kim bu farza uyarak Resulullah (s.a.a)’ı ve onun Ehl-i Beyt’ini severse Resulullah (s.a.a) artık ona kin beslemez; kim de bu vazifeyi terk edip ona amel etmez ve Peygamber’in Ehl-i Beyt’ine kin güderse Resulullah (s.a.a)’ ın da ona kin gütmesi gerekli olur. Çünkü böyle birisi, Allah’ın farz kıldığı şeylerden birini terk etmiştir. Şimdi bundan daha üstün veya bunun ayarında olabilecek herhangi bir fazilet ve şeref var mıdır?

Yedinci Ayet De Şudur:
“Şüphe yok ki Allah ve melekleri, salât ederler Peygamber’e. Ey inananlar! Siz de ona salât edin ve selam verin.“ (Ahzap/56) Bu ayet nazil olduğunda halk; „Ey Allah’ın resulü! Sana selam vermeyi biliyoruz, fakat sana salât nasıl olur?“ diye sordular. Resulullah (s.a.a) buyurdular ki, şöyle diyeceksiniz: „Allahumme salli ala Muhammed ve Âl-i Muhammed, kema salleyte ala İbrahime ve ala Âl-i İbrahim, inneke hamidun mecîd“ (Allah’ım! İbrahim’e ve Âl’ine salât ettiğin gibi, Muhammed ve Âl-i Muhammed’e de salât eyle. Şüphesiz sen hamit ve mecitsin.) Şimdi bu konuda ey cemaat, aranızda bu söz hususunda bir ihtilaf var mıdır?“ Oradakiler hep birlikte “Hayır“ dediler.
Memun: Andolsun ki, bu noktanın izah ve beyanının ancak nübüvvet madeninde olabileceğini anlamış oldum.

İmam (a.s): Sekizinci Ayet De Şudur:
“Ve iyice bilin ki, ganimet olarak elde ettiğiniz şeyin beşte biri, muhakkak Allah’ın, Peygamber’in ve zilkurbânın (yakınların)dır.“ (Enfal/41) Allah-u Teala bu tarz beyanıyla yakınların (Peygamber (s.a.a)’in yakınlarının payını, kendi payıyla Resulullah’ın payına yanaştırmıştır. Bu da “Âl“ ile “ümmet’’ arasında bir çeşit farklılıktır. Çünkü Allahu Teala “Âl”i (Ehl-i Beyt’i) bir mevkide, diğer insanları da ondan aşağıdaki bir mevkide karar kılmıştır. Kendisi için beğendiğini onlar için de beğenmiştir ve bu konuda onları seçmiştir. İlk önce kendisinden başlamış, sonra peygamberini ve ardından da Peygamber (s.a.a)’in yakınlarını zikretmiştir. Fey, ganimet vs. şeylerden kendisi için beğendiği şeyi onlar için de beğenmiştir. Nitekim (humus ayetinde) şöyle buyurmuştur: “Ve bilesiniz ki, ganimet olarak elde ettiğiniz şeylerin beşte biri, mutlaka Allah’ın, Peygamber’in ve zilkurbânın (yakınların)dır.” (Enfal/41) İşte bu ayet, Allah’ın nâtık kitabında kıyamete kadar onlar için bâki kalacak vurgu-anmış bir beyan ve eserdir.
O öyle bir kitaptır ki, “Bâtıl ona önünden de, arkasından da yaklaşamaz. (Çünkü) hüküm ve hikmet sahibi olan ve çok övülen (Allah) tarafından indirilmiştir.” (Fussilet/42)
Ama ayetin devamında zikredilen “yetimler ve yoksullar” a gelince, (onların durumları yakınlardan farklıdır; çünkü) yetimin yetimliği ortadan kalkınca (baliğ olunca) ganimetler hükümden (humus sahipleri sırasından) çıkar ve onun için bir pay olmaz. Yoksul da öyledir; o da zengin olduğunda ganimetlerden onun için bir pay olmaz, ganimeti almak da onun için helal değildir. Ama “zilkurbâ”nın (yakınların) payı; ister zengin olsun, ister fakir, kıyamete dek onlar için sabittir. Çünkü Allah’tan ve Resulünden daha zengin olan bir kimse yoktur. Buna rağmen kendisi ve resulü için bir pay ayırmıştır. Kendisine ve resulüne beğendiği şeyi zilkurbâ (yakınlar) için de beğenmiştir.
Böylece fey (savaşmaden elde edilen mal) hakkında da kendisi ve peygamberi için isteyip razı olduğu şeyi zilkurbâ için de istemiştir. Nitekim, ganimette de onlar için pay ayırmıştır. İlk olarak kendi hakkını, sonra resulünün hakkını, ardından da zilkurbânın hakkını zikretmiştir. Onların payını Allah ve resulünün payı ile birlikte saymıştır.
İtaat konusunda da durum aynıdır. Allahu Teala buyurmuştur ki: “Ey inananlar! Allah’a Peygamber’e ve içinizden emir sahiplerine itaat ediniz.“ (Nisa/59) Allah (c.c) bu ayette de kendisiyle başlamış, sonra peygamberini ve ardından da onun Ehl-i Beyt’ini zikretmiştir. Velayet ayetinde de durum aynıdır: “Sizin veliniz (yetki sahibiniz) ancak Allah’tır, onun resulüdür, namaz kılan ve rükû halinde zekât veren müminlerdir.“ (Maide/55)
Allahu Teala ganimet ve feyde, kendi payıyla peygamberin payını, onların payı ile birlikte zikrettiği gibi, onların itaat ve velayetlerini de peygamber ve kendisinin itaat ve velayetiyle yanaştırarak birlikte zikretmiştir. Allahu Teala’nın Ehli-i Beyt’e olan bu nimeti ne kadar da büyüktür.
Ama sadaka (zekât) meselesi geldiğinde Allahu Teala hem kendisini, hem resulünü, hem de resulünün Ehl-i Beyt’ini ondan münezzeh kıldı ve şöyle buyurdu: “Sadakalar, Allah’tan bir farz olarak yalnızca fakirler, düşkünler, (zekât) işinde görevli olanlar, kalpleri (İslam’a) ısındırılacaklar, köleler, borçlular, Allah yolunda (olanlar) ve yolda kalmışlar içindir.“ (Tevbe/60)
Acaba bu söylenenler arasında Allahu Teala’nın kendisi, resulü ve zilkurbâ (yakınlar) için bir pay zikrettiğini bulabilir misiniz? Tenzih etme sırası geldiğinde kendisini, resulünü ve resulünün Ehl-i Beyt’ini sadaka (farz zekât)’dan münezzeh kıldı; hatta sadakayı onlara haram bile etti. Çünkü sadaka Muhammed (s.a.a)’e ve onun Ehl-i Beyt’ine haramdır. Sadaka (zekât), gerçekte insanların (malının) kiri olduğu için onlara helal değildir; zira onlar her çeşit kötülük ve kirden münezzeh kılınmışlardır. Allahu Teala onları tertemiz kılıp seçtiğinde, kendisine beğendiği bir şeyi onlar için de beğendi ve kendisine beğenmediği bir şeyi onlar için de beğenmedi.

Dokuzuncu Ayet:
Biz Kur’an’ın buyurduğu zikir ehliyiz. Zira Kur’an şöyle buyurmuştur: “Eğer bilmiyorsanız ZİKİR ehlinden sorun.“ (Nahl/43) İşte zikir ehli bizleriz, o halde bilmiyorsanız bizden sorun.
Alimler: Allah bu ayetten Yahudî ve Hıristiyanları kastetmiştir.
İmam (a.s): Süphanallah! Böyle bir şey mümkün mü? Bu durumda onlar bizi kendi dinlerine çağırır ve “Bizim dinimiz İslam dininden daha üstündür“ derler.
Memun: Ey Ebu’l Hasan! Onların dediklerinin aksini ispatlayacak bir açıklamanız var mıdır?

İmam (a.s): Evet; zikir, Resulullah (s.a.a)’dir ve biz de zikrin (onun) ehli (ailesi)’yiz. Bu konu Talak suresinde apaçık gelmiştir. Allah orada şöyle buyuruyor: “Artık çekinin Allah’tan ey aklı başında olanlar; ey iman edenler, andolsun ki Allah, size ZİKİR olan bir peygamberi göndermiştir ki, Allah’ın apaçık ayetlerini okumaktadır size.”
Bu ayetteki zikir, Resulullah (s.a.a)’tır ve biz de onun ehli (ailesi)’yiz. Bu da dokuzuncusudur.

Onuncu Ayet:
Nisa suresindeki şu tahrim ayetidir: “Anneleriniz, kızlarınız ve kızkardeşleriniz … Size haram kılındı.” (Nisa/23)

Şimdi söyleyiniz eğer şu an Resulullah (s.a.a) hayatta olmuş olsalardı, benim kızım ve oğlumun kızı yahut benim neslimden olan diğer kızlarla evlenmesi doğru olur muydu?
Alimler: Hayır, olmazdı.
İmam (a.s): Söyleyin bakalım, eğer Resulullah hayatta olsaydı sizin kızlarınızla evlenebilir miydi?
Alimler: Evet, evlenebilirdi.
İmam (a.s): İşte bunun kendisi, benim o hazretin Âl’inden olduğuma bir delildir, sizin değil. Eğer siz onun Âl’inden olsaydınız, benim kızlarımın o hazrete haram olduğu gibi sizin kızlarınız da ona haram olurdu. Demek ki ben, onun Âl’indenim, siz ise onun ümmetindensiniz. İşte bu, Âl ve ümmet arasındaki başka bir farktır. Çünkü Âl (Ehl-i Beyt) ondandır, fakat böyle olmadığına göre ondan değildir. Bu da onuncusudur.

On Birinci Ayet De Mümin Suresinde Bulunan Şu Ayettir:
“Firavun ailesinden imanı gizlemekte olan mümin bir adam dedi ki: Siz, benim rabbim Allah’tır diyen bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o, size rabbinizden apaçık belgelerle gelmiş bulunmaktadır.” (Mümin/2
Bu adam Firavun’un dayısının oğluydu. Allah (c.c) onu soyundan dolayı Firavun’a nispet etmiştir, dininden dolayı değil. Böylece biz de doğum yönünden Hz. Resulullah’ın Ehl-i Beyt’inden olduğumuzdan soy yönünden özelleştirilmişiz, ama din yönünden bütün insanlar gibi sayılmışız. Bu da Âl ve ümmet arasındaki diğer bir farktır. Bu da on birincisidir.

On İkinci Ayet Şudur :
”Ve ehline namazı emret ve kendin de ona (namaza) karşı sabırlı ol.” (Tâha/132)
Allahu Teala bizi bu özellikle ayrıcalıklı saymıştır (üstün kılmıştır). Çünkü (bir defasında bize ümmet ile beraber namazı emretmiş, daha sonra bize (Peygamberle birlikte namazı emrederek) üstün kılmıştır, ümmeti değil. Resulullah (s.a.a) bu ayet nazil olduktan sonra dokuz ay boyunca her gün beş defa namaz vakitlerinde Ali ve Fâtima (s.a)’nın kapısına gelerek şöyle buyurdu: “Haydin namaza! Allah size rahmet etsin!“ Allahu Teala, peygamberlerin evlatlarından hiç kiseye, bize ikram ettiği derecede ikram etmemiştir; peygamberler ailesinden sadece bizi has kılmıştır.

Memun ve Alimler:
Allah bu ümmet tarafından siz Ehl-i Beyt’e hayır (mükâfat) versin. Biz müphem meselelerin gerekli açıklama ve izahını ancak sizin nezdinizde bulabiliyoruz.(Alıntı burada bitti) Hadis pınarı 23. Bölüm/Ferec yay.Nürnberg

Vahdet Hakkında
Hz. Fatima(s.a)’nın Mescid-i Nebevi ‘deki Hutbesinden ;
« …Ey Allah’ın kulları, sizler onun emir ve nehiylerinin muhatabı, dinin ve vahyin taşıyıcıları ve Allah’ın kendi nefislerine emin kıldığı kimseler ve ümmetlere dinin tebliğcilerisiniz. Allah tarafından hak bir önder (olan Kur’an) sizin aranızdadır. O, Allah’ın size sunmuş olduğu bir ahittir ve halef olarak bıraktığı bir emanettir. O, Allah’ın natık kitabı, sadık Kur’an’ı, yüce nuru, parlak ışığıdır. Basiretleri (hidayetleri) aşikardır. Sırları münkeşef açıktır. Zahirleri aydındır. Ona uyanlara gıpta olunur. Kur’an kendisine uyanı, Allah’ın rızasına götürür, ona kulak vereni kurtuluşa erdirir. O Kur’an vasıtasıyla Allah’ın aydın hüccetleri, açıklanmış azimetlerine (farzlarına), sakındırılmış haramlarını, belli nişanelerine, yeterli burhanlarına, yapılması istenmiş faziletlerine ve kullara hibe edilen ruhsatlarına ve yazılı şeriatlarına ulaşılır…’’

Sonra Hz. Fatıma, Kur’an-ı Kerim’de yer alan şeriatı açıklayarak şöyle buyurdu:

’’…Allah, imanı sizler için şirkten temizlenme vesilesi kıldı. Ve namazı, kibirden uzaklaşmanız ve zekatı, nefsin yücelmesi ve rizkin çoğalması ve orucu, ihlası sabitleştirmek ve haccı, dinin temellerini sağlamlaştırmak ve adaleti, kalpleri birleştirmek ve bize itaati, dinin düzelmesi ve nizamı için farz kıldı. Ve imametimizi tefrikadan kurtulmak, cihadı İslam’a izzet kazandırmak, sabrı, mükafatı hakketmek, emr-i bil marufu tüm halkın maslahatını korumak ve valideyne (baba ve anneye) iyiliği, Allah’ın gazabından kurtulmak için farz kıldı. Ve sıla-i rahim yapmayı (akrabalarla iyi ilişkide bulunmayı) sayıların çoğalmasına vesile eyledi. Ve kısası kanların dökülmesini önlemek, nezre (adağa) vefa etmeyi, Allah’ın bağışına ehil olmak ve tartı ve ölçüleri eksiltmeyip hakkınca tutmayı, malların değerinin korunması için farz kıldı. Ve şarap içmeyi, (kullarını) pisliklerden temizlemek için nehyetti ve başkalarına zina nisbetini vermekten kaçınmayı, lanetten korunmak ve hırsızlıktan uzak durmayı iffet kazanmak için emretti. Ve şirki, onun rablığına olan inancın halis olması için haram kıldı.

„(Ey inananlar,) Allah’tan hakkıyla korkun ve ancak müslümanlar olarak (Allah’a teslim olduğunuz halde) ölün!“ (Al-i İmran/102)

„Allah’ın emir ve nehiylerine itaat eyleyin. Gerçekten Allah’tan kulları içinden ancak alimler korkar.“ (Fatır/2

Ey insanlar, bilin ki ben Fatima’yım ve babam Muhammed’dir (s.a.a). Bu sözü ben tekrar tekrar sizlere söylüyorum. Sözlerim haktır ve yaptığım işte batıl bir yön yoktur. (Allah Teala buyuruyor ki) „Gerçekten size kendinizden olan öyle bir peygamber geldi ki, sizlerin uğradığınız çetinlikler ona ağır gelir, o size pek düşkün ve müminlere şefkatli ve merhametlidir.“ (Tevbe/128)

Eğer Muhammed’i (s.a.a) tanısanız; onun, sizin hanımlarınızın babası değil, benim babam olduğunu ve sizin erkeklerinizin değil, benim kocamın (Hz. Ali’nin) kardeşi olduğunu görürsünüz. Ona olan nisbet ve yakınlık ne güzel bir nisbettir. O peygamberliği uhdesine alıp, halkı Allah’ın azabından korkuttu. Müşriklerin yolundan yüz çevirdi. Şirkin belini kırıp, onların nefsini kesti ve halkı hikmet ve güzel nasihatle Rabb’inin yoluna çağırdı, putları kırdı, küfrün önderlerini yüzüstü yere serdi. Sonunda kafirler topluluğu bozguna uğrayarak ardlarına dönüp kaçtılar; gecelerin karanlığı, sabahın aydınlığı ile yarıldı ve hakkın özü ortaya çıktı; dinin önderi konuşmaya başladı; şeytan sözcülerinin sesi kesildi, nifakın tacı yere düştü, küfür ve azgınlığın düğümleri çözüldü. Sizler de ibadetten, oruçtan karınları aç, yüzleri ak olanlarla beraber ihlas kelimesini söyler oldunuz.
Sizler Hz. Resulü Ekrem gelmeden önce ateş dolu bir uçurumun kenarında idiniz, (o halinizle) taşın dibinde kalan, hemen içilip tüketilecek olan bir yudum suydunuz ; aç kişinin fırsat gözetmeden kapıp yiyeceği bir lokmaydınız (düşmanların) ayakları altına düşmüş bir toplumdunuz. İçtiğiniz deve sidiğiyle dolmuş ve hayvan pisliğiyle kokuşmuş çöllerdeki çukur suyu idi. Yediğiniz dabaklanmamış deriyle hazırlanan yemekti. Aşağılık bir hale düşmüştünüz, insanların saldırıp sizi yok etmesinden korkuyordunuz. Bütün bunlardan ve güçlülerin belasına uğradıktan, Arap’ın kurtlarına lokma olduktan, kitap ehlinin azgınlarına tutsak düştükten sonra sizleri Allah Tebareke ve Teala babam Muhammed (s.a.a) vasıtasıyla kurtardı. Bundan sonra ne zaman müşrikler savaş ateşini yaktılarsa, Allah onu söndürdü ve ne zaman şeytan kendi boynuzunu çıkardıysa ve müşriklerden bir grubun ağzı açıldıysa (Peygamber s.a.a) kardeşini (Hz. Ali’yi) tehlikenin önüne çıkarıp müşriklerin ağzını tıkadı. Hz. Ali de düşmanların başını ezmedikce ve yakılan ateşin alevini kılıcıyla söndürmedikce geri dönmezdi. O Allah’ın zatı için zahmete katlanan, Allah’ın emrinde ciddiyet gösteren, Resulullah’ın yakını ve Allah’ın velilerinin efendisidir. O hak yolunda kollarını sıvayarak, iyilik istiyor, ciddiyetle çalışarak bu yolda zahmete katlanıyordu. Ama siz (o dönemde) rahat bir yaşayış yolunu seçip asayiş ve emniyet içerisinde hayatınızı sürdürüyordunuz ve bizlerin başına gelen belaların sonucunu bekliyordunuz ; neticenin kimin yararına olacağını öğrenmek istiyordunuz ; savaşlara katılsanız da düşmanla karşılaştığınızda geriye dönüp kaçıyordunuz…’’(Hz. Fatıma’nın hutbesinden alıntı son buldu.)

Değerli kardeşlerim, yukarıda sunulanın tamamı Resülü Ekrem(s.a.a)’in varislerine ait olan kutlu izahatlar, vahdetimize vesile olmasını, Vahid olan Rabbimizden temennide bulunsunlar.


İslam İnkılabı ve Ümmetin Sorumluluğu:

“ Bunlarda, akıl sahibi olan için(ikna edici) bir yemin vardır.” Fecr/5

Elbette bugün İslam İnkılabı’nın ayakta durması, Firavun ve sihirbazlarına, Musa’nın mucizesi gibidir.


Peki ’’Hangi karanlığın ardından gelen şafaktı bu şafak? Fecr-i Sadık’a muttali olan bir fecrdi, bu fecr.’’

İran İslam Cumhuriyeti Anayasasının 11. maddesinde kayıtlı olan:
Kur’an-ı Kerim’in “Hiç şüphe yok ki bir tek ümmetsiniz ve ben rabbinizim, bana kulluk edin” Enbiya/92 hükmünce bütün müslümanlar tek ümmettir. İran İslam Cumhuriyeti devleti, genel siyasetini müslüman milletlerin , dostluk ve birleşmesi temeline oturtmalı ve İslam dünyasının siyasi, iktisadi ve kültürel alanlarda vahdetini gerçekleştirmek için süreli çaba göstermelidir. (Madde aynen aktarıldı.)

11. Maddenin evrensel açılımı olarak:

A- İnkılap açısından

B- Dünya halkları açısından

C- İslam ümmeti açısından

D- Tağut ve düzenleri açısından

Olmak üzere siyasi, iktisadi, askeri, kültürel, sosyolojik ve sair konuları maddi ve manevi boyutlarının derinlikli olarak konuların uzmanları tarafından incelendiği bilinen olmakla birlikte, özellikle İslami halklar açısından üzerinde ciddi tefekkürü gerektirecek değerler sunmuştur. Ancak biz bu konulardan ziyade başka bir yönünü kısaca değerlendirmeye çalışacağız.

İslam İnkılabı’nın ilk gününden bugüne dek aradan geçen otuz yıl İslam İnkılabı’nın Yusufi fedakarlık, ahlak ve anlayış örneğini takınarak kardeşlerine Rauf davranmasını bilmiş ve kardeşlerinin eksikliklerini görmezlikten gelerek, İslam ümmetini gelecek günlere daha mutlu ulaşmanın stratejisini ön planda tutmayı başarmıştır. Nitekim bilinen olumsuz tavır ve tutumlara ki,bunun en bariz örneği özellikle ABD ve Batı destekli Irak-İran savaşıdır!

Buna karşı, Batı ’’siyasi irtidatlı İslam’’la her zaman uyum içinde olarak İslam ümmetinin siysal ve ekonomik kaderini belirlemekle yetinmeyerek, ümmetin manevi ve kültürel değerlerine tahammülsüzlüğünü de ihmal etmemiştir.

İslam Devrimi ile birlikte ’’ya ma’ruf’u emr eder ve münkeri nehy edersiniz, ya da en kötüleriniz başınıza musallat olur o zaman iyileriniz dua ederler ama duaları kabul olmaz“ hadisinin önemi bir kez daha gündeme oturmuştur.
İslam İnkılabı baştaki kötüden kurtulma prensibinden hareketle İslam medeniyetinin yeniden inşasının başlangıcını oluşturmuş. Ancak şu farkla, geçmişin izlerini taşıyan katkılardan arınma laborovatuarı olarak, doğru geçmişi üstlenerek özellikle bilim ve teknolojinin sunduğu bazı imkanları araç (amaç değil) edinerek ’’medeniyette evrimleşmesi’’ en ilgi çeken yönüdür.

İslam Devrimi ile birlikte ümmet; gerçekte kendisinde var olan ama Batı karşısında düşülen kompleksten ötürü açığa vurulamayan iki ana merkezli nizamdan, Tevhid merkezli olanı kendi öz değerleri ile kendini tanımlamaya ivedilik kazandırmış. Karşının acımasız saldırılarına rağmen kendisi olmakta ısrar etmekte ve başarıyı olmazsa olmaz olarak ilke edinmiştir. Ve…

Şimdi,
Kur’ani mesajlar, zaman ve çağlar üstü mesajlar olduğuna göre her dönemde tekrarlanan olaylara yenilenen bakış açısı ile yaklaşmamıza davet eder.

Kur’ani kıssalar, tarihi yasaların sahasındaki tekrarı aktif bir fonksiyon olarak yakalayabilmemizin sorumluluğunu da yükler bir anlamda. Sorunlarımızı Kur’an’a sunarak, Kur’an’ı konuşturmazsak Kur’an’ın bize cevap vermeyeceği bilinendir( Hükmi değil).
Kur’an tarih titabı değildir, ancak insanlık tarihini bünyesinde taşıyıcıdır! Öyle ki, ilk insanın yaratılışından önceki safhadan başlatır bu tarihi.

Kur’an’ da serpitilmiş olarak Firavun ile Musa peygamber arasında geçen mücadele ve sonuç anlatılır.

İslam İnkılabı ile birlikte Musa (a.s)’nın Mucizesi gibi sihirbazların Hz Musa’nın eyleminin sihrin çok üstünde, fevkalade bir olgunun gerçekliğini görüp anında secdeye kapanması ile asıl süreç başlar.

Firavun’un, Musa’ya inanaları cezalandırışı ile günümüz Firavun’larının İslam İnkilabı’ndan ilhamını alan Filistin, Lübnan, Sudan ve diğer Müslüman halkların cezalandırması arasındaki aynılığı görmemek, tarihi ve özellikle Kur’ani kıssaları yeniden incelemeye almamızı gerektirir.

“Dedi ki: Ona, ben size izin vermeden iman ettiniz ha? Hiç şüphesiz o size büyüyü öğreten büyüğünüzdür. Öyleyse yakında bileceksiniz, şüphesiz ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim ve sizin hepinizi gerçekten asıp sallandıracağım.” Şuara/49

Firavun’un, benim müsaadem olmadan nasıl inanırsınız demesi ile günümüzdeki inanç demokrasi şaklabanlarının hürriyet havariliği adı altındaki özgürlük hezeyanlari ile örtüşmesi…

Zaman kavramı var oldukça tarihin şeklini değiştirebilecek potansiyeli de bünyesinde barındırır. İşte bu değerdir ki, İslam İnkılabı(Dehe-i Fecr)’nı yaratmıştır. İslam İnkilabı(Dehe-i Fecr)’nın ilk aşaması, belkide sorgulama eleştirme ve başkaldırma aşaması ile başlamış olabilir. Ancak şu anki aşama nasıl değerlendirilmeli?
Asıl asıl soru burada yatıyor. İnkilapların başlangıç safhalarından olan gerekliliğe binaen sloganların içinin doldurulması babında dünya Müslümanları nasıl açılımlar sergiledi?
Bilinen gerçekçi olguların temel ilkeleri arasında yer alan ’’öncüye tabi olma’’(Velayeti fakih), ’’güzergah’’ ve ’’hedef’’in slogan olmayıp realitede uygulandığını gösterdi, İslam İnkılabı.
Geçmiş yıllara oranla ‘’siyasi vahdet’’ halklar nezdinde nisbi olarak gerçekleşmiş, ancak Müslüman halkların kahır ekserinin yöneticileri Batı’ya olan bağımlılıklarından ve ellerindeki yaptırım imkanlarından ötürü ‘’iktisadi vahdet’’ gerçekleşememiş. ‘’Kültürel Vahdet’’ boyutu ile yeterli bir birlikteliğin olmadığı müşahade edilmekte. Gerekçesi ise, iktisadi vahdetin oluşamamasının önündeki engellerle aynı paralellikte dir. Bu inkılap tarih üstü bir olgudur, bunun nedeni ise tarih üstü kaynaklara sahip oluşudur. Karşının nefesini kesen asıl sorun ise Müslümanların ‘’İslam İnkılabı’’nın taşıdığı mesajın zaman ve mekanla sınırlı olmadığını anlamaya başlamış olmasıdır.

Çünkü, İnkılab’ın önderi İmam Humeyni, ’’Huseyni kıyam’’la zamanın bütün beşeri sistemlerini reddederek, ’’İbrahimi davranış’’ sergilemiş, ’’Tevhid baltası’’ ile sistemlerin beyinlerini parçalamış, o günün büyücülerinin tılsımını (ki bu tılsımlar beşer sistemlerin Demokrasi, Sosyalizm, Kapitalizm adı altında insan hakları, özgürlük, kadın hakları gibi hak sözler, ama içerik olarak fitne ve fucur’dan başka bir şey olmayan) bozmuştu. “ Bunlarda, akıl sahibi olan için(ikna edici) bir yemin vardır.” Fecr/ 5

Ancak, karşı bunu hazmedemedi.
“ O ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve gerçekten bize döndürülmeyeceklerini sandılar.” Kasas/39

Şimdi kısaca İslam İnkılabı!ndan bazı sonuçlar çıkaralım:
1- Ortadoğu barış süreci adı altında Filistinin toplu imha sürecinin iç yüzünü deşifre ettirmiştir.
2- Batı’ya bağımlı olmadan kendi değerleri ile bağımsız olabilmenin örneğini İslam alemine pratiği ile göstermiştir.
3- Batı’nın askeri ve iç işlerine müdahalesine son vermeyi başarmıştır.
4- Mevcut bütün tenkit, ambargo ve tehditlere rağmen bağımsızlıktan ödün vermeyeceğini.
5- ’’Evrensel İslami Hareket’’in lokomotif rolünü üstlenişi
6- Manevi kuvvet oluşturmada öncü hamleler gerçekleştirmiştir. İslam İnkılabı’nın bugüne ulaşmasındaki en önemli faktörlerinden biri de Allah’a tevekkül ve değerlere sadık kalmakta iken, ümmetin kuvveti ve vahdeti İslam nizamının ’’mutlak hakimiyet’’ine bağlılığı ısrarla gündemleştirmiş.
7- Kerbelai mesajın evrenselleşmesini sağlamıştır. Ki, bu ümmeti Hıtta kapısına getirecektir.

’’Şafakta on gün’’ diye bilinen nurun oncalarının açtığı günlerin ardından gelen otuz yıllık süreç, bize ümmetin adeta İsrailoğullarının, Firavun’un esaretinden kurtuluşunun ardındaki yılları anımsatmıyor.
Nasıl?
Çölde geçen yılların müsebbibi gerçekte kimlerdi, Allah’ın sebepsiz cezalandırması mıydı?
Allah’ın Musa(a.s)’ya ikramı olan mucizeleri gözleri ile gördükleri halde kısa bir süre sonra Samiri’ye tabi olan İsrailoğullarına ne denmeliydi?
Peki, bugünün İslam dünyasının içindeki durum ile geçmişteki İsrailoğulları’nın çölde cezalandırılması ile olan benzerliğinin , aynı nedenlerden olduğunu görememek ne ile açıklanmalı?
Tabii ki, O gün ben-i İsrail kavmi peygamberlerine itaat etmediklerinden dolayı ilahi cezaya müstehak olmuşlardı. Bugün ümmetin Veliyyi Emr’i Müslim(Velayet-i fakih merecii)’ine tabi olmayışı ile cazalandırılması.. Ne kadar ilginç bir benzerlik, değil mi?

Dehe-i Fecr’le gelen zafer; ’’Asa-yı Musa’’ gibi mevcut bütün sihirlerin bir hileden ibaret olduğunu göstererek, ilahi bir olgu gerçekleşti. Ama ümmetin bugünkü pozisyonu, içine düştüğü hal geçişin çöldeki hayatın ta kendisidir!

Sebeplerin, vesilelerin olgunlaşıp, ümmetin Kudüs’e girebilir kıvama gelmesi, ümmet olarak; Allah’a, resulüne ve müminlere ait olan izzetin ihtişamına kavuşabilmesi temennisiden başka nasıl bir duada bulunalım söyler misiniz?


İslam Devrimi ve Devrimci İslam

1. Dünya savaşıyla beraber dünya siyaset sahnesinde adeta satranç duelinin sona erip küresel denge stratejisinin 1990’ lı yıllara kadar getirdiği taraflılıkla denge stratejisinin yeni oyununda puzzle (boz-yap) kuralı geçerli izlenimini uyandırdığını...

Daha sonra, sorunun karşı cephede olduğunun aksine savunma pozisyonunda kalmak zorunda kalanın, karşının tek taraflı geliştirmek istediği tuzağa düşme tehlikesini beraberinde taşıma sorununa dönüştü.

Sempati besleyenler ise, oyunun kuralları eskinin kuralları (yenme-yenilme) ile pek farklı olmamakla birlikte geliştirilen( bir araya getirme/getirememe) yeni oyunu yeterli anlayamamadan kaynaklanan strese dönüştüğünü görmek hazindi.
Avrupa’nın doğu yakasından başlayıp Asya’nın içine kadar uzanan Türkiye-İran-Pakistan şeridini oluşturan CENTO (Merkezi Anlaşma Örgütü) diye bilinen kurumun "buna başkaları-Müslümanlar- bir başkasının-sosyalizm ve kapitalizm- güvenliği sağlama şeridi"de diyebileceğimiz! Kendi üstüne düşen görevi yapmamasının düşünülemezliğini, CENTO anlaşmasın 1979 İslam Devrimi ile işlevselliğini yitirirken, ardından 1990’ daki soğuk savaş stratejisini etkisizleştirmeyi beraberinde getirdiğini. Öte yandan soğuk savaş stratejisinin kaçınılmaz sonunu getiren asıl etken ve zorunluluğun, İslam Devrimi’nin bünyesinde barındırdığı ''ilahi değerler'' olduğudur.

Buradaki analiz; bir diğer eksendeki yeni oluşumun, ufuktaki belirtlilerini görmeye ve tanımaya alışmamızın sürecinde olduğumuzu gösterir. BOP planının oluşamamasındaki asıl etken, burada yatar algılanmasında bir sakınca görülmemeli.

Amerika savaş kovboylarının büyük bir çığırıtkanlıkla karşı çıkıyormuş izlenimini estirerek, Şii Hilali diye kabul ettirmeğe çalıştığı ve bu Hilal’in oluşmasında asıl etkenin İran'ın rolünün etkili olduğu hezeyanları, görüldü ki kendilerine ait paçavra (BOP) planın bir senaryosi idi.Masabaşı harita mühendislerinin çok önceden şekillendirdiği Fars körfezini çevreleyen yapay Arap-Şii Hilal’den İran'ın ne tür faydasının ve Amerika'nın ne tür kaybının olduğunu aklı selim kişioğlunun anlayabileceği bir şey çıkartılmış değil.
Bu kuruntuyu haklı çıkartacak asıl verilerden biri de, ABD ve İsrail’in birlikte hazırladığı, BOP planında Fars körfezi etrafındaki site devletçiklerinin bir araya getirilerek oluşturulmak istenen Şii Arap devleti haritasıdır.

Ancak, bu teze antitez olabilecek mahiyette bir an var olan yörüngeden çıkarak; Tacikistan, Pakistan bir ölçüde Afganistan ve İran eksenli Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin'ide ekleyebileceğimiz ''Devrimci İslam şeridi’’ni çizerek, dünya'yı bu şeritle Kuzey ve Güney diye iki kutup olarak yeniden adlandırmanın, "Devrimci İslam şeridi’’nde, Kuzey kutbu kabullenmekte zorlansa dahi(ki, Rusya'nın hegemonyasından çıkanlar süreç içinde bu trene binmek zorundadırlar). Güney kutbunu bu şemsiyenin altında gölgelendirmenin ne sakıncası olabilir ki?
Adını koymakta şu an zorlandığımız bu şerit, aynı zamanda Doğu'dan Batı'ya yükselen güneşi de beraberinde getirecektir.

Kaldı ki, Güney(Arap dünyası)'in kabullenmek istemediği ve dayatmayla olmayacağı kesinleşmiş olan ABD globalizmi veya tek dünya düzeni safsatasına, alternatif olarak kendi bünyesinde barındırdığı değerler manzumesinin özüne dönüşü de beraberinde getirebilir.
Hem bu değerler ötekinin isteyerek istemeyerek alıyıca çıkartığı ''Maddi/yatay değerler'' den ziyade Güney'in kendi kültür ve değerlerinin mayasını oluşturan ''İlahi/Dikey değerler'' in kendisi değil mi?
Elbette devimci İslam'ın giteceği yeni hattın, Güney'i yeni siyasal bir akımla tanışacak değil. Sadece daha önceden kendi aslı değerlerinin orijinalliğine yeniden kavuşmanın getireceği geriye dönüş ve özüne ulaşma olacaktır.
Teori olarak sunulan bazı olgular gündemde yeteri kadar incelenmeden kabul ya da ret yargılarına takılması zaten düşünülemez. Teorilerin geçerliliğini ispatlayamadığı müddetçe doğruluğu kabul edilemez bir olgu olduğunu, ama aksi ispatlanmadığı taktirde reddinin de tutarsızlığı bilinendir.
Geçmişte Türkiye-İran ve Pakistan'ın oluşturduğu, ötekileri için güvenlik şeridi olarak kabul edilen, tarihi CENTO'ya farklı bir alternatifin altyapısını oluşturabilecek ti’lerin bir araya getirilmesinin ne sakıncası olabilir ki? Gayet tabii ki NATO'nun Trans-Atlantik ittifakına da bir çentik düşmenin başlangıcı olabilir.
Olabilirin de ötesinde, aynı şerit Adriyatik'i de aşar ve bu aşış evrensel İslam’ın deparı olur.

'' İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir...'' 2/177

İslam dünyasının sorunu, bölgede İslam’ın temel kaynaklarına dayalı "siyasal pradigma"yı sunan, sunmakla yetinmeyen ve "pratiğe" yansıtarak başarılı olanın "tehdit" olarak algılanma sorunu kimler için olduğunu algılayamaması…
Tehditin diğer boyutu ise, yeni ''sunum''un getirdiği "zaman", "mekan" ve ''dikey'' kavramı ile birlikte içiçelik arzetmesidir.

Konunun daha iyi anlaşılması için zeminin hazırlığı ve altyapıyı oluşturma, varlığını kabul ettirme, güçlenme ve yeni dünya düzeninde parametre rolünü ütlenen İsrail'in 1. Dünya savaşından 80’ li yıllara kadar oyanan, günümüze kadar da aktifliliği olan, oyunun mucidini tanımamıza ipucu olur sanırım.

2. Dünya savaşıyla Batı egemenliği ve öncülerinin amacına ulaştıklarını söylemek, tek taraflı bakmayı gerektiren bir çağrışımın ötesinde bilinen bir gerçeklikti. Ancak sonuca hangi yöntemlerle ulaşıldığını anlamak, yenik düşen halklara büyük bir enkaz bırakırken, galip gelenler açısından pekde önemli sayılmazdı. Zira galip gelen devletlerin öncüleri himayesindeki kitlelerin ulaşmak istedikleri hedefler sunulmuş ve lüks tüketim devri başlamış, alabildiğince çılgınlaşmıştı.

Sermayenin sınır tanımayışı, coğrafi sınır tanımlamalarını zayıflatan önemli etkenlerden biri olarak, kendisini kabul ettirdi. Ekonomik gücün, ulus devlet kavramına karşı gizli bir tehdit olarak kendisini kabul ettirmesi çok gecikmedi. Zira sonuçta yapay uluslara kaçınılmaz etkisi olan siyasi bağımsızlık ilkesini olumsuz etkiledi.
Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın gelişmekte olan ülkeler diye adlandırılan uluslar üzerindeki baskıcı güçlerini gözden kaçırmamak, konuya sadece yardımcı olacağı düşünüldüğünden aktarılıyor.

Diğer yönü ile 1990’lı yıllara kadar 3. Dünya olarak kabul edilen ülkelerde gerek yerli, gerek yabancı aktivistler tarafından uygulanmak istenen her yeni siyasi çıkış, çözüm önerileri "Reformist" olmaktan öteye geçemeyip, bünyesinde farklı değerleri barındıramamaktaydılar. Sathi bazı devrimci söylemler ise ''kutup''lardan herhangi birisine ait nakartlardan ibaretti.

Bush'un "... Terörle mücadelemizde dünya ya bizimle olacaktır ya da bize karşı..." sözünün açılımını şöyle değerlendirmek de mümkündü.
Dünyaya sunmak istediğimiz değerler manzumesi hiç kuşkusuz ki insanlığın temel değerleridir, bunun dışında kalan diğer değerlerin bir kutsallığı ya da geçerliği yoktur. Öyle ise bizimle birlikte olmayan değerlerimizi kabul etmeyendir. İyi ama Bush'un kabul ettiği ve ettirmek istediği değerler de pekala insanlık adına mutlak olarak sunulmak istenen kutsal değerlerden çok uzak olabilirdi.
Ne senden, ne de senin dışında kalanlardan olmayan biriyim diyen çıkamaz mıydı?
İşte Bush’un dünyayı tehdit eden bu cümlesine karşılık Velayet-i Fakih,Huseyni bir tavırla, ‘’Ne sendenim, ne de senin karşındakindenim. Ben, benim’’ anlamındaki mesajını İslam alemi yine kaçırmıştı.

ABD emperyalizmi 1990’lı yıllarda almış olduğu kararlarla gelecekteki çeyrek yüzyıllık strateji planını esaslı bir şekilde yürürlüğe koymadan önce. Bölgede daha önce kendi elleriyle yerleştirdikleri "kilit taşlar"ından bazılarını değiştirerek, farklı imaj çizmesi ise bölge halklarının gözünden kaçmayan bir hileden ibaretti. (Nitekim Ülhak ve Özal'ın ani ve ilginç ölüm şekilleri, Yaser Arafatın örgüt liderliğinden Filistin başkanlığına getirilmesi, Pakistan Butto’sunun ölümü sair olaylar bu türdendi.)

Ve bu açıklamaların akabinde, Büyük Ortadoğu planının fiili işlevselliğini uygulamak ve 2015'e kadar meyevelerini toplama ümidi ile önce Afganistan sonra Irak'a bilinen malum gerekçelerle işgale başladı.
ABD nin halihazırda İslam ülkeleri nezdinde uygulamak istediği denge ve güç planı iki ana başlıkta değerlendirilebilir.

1- ''Siyasal İslam pradigması'' nın pratikte yönetime talip olma hedefini saptırma.

2- Mevcut bölge rejimlerini ve coğrafi sınırları yeniden istediği doğrultuda şekillendirme.

Elbette bu beklentinin gerçekleşememe olsılığı büyük.Ne var ki, bazı riskleri de bünyesinde taşımaktadır. Olası riske karşı, başka bir strateji geliştirmek için Afganistan, Kafkaslar, Türkiye ve Irak üzerinden oluşturmak istediği yeni güvenlik koridoru ile hem tehlikenin merkezini kontrol edebilme, ve hem de olası aksilikte devreye koyabileceği bu koridorla karşı ''İlahi/dikey akım''ın Avrupa ve Afrika’ ya ulaşmasını engelleme taslağı gibi bir yan strateji olarak görülmeli.

1979’a kadar, dünya siyasi dengesi satrançla, karşılıklı iki oyuncunun eşit dengelerle oynamasından oluşurdu.

1990’dan sonra ise puzzle (boz-yap) kişinin daha önceden gördüğü bir objenin resmini kendi isteği ile değiştirip yeniden dizayn etmek için parçaları bir araya getirmesine oyununa geçmek zorunda kaldı.

2006’dan sonra, bu oyunda geçerliliğini yitirip, yerini labirent’e, (Birden fazla girişi olmakla birlikte bütün yolların çıkmaz'a gidişi, biri hariç) bıraktı.

Bugünün insanı da, "Hay bin Yakzan" şartlarında yaşasa dahi, ondan daha az düşünme yeteneğine sahip değildir.
Binaenaleyh, yeni oyunun varlığını hissedebilmemiz, bize doğruyu seçtirecek tek çıkış yolunu bulmamıza öncülük edecek, gücün sembolü olan gizemli piramitlerin labirentlerinde kılavuzluk yapanın temennisini sunarken, güç tehditi ile fiziğin yatay kanunundan kurtulma yolunun, meveraya ait cazibenin çekim alanına girmek olduğunu, cazibenin çekim alanınada ehli olunmadıkça sürekliliği gerektiren ''dikey'' bir ''kanun''un olmadığını ve...
‘’Anlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Muttakiler ancak onlardır.'' 2/177



Siyasi Liderlik:
Siyasi liderlik kavramı İslam ile gündeme gelmiş bir konu değildir. İslam’dan önce de var olan hassas konulardan biridir. Kur’an ayetlerinde bu konuya çok açık örneklendirmelere rastlamak mümkündür. Firavun, Nemrut sair siyasi liderler küfrün önderleri olarak tanıtılırken, Süleyman, Davut, Musa(a.s)’lar hakkın önderleri olarak bu konuda örneklendirilir. Bu konu bugün olduğu gibi insanlık camiasının son anına dek devam edecek. Nitekim kutlu hadislerden anlaşıldığı gibi evrensel İslam devletinin son lideri İmam Mehdi(a.s) olacaktır.


Bu ise, ümmetin işlerini yönetecek güce sahip olan, ümmetin maslahatını gözeten, özellikle emperyalizmin zirvede olduğu günümüzde, sosyal adaleti güvenceye alan siyasi lider olmaması düşünülemez. İslam beldelerindeki sair liderler şeri olarak ‘çift kimlikli’ olduklarından ötürü meşruluğu geçerli değildir.

Bütün insanlar yaratılışta hür yaratılmıştır. Dünya hayatındaki sosyal yaşamlarını seçme hakkına sahiptir.
Ancak sosyal yaşamın kaçınılmaz bazı sorunlarda olşturur.

Oluşan sorunlar da sosyal adaleti İslam dini ilahi kanunlarla güvenceye almıştır.
İlahi kanunların doğru biçimde uygulanması, hukukun güvene alınması, siyasi liderlik çatısı altında onun ve mahiyetindeki emin kişi veya kişilerle olabilir. Ki mahiyetindeki ümmet dünyevi huzuru ve uhrevi saadete ulaşabilsin.

Bu sorumluluğu üstlenen lider (velayet-i fakih)’de önemli bazı şartların olması kaçınılmazdır.
Nitekim bu şartları yazmıştık.
Özetle üç ana başlıkta toplamak gerekirse.
1-Kusursuz Bilgi
2-Yaptırım gücü
3-Adalet

İslam’ın lideri; tedbiriri elden bırakmayan, zaman’ın sorunlarına mükkemel derecede aşina olmakla yetinmeyen, basiretili, toplumu geleceğe adil ve emin adımlarla ulaştıran, toplumun ufkunu açan siyasetlerde üretebilmeli.
Lider milletlerarası ilşkileri çok iyi bilen, mükemmel ferasetli, toplumun manevi ruhunu yükseltmeyi uyguladığı siyasetin mayası olarak kullanan olmalıdır.


İzzeti Seçme Zamanı

Rahatlıkla söylenebilir ki, bugünün dünyasında Amerika'nın ve Siyonizm'in gerçek anlamda nüfuz edip egemenliğini elde edemediği ve kirli emellerini gerçekleştiremediği yegane devlet İslam Cumhuriyeti’dir. İşte bunun sırrını yakaladığımız zaman, öz İslam’ı ve gerçek vahdet kavramını anlamamızı da beraberinde getirecektir.
Ya da gerçek İslami vahdeti ve öz İslam’ı kavradığımız zaman bunun sırrını kavramış oluruz diye de anlayabiliriz.
Ne hazindir ki, fikir ve kültür emperyalizmi maddi ve manevi zenginlik ve değerlerimizin yağmalanmasının altyapısını oluşturuyor. Ve bunun laneteyn izlerini hemen heryerde görebilmekteyiz. Tarihte ender vuku bulmuş halk devrimlerinden birinin, ki; bu enderliğin ötesinde ender olan bir olgu daha var ki, o da "İslami halk" devrimidir. Tarih sayfalarına altın harflerle yazılan. İmam Humeyni (r.a) ve yarenlerinin (Ruhları şad olsun) önderliğinde muazzam 11 Şubat 1979 İslam İnkılabı’ nın dünyaya damgasını vurmasıyla, dünya yeniden din kavramını gündemine almak zorunda kaldı.

Bu cümleden bir kez daha İslam İnkılabı’nın analizini farklı bir açıdan değerlendirelim. Getiri ve götürülerine kısaca değinelim.

Özellikle İslami halklı ülkeler isteyerek-istemeyerek de olsa kendilerini bu gündemin içinde buldu.
Batıya göre inişli İslam’a göre yükselişli 30 yıllık tarihli biri sürecin ardından bugün gelinen merhale hangi aşamada acaba?
İman etmiş gönüllerde hala ilk günkü gibi canlılığını korumakla birlikte, acaba 79'da patlayan o ilahi nurdan dünya müslümanları ve mustazafları, özellikle Ortadoğu Müslüman halkları, gerektiği gibi faydalanabildi mi?
Meğer gerçekten 30 yıllık süreç içerisinde gerektiği dersleri alamadıysak, bu bizim ümmet olarak ciddi manada sorumluluktan kaçışımızı göstermez mi?
Aşığada sunulan şıklardan hangisine gönül rahatlığı ile olumlu cavap verebileceğimize bakalım.

1- İslam devletine karşı, üstümüze düşen görevlerimizi yerine getirebildik mi?

2- Var olan bu ilahi olgunun neresindeyiz?

3- Geldiğimiz merhale yeterliliğimizi kanıtlıyor mu?

4- Slogan safhasını aşabildik mi?

5- Hala birkaç(Şafakta on gün) günlük İnkılap yıldönümü İnkılabi müslümanları mıyız, değilmiyiz?

6- İslam’ı hayatımızın her safhasına indirgeyip, özümseyebildik mi?

8- Velayet-i Fakih’le bütünleşebildik mi?

Keza; Var olan İslam Devletini savunmanın farziyetini ne denli yüklendik?

Ha keza bu gibi sorulara karşı, nefsimizi hesaba çekerek, kendimizi tatmin edeceğimiz cevaplarımız var mı?

İmam Humeyni tarafından, İslam ümmetine bir hediye niteliği taşıyan İslam İnkılabı ve Velayet-i Fakih merciyeti, bizi ne denli ön yaklaşımlarımızdan arındıracak?

Yine Müslümanların vahdeti ve mezhepler arası yakınlaşma diyebileceğimiz bir kurum olan "Duru’t Takrib Beynel Mezahib el İslam"dan ne denli ve yeterli derecede faydalanabildik mi?
Ya da olması gereken seviyeye gelebilmesi için İslam alim ve aydınlarının ferdi ve kurumsal katkıları gerçekten yeterli oldu mu?

Acaba "Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın..."Al-i Imran 103
Ki, İslam peygamberi(s.a.a), (Hablullah'ın ne olduğunu hadislerinde çok net açıklamıştır.) bizi bu safhaya getirebildi mi?

Var olan İslami hareketler; (Kur’an Allah'ın ipidir ona sımsıkı sarılalım derken) ümmeti Kur’an'daki ayet sayısınca gruplara cemiyetlere, hiziplere ve, ve ...lere bölünmedik mi?
Evrensel İslam değerlerini mensubu olduğumuz cemiyet ve kurumların değerleri ile özdeşleştirmedik mi? Bunları yaparken, bizi onaylamayan kardeşlerimizi ''öteki'' olarak dışlamadık mı?

" Dinlerini parça parça edip guruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir".En-am 159

Bu ve benzerii ayetlerin, bugünkü muhatablarının kim olduğunu yetirince düşünebildik mi?

Vahdetten ne anladık? Anladıklarımız doğru ise neden ümmet hala ekoller, mezhepler kavgasını vermekte ısrar ediyor?
Başta Filistin,Irak Pakistan veTürkiye gibi İslam beldelerinde Müslümanların vahdet anlayışı kardeş kanı dökmeyi mi gerektiriyor?
Yok eğer doğru anladık ve bunu pratik hayata geçirdik ise,neden hala ümmet, dünya halklarının ''parya'' sınıfı muamelesini görüyor?
Her ölümle geride bırakılan gözü yaşlı anaları, dul kadınları, yetim yavruları, kimsesiz gariban yaşlıları, ümmetin alınyazısına kader olarak Allah mı yazdı?
Ümmet içinde var olan binbir çeşit oluşumların hemen hepsi, İslam adına nihai merciiyetin temel sorun olduğunu gündeminde tutmakla birlikte bu sorunun Kur'ani çözüm ve uyarısına ne denli samimi ilgi gösterdik?

Allah’ın emirlerine teslim olduğumuzu iddia ederken, sosyal ve kültürel hayatımız'a sirayet etmiş çeşitli izm'lerden ne derecede soyutlanabiliyor, sorunlarımızı Velayet-i Fakih’e sunuyoruz?

"Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Resulüne davet edildiklerinde, mümimlerin sözü ancak ''işittik ve itaat ettik'' demeleridir. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir." Nur 51

Acaba geçmişte Ben-i İsrail kavminin düştüğü hataya düşmüş olmaktan ne kadar çekiniyoruz! Ya da hala düşmediğimizi mi sanıyoruz?

Gerçekten Bakara 246’den, 251’e kader olan ayetleri birkez daha okuyup anlama ve hepsinden öte hayata geçirme ihtiyacı hissetmiyor muyuz?

- Mûsâ’dan sonra İsrailoğulları’nın ileri gelenlerini görmedin mi (ne yaptılar)? Hani, peygamberlerinden birine, “Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım” demişlerdi. O, “Ya üzerinize savaş farz kılındığı halde, savaşmayacak olursanız?” demişti. Onlar, “Yurdumuzdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde Allah yolunda niye savaşmayalım” diye cevap vermişlerdi. Ama onlara savaş farz kılınınca içlerinden pek azı hariç, yüz çevirdiler. Allah zalimleri hakkıyla bilendir.
- Peygamberleri onlara, “Allah size Tâlût’u hükümdar olarak gönderdi” dedi. Onlar, “O bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir? Biz hükümdarlığa ondan daha lâyığız. Ona zenginlik de verilmemiştir” dediler. Peygamberleri şöyle dedi: “Şüphesiz Allah onu sizin üzerinize (hükümdar) seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı.” Allah mülkünü dilediğine verir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.

Peygamberleri onlara şöyle dedi: “Onun hükümdarlığının alameti size o sandığın gelmesidir. Onda Rabbinizden bir güven duygusu ve huzur ile Mûsâ ailesinin, Hârûn ailesinin geriye bıraktığından kalıntılar vardır. Onu melekler taşımaktadır. Eğer inanmış kimselerseniz bunda şüphesiz, sizin için kesin bir delil vardır.”
-Tâlût ordu ile hareket edince, “Şüphesiz Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan içerse benden değildir. Kim onu tatmazsa işte o bendendir. Ancak eliyle bir avuç alan başka.” dedi. İçlerinden pek azı hariç, hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve onunla beraber iman edenler ırmağı geçince, (geride kalanlar) “Bugün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak gücümüz yok.” dediler. Allah’a kavuşacaklarını kesin olarak bilenler (ırmağı geçenler) ise şu cevabı verdiler: “Allah’ın izniyle büyük bir topluluğa galip gelen nice küçük topluluklar vardır. Allah sabredenlerle beraberdir”.
-(Tâlût’un askerleri) Câlût ve askerleriyle karşı karşıya gelince şöyle dediler: “Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlam bastır ve şu kâfir kavme karşı bize yardım et.”
- Derken, Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Davud, Câlût’u öldürdü. Allah ona (Davud’a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti. Eğer Allah’ın; insanların bir kısmıyla diğerlerini savması olmasaydı, yeryüzü bozulurdu. Ancak Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir"


Ayet-i Celile’de " Halbuki izzet ancak Allahın, resulünün ve müminlerindir. Fakat münafiklar bunu bilmezler" Münafikun suresi 63/8

Ne hikmettir ki,Allah'ın ve İslam’ın izzet ve şerefle nimetlendirdiği mü’minlerin nihayi merciiyetine gözlerini yuman ümmetin evlatları. Yine ne gariptir ki, izzet ve şeref arayışı içinde!
Yine ne gariptir ki izzet ve onurdan yoksun islam düşmanlarına hizmeti kendileri için iftihar sayan mevki ve makam düşkünü şahsiyetlere tabii olmayı ilahi gerekilik kabul eden ümmetin evlatlarıyız!
Bunlar ne derece doğru yaklaşımlardır, bunları Kur’ani ve İslami analizlere tabi tuttuk mu?

Umarız İslam İnkılabı’nın 30. yılı, bize yeniden kendi nefislerimizde muhasebemizi yapmamızı kendimizi Kur’an ve Kur'an sahiplerinin mektebine göre eğitmemizi Kur’ani özelliklere haiz öncüyü tanıyıp tabi olmamızı beraberinde getirir.

Umarız bin yıllar boyunca süregelen bağnazlık, taassup,taşlaştırma, bilgisizlik,yalnış gelenek ve törelerden kurtulur, özellikle ''kavmiyet'' ve ''asabiyet'' duygularından uzak bir kişiliğe sahip olarak yeniden kendimizi kendi değerlerimizle onarmayı kavramamıza vesile olur.

İslami halkların yaşadıkları ülkelerin siyasetcileri ve sorumluları ümmet içinde ve ''ümmetin öncüsü'' nün mahiyetinde halletmesi gereken sorunlarını AB, ABD, BM gibi kendi değerlerine tamamen uzak ve ''düşman'' olan kurum ve ülkelerin öncülerinin mahiyetinde sorunlarına çözüm arayışı zillet değil de nedir?

Gayet tabiidir ki, bu tür şahsiyetlerin mahiyetindeki halklar da bu zilletten gayri ihtiyari nasibini almak zorunda kalacaklardır! Ve bunun ıspatı bugün itibariyle Afganistan, Filistin, Irak ve daha nice nice islami beldelerde aleni bir şekilde görülmemekte midir?
Eğer hala İslam İnkılabı’ndan gereken dersi almadık ise, hala İslami ''Nüve Devleti (buradaki çekirdek devlet anlayışı İmam Humeynin bağımsız cumhuriyetler halinde tek bir İslam Devleti’ne doğru gidin ilahi vasiyetine göre anlam verilmiştir)'' nin bize yüklediği sorumluluğumuzun farkında değil isek ve hala nereden başlamamız gerek diye kendimize sorular yöneltiyorsak...

İslam İnkılabı’nın 30. yılında işte bu tarihi fırsatı bize sunarken,bir kez olsun, değerlendirmekten kaçınmayalım. Bu vesile ile en gencimizden en yaşlımıza topyekün elimizdeki imkanlarımızı ve en önemlisi samimiyetimizi, sadakatımızı ortaya koyalım. Velayeti Fakih ekseninde birleşip eyleme geçirelim.

Velayet-i Fakih’in İslam dinin en geçilmez kıstaslarından olduğunu, Emir-el müminin Ali (a.s) ın dile getirdiği şu hubesinden asgari derecede anlamaya çalışalım.

Hutbeden
“Onlardan birine bir mesele söylenir,hükümlerden bir hükme bağlanması istenir, reyinde bir hüküm verir. Sonra bu mesele, olduğu gibi ondan başka birine anlatılır, onun hükmüne aykırı bir hüküm verir. Sonra bu hüküm verenler, kendilerini hüküm vermeye memur eden imamın katında toplanırlar, hükümlerini anlatırlar. O da hepsinin hükmünün doğru olduğuna hükmeder. Peki, Allah'ları bir, peygamberleri bir, kitapları bir bunların, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah mı birbirlerine aykırı hüküm vermelerini emretmiştir onlara da, itaat etmişlerdir bu emre? Yoksa onları bundan nehiy mi etmiştir de isyan eylemişlerdir ona? Yoksa ortak mıdırlar onunla da onlar söyleyecekler, o da razı olacaktır onlardan? Yoksa noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, tam bir din indirmiştir de resul sallallahu aleyhi ve alihi, onu tebliğ ederken anlatır, ahkamını icra eylerken bir kusurda, bir noksanda mı bulunmuştur? Halbuki noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, der (VI, En'am, 3 . buyurur (XVI, Nahl, 89). Kitabın bazı ayetlerinin, bazı ayetlerini tasdik ettiğini bildirir, onda birbirini tutmaz sözler olmadığını beyan eder de o münezzeh mabud, > buyurur (IV, Nisa, 82).

Gerçekten de Kur'an'ın dışı, güzel mi, güzeldir; insan şaşırır kalır, iç yüzüyse derin mi, derindir; sonuna erilemez, künhüne varılamaz. Sırlarının sonu bulunmaz; karanlıklar, ondan başka birşeyle aydınlanmaz.(1)

Yegane temennimiz odur ki, İslam aleminin içinde bulunduğu amansız Amerikancı islamdan kurtuluş savaşını başarı ile kazanıp İslam alimlerinin öncülüğünde Bakara suresinin yukarıda yazılan ayetlerin atıfta bulunduğu tabi olma ve itaat etme sorumluluğu ile. Nehc’ul Belaga’nın hükmü birliktelik için net ve kusursuz açıklamaları doğrultusunda, tamamen ilahi rızayı kazanmak için, saf ve samimi duygularla, katıksız ve orijinliğine riayet edilerek, Müslüman halklara indirgenmesi ve yeniden saadet döneminin erdemler şehrine ulaşmasıdır. Başarı ve hidayet Hadi olan Allah'tandır.

Dipnot:
1- Qum Ensariyan Yayınları Nehc'ül Belaga / Abdulbaki Gölpınarlı tercm.


Medeniyetler Arası Diyalog Tuzağı:

Medeniyetler arası diyalog ve küresel barış safsataları, İslam’ı hakkı ile tanıyamadığımız müddetçe küfürden medet dilemek ve cihadı da isyan sanmanın eşiğine getirir.

Gerçek bir diyalogun ancak manipülasyona uğramamış ilahi temel değerler baz alınarak yapılacağı tartışılmaz bir gerçek olmakla birlikte bazı kişi ve kuruluşların diyalog adı altında öz İslam’ın başkalaştırılması misyonunu yüklendiği de başlı başına bir kaygı.

‘’Medeniyetler arası ittifak’’ ya da diğer adıyla ‘’Dinler arası diyalog’’un ilk tebliğcisi gerçekte İslam peygamberi -ilahi emir gereği – dir. Bu tebliği sonraki dönemlerde yeri ve zamanı geldiğinde, İslami büyük şahsiyetler ve önderler de üstlenmişler "Yakın tarihimizde İmam Humeyni'nin Gorbaçov’a, Sayın Ahmedinecat'ın W. Bush'a ve Almanya Şansolyesi bayan Merckel'e sondukları mektup/mesajlar, gerçekte bu anlamda değerlendirilmeli. " Müminler açısından, medeniyetler arası diyaloga bütünsel karşı çıkalım anlamına gelmez. Dini bir vecibe olan bu misyonun sorumlusu, bir diğer anlamda İslam adına kimin ne zaman ve nasıl yapması sorunudur.

"Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu Mescidi-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir. " 16-1
Ve İslami İran'ın Kudüs’e olan ilgisinin uluslararası siyasi platformlarda dikkatleri üstüne çekme stratejisi olarak algılayanların dikkatine sunulması gereken bazı hususlar.

İslami Cumhuriyeti, ümmetin bireylerini insan-ı kamil olma yoluna çekiyor.(insan-ı kamil yetişen bir ümmetin ne yapabileceği ise malum) Bunu da dayatma istilacı bir yöntemle değil, tamamen İslami adap ve terbiye metodu ile yapmak istiyor. Bu noktada devreye Mescid-i Aksa giriyor. Zira Mekke'nin işgal altında olduğunu ümmete anlatmak muhal. Zaten işgal edilmiş ve işgalden kurtarılması her Müslümana vacibiyet yükleyen Kudüs, bu vesile ile İslam ümmetinin vahdetini de beraberinde getirecektir.
Her yıl kutlanan Kudüs günü de bu açıdan değerlendirilmeli. İşte bu noktayı Müslümanlardan ziyade İslam düşmanları ve yerli işbirlikçiler fark ettiklerinden, her ne pahasına olursa olsun vahdeti oluşturmak isteyen, böylelikle ümmeti hem emperyalizm belasından kurtaracak, hem münafık yöneticilerden azade edecek, ve hemde siyonist İsrail’in sonu olacak bu oluşumdan uzak tutmalıdır. Bu da İran aleyhine binbir entrika ve komployu beraberinde getiriyor.
Son gelişmeler Hizbullah’ın 2006 zaferi ve Hamas’ın direniş zaferi ile birlikte malum çevrelerce Kudüs sorunu coğrafi bir Arap ve Yahudi’ye sorunu argümanını terennüm ederek, Müslümanlara empoze etmeye çalışılması, tertemiz ilahi rızaya ulaşmak pak, ve pakize duygularla Kudüs davasını kendilerine şiar edinmiş kardeşlerimizin şahsında, gerçekte ise yukarıdaki hedeflere ulaşmayı engellemektir. Ve gayet tabiidir ki, bu da İsrail ve ABD. Patentli taşeron İslami grupların eliyle yürütülmektedir.

Acaba hiç düşündük mü, neden İslam peygamberi(s.a.a) Mescid-i Aksa'dan Miraç’a yükseldi?
Miraç, yani özgürlüğün zirvesi! Fiziki ve maddi olgulardan soyutlanmanın sembolü ve realitesi. Namaz gibi ibadetlerle de bizim için ayrıca bir arınma filtresi. Miraç ruhuna yücelebilen müminler, Resulü Ekrem(s.a.a)’in miraca kalkış garı olan Kudüs’e, Mescid-ül Aksa’ya, nasıl kaygısız ve uzak kalabilir ki? Miraç ruhunu hayata indirgeyebilmek, kardeşliğin ve imanın gerekliliği ve sorumluluğu değil mi?
"Ey iman edenler! Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutunanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez " 5-51

Oysa İsa Mesih'in havariliğini üstlendiğini iddia eden Vatikan Şovalyesi, adının İncil’de Ahmet (s.a.a) olduğu bildirilen ve İsa mesih tarafından müjdelenen nezih İslam peygamberin(s.a.a)’e karşı yaptığı küstah açıklamalardan çok net bir şekilde anlaşılmaktadır ki, ‘’diyalog’’ düzmece bir safsatadan öte vahdeti bölme, İslami değerleri başkalaştırma ve müminleri, Velayet-i Fakih ekseninden uzaklaştırma ve fikri asimile operasyonudur. İsa mesihin ve şanı yüce Mehdi (a.f)’nin birlikteliğinin ve harekatının başlangıç noktası kabul edilen bu yere girmenin şartlarından biri de, ümmetin kendi Hıtta kapısından girmesidir!

Siyonizm, ABD ile AB’nin, İslam İnkılabı’ndan sonra, yeni geliştirmek istediği oyunların temelinde, bu sorunlarda var.

Neo-diyalogcular olarak, ılımlı İslam’ın hamiliğini de üstlenen söz konusu taşeronluk üstelen cenahlarda İran’ın ve Müslümanların Küdüs’e olan ilgisini, Siyonizm’in Ortadoğu yenilgisi ve yeni geliştirilmek istenen oyunla bir bağ kurabilmiş.
Peki Müslümanlar bu konuda nasıl bir tavır sergilemeli? Bu ve benzeri sorunlara bir de tamamen Siyonizm’e ve Emperyalizm’e hizmet etme amacını güden postmodern misyonerlik kavramını eklediğimizde işte o zaman tablo dahada net olarak ortaya çıkmış oluyor. “Yenim olsun ki (habibim!) sen ehl-i kitaba her türlü ayeti (mucizeyi) getirsen yine de onlar senin kıblene dönmezler. Sende onların kıblesine dönecek değilsin. Onlar da birbirinin kıblesine dönmezler. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzusuna uyacak olursan, işte o zaman sen hakkı çiğneyenlerden olursun.“ 2/145
Kölelik ve Zulüm:


Geçmiş ümmetlerin kıssaları Kur'anileştiğinde İslam peygamber (s.a.a)'i o tarihi kıssalardan, kendisininde içinde bulunduğu topluma nasıllığını eyleme dönüştürüyor muydu? Değilse, geçmişin kıssalarını Kur'an ayetleri olarak zapt ettirmekle mi yetiniyordu? Bu sorunun cevabını burada bulmak zor. Ancak geçmiş ümmetlerin kıssalarında önemle üstünde durulan hassas konulardan biri, ilahi öncülerin önderliği. Dahası ilahi öncülerin kendi zamanlarının ötesine de sundukları metod ve modellerin kalıcılığı ile insanlık camiasının temel sorunlarını çözmedeki mükemmellik ve evrenselliği.

''Onlara: Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın denildiği zaman, 'Biz ancak ıslah edicileriz' derler'' 2/11

Köleliğin serüveni, tarihi süreç içerisinde ne zaman başladı? İlk kölelik düşüncesini kimler, ne zaman oluşturdu? Bunları net tarihi bilgiler olarak biliyor değiliz. Ancak köleliliğin günümüze yansıması, bedensel esaretten öte zihinsel bir algı olduğunu, bu algıyı empoze eden ''izm''lerin çok ustaca yeni metodlar üreterek kullandıklarını sezmek zor değil.

Geçmiş zamanlardaki kölelerin, kendilerine hayat bağışlayan Tevhidi dinlere karşı tavır almaları ve onların bu tutumlarına anlam verebilmek, fiziksel kölelikten kurtulmanın önemini anlamaktan önce, günümüze dek varlığını sürdüren zihni ve ruhi sorunlardan kaynaklandığını söylersek yadırganmamalı.

Vahşi, fiziksel hürriyetine kavuşması için Hind tarafından kendisine verilen vaat de, Hz. Hamza'nın hayatına karşılık özgürlüğü idi. Ona fiziki esaretten kurtulmadan önce köleliğin asıl kaynağı olan fikri, zikri ve ruhi kölelik maskesini indirmek ve bir daha dirilmeyecek şekilde tarihin bağrına gömülmesi gerekiri, Bilal'in ''Ehad'' nidasından geçtiğini başka nasıl anlatmak gerekirdi ki?
Aynı zaman ve mekanda olan Bilal ile Vahşi'nin arasındaki, ki her ikisi de köle statüsünde idi. Kölelik kavramının farklılığını günümüz dünyasındaki modern insanın, Bilal kadar özümseyebilmiş olmanın imkansızlığı tartışılmalı değil mi?

ABD yeni stratejisinde rengi, kimlik kartı adı altında dünyanın hürriyet arayışındaki insanlarına sunuşu. Şeytan'ın Musa(a.s)'yı Tevhid'e davet edişi ile ne denli örtüştüğünü Tevhidi olanlardan başka kim anlayabilir ki?

Şu halde, ABD Obama adı altında başkalarına insani değerler olarak bir şeyler sunacaksa, önce kendisinde başlamalı değil miydi? Ve bunun için de Vahşi ile Bilal arasında tercih yapması gerekirdi.

Neden Hürr'ü örneklendirmedik? Bu sorunun yönetilmesi de pekala mümkün. Ancak Hürr’ün taşıdığı ruh ve asalet olgusunun izlerini şu ana dek ABD ve Obama'da bulmak mümkün değil.

Şimdi ABD dış siyasi stratejisinde oluşan yeni değişimlerin gerekçelerini arayalım. İhtimali gerekçelerden somut deliller çıkar mı? Bilinmez.

1- CIA'nın Lübnan hezimeti
2- ABD'nin, Irak batağı
3- Afganistan çıkmazı
4- Hamas’ın 22 direniş zaferi
5- İran'la savaşın ''uzay'a'' taşınması
6- Nükleer tekelinin kırılma noktası
7- Kapitalizm'in miadını doldurması
8- Yeni (İslam) ekonomi modelinin Asya ve Afrika'da zemin arayışı
9- ''Pagan'' ve ''şoven'' kültürlerin iflası
10- İsrail'in zevalinde ivme
11-''BOP'' ve ''BİP'' teorilerinin çöküşü
12- ''Ilımlı İslam'' paradigma çürümüşlüğü

Bütün bu sorunların son çeyrek yüzyılda ABD'ye kendini bir anda göstermesi ve...

ABD Obama renk kartı ile ne yapmak istiyor sorusuna cevap aramaya devam edelim. Oynanmak istenen oyun nedir? Kime karşı oynayacak?

İhtimaller:

1-ABD açısından güvenirliğini yitiren Fars Körfezi enerji nakil yolları, nakil hatlarının korunmasını başka yöne taşımak ve kontolden çıkmakta olan enerji kaynaklarının geleceği mi?
2- Arap dünyasında kaybolan prestij arayışını Afrika'da aramaya başlangıcı olarak, renk kartı mı?
3- Renk kartını kullanarak, Afrika'daki yeraltı/üstü kaynakları ve zenginliklere ulaşarak ölümle pençeleşen sistemine kaynak yaratmak arayışı mı?
4- Kendi içinde ciddi bir potansiyel olan, Bilal'in renk kardeşlerinden gelebilecek tehlikeyi asgariye indirmek mi?
5-Afrika, Asya ve dünyada nefrete yol açan beyaz insan üstünlüğünü savunan Batı dünyasının imajını onarmak mı?
6- Dünyada gelişen fıtri eğilimlerin (adalet, hürriyet) yönünü değişmek mi?

Bunlar da olasıdır. Ancak ne ile ve nasıl? Bir zulmü bir başka zulüm metodu ile gidermek mümkün mü?
Zulüm, kişioğlunun iç Dünyasında şekillendirdiği inancın dışa yansımasımı dır?
Zulüm, kişioğlunun fıtratında doğuştan varolan bir yetimi dir?
Zulüm, kişioğluna yaşadığı toplum tarafından yüklenen bir değer midir?
Zulüm, kişioğlunun varolmak ve varlığını korumak için kullanmak zorunda kaldığı yaşam silahı mıdır zulüm?


Bu olasılar da pek iç açıcı değil. Şu halde iç açıcı olmayan bir kıstas ile sorunları çözme uğraşısı niye?

Burada cevap gerçekten akl-ı selim denilen akla düşer ki, cevabını ABD'li politikacılara yarım yüzyılı aşkın süredir ehiller verdiği halde, yerli/yersiz gururuna söz dinletemeyen ABD'ye bizim anlatmamız abesle iştigaldir.

Kim bilir Amerika yeni strateji olarak Obama'yı, öz İslam'ın Afrika'ya yayılışının önünü kesmek için biçilmiş kaftan olarak seçtiğini ima etmek istiyor olamaz mı? Obama'nın malum güçler tarafından iktidara getirilişi sık dokunmuş, ince elenmiş bir siyasetin ve bunun sonucu olarak Kapitalizm'in ve İslam'ın 2. Cephesi olan soğuk savaşın yeni sahnesi, Afrika'nın derin sahalarına yayılması kuvvetli ihtimallerdendir.
Bu iddiaya getirilecek delil Lübnan Hizbullah'ı, Latin Amerika Hizbullah'ı ve şimdi de Afrika Hizbullah'ı ile dünyanın üçüncü bölgeleri olarak adlandırılan coğrafyalardaki yapılanma, yeni ve farklı bir sürecin başlangıcı oldu.

Tarih, bize ''Hürriyet Hürr'lerin Hakkı'dır'' diyerek, kölelikten ''an'' olarak çıkan Hürr'ü bağında taşıdığından ötürü haklı gururu on dört yüzyıldır haykıradursun. Zulmün ve zalimin rengi siyah mı, beyaz mı? Onu çözebilmek çok zor.
Ancak, şairin dediği şu: ''Ey azizan, biz kar-zarar hesabı yapmaksızın Sevgi'ye teslim olur selama ereriz. Kim ne derse desin, sevdim Ali'yi. Kar-zarar.'' dizelerinden haz almamak elde değil.




ABD Savaş İstiyor mu?



“İslam’ın, zulüm altındaki mazlum kitleleri mahrum edici zalimce ve sınırsız Kapitalizm’i kabul etmediği, tersine, bunu kitap ve sünnetle ciddi bir şekilde reddederek sosyal adalete aykırı bulduğudur.” (İmam Humeyni)
ABD ve İsrail ikilisin, İran’ın elde ettiği nükleer başarısından dolayı kopardığı fırtına ve yaygaralar o denli zihin yorucu oldu ki. Karşıya bazı soruları yöneltmeden alamaz olduk.

Buna göre:
1- Sovyetlerin dağıtılmasının arifesinde İran nükleer silahlara hevesli olsaydı, acaba legal/illegal bir şekilde taşınabilir(mini atom bombaları) modellerine ulaşıp Saddam’a karşı kullanmaz mıydı?

2- Kapitalist ve dünya sömürücülerinin sermaye için insanoğlunun en kutsalını dahi meta olarak algıladığı günümüzde, çeşitli silah Tröst’lerinden elde edilemeyecek kadar değerli bir olgudan uzaklaşmış olan nükleer silahlara, büyük meblağlar ödeyerek küçük çaplı da olsa gerçekten isteyenler elde edemezler mi?

3- El Kaide gibi paravan örgütlerde dahi, varlığı dillendirilen nükleer silahlar ve kimyasal bombalar, dünyanın en saygın siyaset merkezi olan Tahran yönetimine çekici gelmemesinin gerekçesi ne olabilir?

4- Devrim’in akabinde taşıdığı değerlerin kendisine yüklediği sorumluluklar arasında özellikle Saddam yönetimine on yediden fazla Avrupa ülkelerinin ikram niteliğinde sundukları ve kitlesel katliamların etkili türlerinden silahların başında gelen kimyasal/biyolojik silahlara ulaşmayı acaba Tahran yönetimi de önceliğine alamaz mıydı?

5- Şayet bir milleti nükleer silahlarla kalıcı olarak yenmek gerçekçi bir yaklaşım olsaydı, ABD’nin Japonya’ ya karşı kullandığı atom bombaları bu halkın yok olmasını gerektirmez miydi?

6- Biyolojik varlığı ile bir milletin toplu yok edilmesi o milletin sahip olduğu değerlerin ortadan kaldırılması anlamına mı gelir?

7- Tarih bize bir milleti savunduğu değerlerden ötürü zorunlu savaş kültürü ile yok edilebileceğini sunabilmiş mi?
8- Kerbela’da toplu imha edilen Ehli Beyt’in, verdiği mesajın bugün dünyanın kalbinde yükselen bayrağını nasıl anlamak gerek?

Bu tür soruları arttırmak mümkün, ancak biz zihinlerdeki bir soruyu, erdemli insan olmak ve yaratıcıya karşı sorumlulukların yerine getirilmesinde öncü konumdaki bilgenin mensupları olarak ABD, İsrail ve diğerlerine yöneltelim.
Acaba ABD, İran’a olası saldırı ile 1980/88 yılları arasındaki zorunlu dayatılan savaş döneminde mi kaldı da, bu denli kolay bir savaş olacağı sanılıyor?

Cevabı en zor bulunan soru da şu ki, ‘’Kerbela Akidesi’’ ile yoğrulan bir millete esaret zincirlerinin vurulabilek birini gösteren var mı, tarihin hangi sayfasında yazılmıştır?

Devrim İhracı mı, İthalı mı?
İran’ın İslam Devrimi’nin ihraç düşüncesini savunanlara katılmak zor. Devrim ihraı olduğunu söylemektense, diğer milletlerin, devrimin kendi bünyesinde taşıdığı değerlerden dolayı, fıtratın bu değerlere olan ihtiyacından ötürü, devrimi ‘’ithal’’ ettiler.

Şu farkla ki, ithallikteki bu ihtiyaç, taliplilerin kendisinin geçmiş dönemlerde elden çıkmış değerlerine yeniden ulaşma ihtiyacıydı.

Soğuk savaş dönemindeki kontrollü akımların dahi çeşitli ülkelerdeki etkisi, on binlerce gençlerin kendisini feda ve heba etmesine sebebiyet verirken; içselleşen İslam İnkılabı değerleri ile insan kaynaklı ideoloji mensuplarının fedakarlıklarını eşit seviyede görmek ne denli doğru yaklaşım olur?
Bunu ABD ve İsrail ikilisinin İran’a olası saldırıda yaşlı yer kürenin şahit olmyacağına kim, hangi gerekçe ile teminat verebilir ki?
Düzenli/düzensiz Hizbullahi hareketlerin, evrenin dört bir bucağında ABD ve İsrail varlıklarına şehadet operasyonlarında bulunmayacağının garantisini kim, nasıl ve hangi hakla verebilir ki?

Bir kez daha, geçmişteki Fars Körfezinde ki serdengeçti mayınların şimdi dünyanın dört bir köşesinde kol gezmediğini kim temin edebilir ki? Nitekim özellikle Ortadoğuda, müdafaa-i milliye dönemi kapanmış ve müdafaa-i diniye çağının kapısı İslam İnkılabı’nın kutlu önderliğinde açılmış olamaz mı?

Bilim ve teknolojinin hemen her şeyi kontrol edebileceğini bir an olsun hayal edelim. Ancak insanoğlu denilen bu muammanın ruhuna esaret zinciri vurabilecek bir teknolojinin icat edilebileceğinin garantisini kim verebilir ki? Ruh denilen gerçek olgu hiçbir zaman maddeye amade olamayacak kadar üstün değerlere sahip ilahi bir hediyedir.
‘‘ …Dosdoğru namazı kıl, maruf olanı emret, münker olandan sakındır ve sana isabet
edene karşı sabret. Çünkü bunlar, azmedilmesi gereken (ciddi) işlerdendir.’’31/17




20. YY.Da İslam’ın Gündemi



''Siyasal İslam''ın yaşadığımız çağa yeniden kendi damgasını vurarak eylemselliği ile doyuruculuğunu kanıtlayıp ''evrensel olgunluk açılımı''na doğru aşama aşama ilerlemesi ile yeniden Mekke/Medine sürecindeki sorunlarla karşılaşmasını da kaşınılmaz olarak beraberinde getirdi.

Ancak söz konusu "evrensel gündem" yalnız İslam'ın gündemleşmesi sorunu değil, belki İslam'ın gündemleşmesinden ziyade "Kur'ani mesajlar"ın gündemleşmesidir. Dikkatle incelendiğinde geleneksel Müslüman ve öncülerinden ziyade, müstekbirler ve Batı felsefesini özümsemiş, ya da buna yatkın elitler, söz konusu Müslümanların fevkinde konuya yakın durup ilgilenmektedirler.

Buradaki sorun inanmak/inanmamak sorunundan ziyade, ilahi mesajların içeriğindeki anlatımların gerçekliğini kavrama konusudur!

Gerçi ilahi mesajların nüzul döneminde Arap edebiyatı kendi çağının zirvesini sergiliyor ve özellikle ''Şair'' ile ''Edip''lerin Kur'an mesajları ile ilgili düşünceleri ve sonuçta Kur'an'ın edebi yönü ve belagattaki harikuladeliğinden ötürü insanüstü bir kaynağa dayandığını teyit etmeleri, döneminin en etkili gündemini oluşturmuyor değildi.
Ancak “Onlara ayetlerimiz okunurken dediler ki: Duyduk, dilersek biz de buna benzer sözler söyleriz ve bu, eskilerin masallarından başka bir şey de değil “Enfal/31

Günümüz dünyasında ise "genel bilgi", döneminin zirvesinde olduğu, bilgiyi tekelleştirmek isteyen kartellerin bu noktada İslami toplumlarla kaçınılmaz bazı sorunları beraberinde getirdiği gizlilikten çıkmış bir pozisyonda olmakla birlikte.

Şimdi bilginin evrenselleşmesisorunu ile filizlenen ve dört ana madde halinde değerlendirmek için dikkatlerimizi yoğunlaştıralım:

1-Evrensel bilgi çağı

2-Evrensel bilgi öncüleri

3-Evrensel İslami hareketler

4-Evrensel İslam pratiği

İlk üç şıkkın cemi ile son aşamasını tamamlamak zorunda olan ve “ Yüzlerinizi doğuya, batıya çevirip durmanız, hayır sayılmaz ki...” Bakara 177 ilahi öğretisi ikaz ve müjde birlikteliği ile sunarken, biz yukarıda ki şıkları irceleyelim.

Bir olgunun tanım ve tarifi yapılırken, tanımı yapılmak istenen olgunun kendisi esas alınmazsa, o olgu kamil anlamda tanımlanamaz. Bu ölçü kabul görmezse, meğer olgunun olgun anlamda içeriğine vakıf olunamayabilir. Dolayısıyla bu kural Kur'an’ı anlama ve anlamaya çalışmak ile Kur'an espirisinin karşı hakkındaki mesajları içinde pekala geçerli olan kuralları belirleyebilir. İslam’ın gündemleşmesi hakkındaki bu çalışmada doğal olarak Kur'an’ın kendisi esas alınmıştır.

Olgunun(evrensel İslam ) kemalet aşamasında, özellikle Batılı aydınlarının yoğunluklu gündemi, Kur'ani mesajları sözde tahlil ve olması gereken gibi anlama sorununu gidermesi için yönelinen girişimler.

Elbette bu girişimlerin büyük bir kısmı yükselen evrensel İslami sedayı eyleme dönüşen siyasallıktan çıkarmak için, hiç değilse, rotasından saptırma ve başarılabilinirse, yeniden geçmişteki esaret sayfalarına sıkıştırma operasyonları olduğudur. Çabalarının zafer getirilerine ulaşma istekleri onları ayrıca bir başka sorunla karşı karşıya getirmiştir. Bu tür fert ve kurumlar ilahi mesajları irdeledikçe gerçekten insanüstü bir kaynağa dayandığını görememezlik edemeye dursun!

Onların bu tür olumsuz eylemlerin amacına ulaşması için çaba sarf edenlerin planlarının aksine, fıtri duyguları harekete geçen islami halklar ve dünyanın diğer yarısı yönelmesi gereken yöne sevk etmekte, islami hayat yaşama duyguları harekete geçmekte ve böylece “İndirdiğimiz apaçık delilleri, bildirdiğimiz dosdoğru yolu, insanlara Kur’an’ da tamamıyla anlattıktan sonra bunu gizleyenlere gelince: Allah da onlara lanet eder, lanet edenler de” Bakara 159

Bir diğer açıdan, İslami milletlerin sinesine saplanmış olan Batı yanlısı aydınlar, mevcut statülerini yeniden filizlemiş ve yükselen "sorumlu adanmış"lara kaptırmamak için kendi değerler(ilahi mesajlar)'i ile vurmak gibi bir strateji izlemeye başladılar. Bu konu daha ziyade evrensel bilgi öncüler şıkkı ile ilgilidir.

Gerçi bu strateji geçmiş dönemlerde de yok değildi (ki; buradaki asıl gaye Velayeti Fakih’in yetersizliğini halka ispatlama ve pasifize etmek komplosu yatar). Nitekim kontollü bilgi sürecinin tarihe karıştığı bir aşamada olmamızın yanı sıra (bu konu evrensel İslami hareketle şıkkına girer), geçmişe nazaran daha bir bilgi kirliliği akışının hızlandığı bir aşamada olduğumuz da unutulmamalı. Böylece sorunun yeniden ele alınıp tabi olan kitleyi kendi kalıcı değerlerine yabancılaştırma, hiç değilse “manipüle“ etme girişimleri kendilerini bir başka tezata sürüklemektedir.

Böylece geleneksel inanç metodu olan değerlerin, bu değerlere sahip kitle öncüleri tarafından yeniden İslami laboratuvara sunulması, sağlıklı "öz" sonuçlara ulaşma safhasını başlattı.
Yeterli olmayan, belki de başlangıç denilebilecek bir aşamada olmasına rağmen, karşı yanlısı aydınların kendi açılarından elde ettikleri avantajlardan biri de, kitle öncülerine kalıcı değerlerine sadakatsızlıkları ile yaftalamada sınır tanımamazlıkları. Nitekim meadın olmadığı bir felsefenin mensuplarından ''adalet'' ve ''vicdan'' gibi kıstaslar ölçüsünde araştırma ve eleştiri beklemek, söz konusu kavramları anlayıp algılamamayı beraberinde getirir.

Evrensel İslam pratiği kişioğlunun söyleminden ziyade eyleminde şekillenmeli. Elbette ideal olanı söylem ile eylemin parelelliğidir. Yürek devletinden dem vurmak moda bir terim olarak piyasaya sürülmek isense de, yürek devletinin ''öz''ü kendi geçmişindeki katkısından ayrışmadan net olarak eylemselleşemeyeceğini bilmekten geçer.
Netlik safhası ise, katkısız sözsel prensiplerin başlangıcında kendisinde pratiğe dönüştürebilmelidir. Fakat eylemdeki gerçeklik, eylemsel yürekten ziyade sözsel tökezleme yaratıp orada şekilleniyorsa, bu tür oluşumun kendisindeki tezat başkalarınca fark edilecektir. söylem ile eylemin birlikteliğinin olmadığı bir zaman ve mekanda . Ebu Zer'in konumunu belirlemek ve ondan ilham almak gibi bir yanılgıya kapılıp yılların hebasının sorumluluğunu yükler.

İslam dünyasındaki ''akide''nin yeniden netleşme süreci elbette beraberinde bazı sorunları da getirmişitir. İşte fikri kuşak çatışmasını görmezlikten gelmek soruna yeterli aşina olmadığımızın göstergesi olmuştur. Nedir kuşak çatışması,nereden kaynaklanıyor? Kuşak çatışması, önceki neslin katkılı hali ile kendi değerlerinin doğrularını dayatmakta ki ısrarcılığıdır.

21.yy. nesli ise; araştırma, inceleme, sorgulama ile sorgulayıcılığını neden ve nasıllara dayandıran bir geriye dönüşü tercih etmekte. Neden ve nasıllarını her zaman ön planda tutmayı yeğ bilen bu nesile zafer nasip olacaktır inşallah.

Ebu ... den diyerek başlayan herhangi bir İslam rivayetini duyan yeni nesil o şahsın geçmişndeki karanlık noktaları bildiğinden ötürü rivayetin katkılı İslam'a ait olduğunu anlayabilen bilgi ve birikime de ulaşmıştır. Bu algıyı geleneksel İslam’dan elde ettiği değerlerle almış değil, katkısız İslama da gerçek manası ile ulaşmış değil. Peki yeni nesil bu nasıl anlayabiliyor? Çözümlenmesi gereken sorunlarımızdan biri de bu olmalı. Şu farkla yeni nesil bu konuda kesinlikle haklıdır.


Alternatif (ılımlı) İslam


"Ey iman edenler! Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutunanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez " 5 /51


Allah’ı tanıma ve ona tapınma olgusunun tarihi, insanlık tarihi ile özdeştir, şayet böyle olmasaydı ilk insan peygamberlikle görevlendirilmemiş olmalıydı ve bunun ötesinde, ilk insandan sonraki süre için de geçerli olan tek Tanrı’ya tapınmama hakkı bugün geçerliliğini korumuş olurdu.

Buna göre,semavi dinlerin ilk muhatabı, yeryüzünde yaşamak için yaratılan ilk insandır. Ki, gerek Tevrat, gerek İncil ve gerekse Kur’an’ın mesajlarında yeryüzündeki ilk insan Hz. Adem’le bilikte, tek Tanrıcılık ve onun öğretileri ekseninde hayatı devam ve ikame etme gerekliliğini belirleyen suhuflarla ilahi emirler doğrultusunda yaşanması gerekiri öğretmiştir.

Ali Şeriati: ’’İnsan ve Tarih Felsefesi“nde şöyle bir açıklama getiriyor.’’ Adem’in oğulları’nın her ikisi de beşeridir; doğal birer beşer. Ama birbiriyle savaşmaktadırlar. Biri ötekini öldürür. Buradan başlar insanlık tarihi. Adem’in savaşı özde [türde] gerçekleşen zihinsel bir savaştır. Bu ikisininkiyse hayatta gerçekleşen özdeş savaştır. Dolayısıyla Habil ve Kabil öyküsü, ’’tarih felsefesin’’i, Adem’in öyküsüyse ’’insan felsefesi’’ni göstermektedir. Habil ile Kabil’in savaşı tarihteki iki karşıt cephenin savaşıdır, tarihin diyalektik esasına göre. Dolayısıyla, tarihin de insanınki gibi diyalektik bir hareketi vardır. Bu çelişki de Kabil’in, Habil’i öldürmesiyle başlar. Bundan sonra tarihin sürekli savaşı başlar. Tarih, baştanbaşa, katil Kabil kanadıyla, maktül Habil kanadı arasında, hakim kanatla mahkum kanat arasında olagelen savaşa sahnedir.“


İslam’ın değerli alimlerin den, Ayetullah Muhammed Taki Caferi ise,’’İslam ve Materyalizm’in Karşılaştırılması“ başlıığı ile yaptığı söyleyişisinde şöyle bir açıklamada bulunuyor: “Bir kimsenin Allahın bulunmadığına dair kesin kanıtı yoksa sessiz kalmalıdır. Çünkü hepimiz biliyoruz ki şimdiye kadar Allah’ın varlığını inkar etmeyi gerektirecek tek bir kanıt bile açıklanmamıştır. Şu tamamen açık bir konudur: Allah’ın olmadığını iddia eden kimse en büyük iddiayı ortaya atmış oluyor. Çünkü böyle bir iddiada bulunmak, iddia sahibinin ezelden ebediyyete kadar varlık aleminin tamamını gezip incelemiş olmasını ve Allah diye bir varlığı görmediğini gerektirmektedir.”(1)

Teslis inancı taşımayan ve tek Tanrılı Hrıstıyanlardan olan Jean Jack Rousseau ise şöyle diyor: “Bütün işlere yarayacak en iyi kanunları bulmak için, tüm insani şehvetleri görüp de kendisini kaybetmeyen, tabiatın tamamını tanıyıp da onlarla hiçbir ilişkisi olmayan, saadeti bizimle ilgili olmadığı halde bizim saadetimize yardım eden bir Akl-ı Küll gerkir. Bu Akl-ı Küll zaman geçtikce ortaya çıkan övünçlerle yetinmeli, yani bir asırda hizmet sunup diğer asırda sonucunu alabilmeli. Bu söylenilenlere binaen sadece Tanrı halka gerektiği ve layık olduğu şekilde kanun getirebilir.”


Günümüz İslam dünyasının önemli kesimi(halk kitlesi)nde “öze dönüş“ döneminin azami hızıyla yöründesine doğru seyir ettiği, öze dönüşü sadece sözsel değil, siyasi, kültürel, içtimai, iktisadi ve hayatın diğer tüm sahalarında uygulama metodu ile yeniden ihya edildiği bilinmiyor değil. Ancak ’’katkıdan arınma süreci“ de diyebileceğimiz öze dönüş sürecinde bizi başka tehlikelerinde beklediğini, bu cümleden, dönüşün salt maddi yaklaşımla değerlendirilmemesi önemli olduğu kadar, ümmetin gerçeğe varma süreci ile peralelliği olan mevera netliğini de elden bırakmaması, bırakılmış ise ona olduğu gibi ulaşabilmesi görevi de olmazsa olmazı arasındadır.
Modernleştirme Eğilimi

Geleneksel olanı, yeni olana tabi kılma tavrı… Yerleşik ve alışılmış olanı, yeni otraya çıkana uydurma eğilimi veya düşünce tarzı... Bir inanç sistemi ya da öğreti bütününü değişen koşullara uyarlama eğilimi ya da hareketi (ki; makalenin konusu ile ilinek’sel ve asli tema açısından üzerinde duracağımız, eleştirilerilere hedef olacağı...)

Modernizm’in felsefe terimleri pradigmasındaki açılımı ise,nesne ya da varlıktan değil de, özneden hareket etme, Tanrı’yı değilde, insanı merkeze alma, bilimlerdeki gelişmeyi temellendirmeye çalışma tavrının özelliği… Aydınlanma geleneğinin, ’’yani aklın ürünü olan rasyonel bilim anlayışı ve yönteminin her alana uygulanması tavrının netliği’’ (2)


Buraya kadar yazılan ve önbilgi niteliğinde sayılan açıklamalardan amaç şudur: Düşmanı tanımadan, düşmanın felsefesi bakışı incelemeden, düşmanın kendi düşmanı hakkında ne düşündüğünü ve hakkında nasıl hüküm vermek isteğini araştırmadan, görüş belirtmeyelim, Tabi şunu da hatırlatalım ki. Batı’nın adına Modernizm dediği hayat nizamını, hatta dinini ve felsefesini tanımadan önce kendimize ait olan değerlerimizi iyi tanımalı ve onu özümsemeliyiz. Din, sadece dünyada insanın kemali, kurtuluşu ve hayat yolu değildir. İnsanın maveraya açılan yönüne en yüce ve en derin ihtiyaçlarını kusursuz karşılayan yegane ve mutlak mesajdır. Ancak, dini tanımak insanı tanıma ile de iç içedir. Din ve insanı tanıyacak olursak, bu ikilinin ayrılmaz bir olgu olduğunu kabul etmekten başka alternatifimizin olmadığını göreceğiz. Tarihi süreç içerisinde yüzler, binler öğretiler ve ekoller arasında, çeşitli ihtiyaçları olan ve adına insan denilen bu varlık için hangisinin daha ideal olduğunu ve ideal olana hakkını vermekten başka alternatifimizin olmadığını anlarız.

‘’Dedi ki: Bu bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir…“28/78



Batı toplumunun manevi çıkmazı, din olgusunda başarı olarak, Tanrı’yı yeryüzünden göksel sürgüne göndermek, değilse kilisede gözaltına almak. Tanrının redettiği sınırsız materyalist çerçevede bireyin isteklerine izin veren yeni din anlayışı.

Modern çağın İslam dinini modernleştirme arzusunun derinliklerinde İslami toplumu anomi olarak görme hülyasından bakşa nasıl anlamalı?
Acaba bu hülyanın getirisi insanın Tanrı adına ve tarafından atanmış ilahi insan eksenli dünyasındaki hayatında, insanın dalgalar arasındaki biricik sığınağı olan din teknesinden indirilerek acımasız dev dalagaların kucağına atmak değil mi?
Ne var ki, bunu yaparken laik ideoloji akıntılarının sonsuza dek sahili olmayan deryasını kurtuluş adası olarak sunması ne kadar acı ve gülünçtür?

Aklı inançtan ayıran aydınlanma çağının filozoflarına hayran kalan yeni yetme müslüman kırıntıları entelektüelleri ile manevi babalarının özlem duyduğu modern dünya öncüleri… Gücünün zirvesinde ne Firavunluklar yaptıklarını nasıl da görememezlik edebiliyorlar.
Kendi başına buyruk bırakılan aklın sınır tanımazlığının zirvesi olan totaliterizm, Asya ve Afrika devletçiklerinde diktatörlerin yaptıklarını öyleki Aparthaitizm’e kadar tırmandığını görmek için daha nasıl bir göze ihtiyaç duyulduğunu anlamak zor doğrusu.



Avrupa Açısı:

Modern endüstri toplumunun sınırsız tüketim arzusunu taşıyan furyanın yakalandığı turbo kapitalizm kıskacından kurtarmasının ilk aşaması, modern islam adı ile İslamı revize sürecine zorlamaya kalkışması tek yönlü değerlendirmeli.

Bu oluşumu pratiğe yansıtmak isteyenler İslam ümmetinin değişik farklılıklarını ayırımcı tahriklerle tahribatınıda hesaba katarak. Öyle ki, Afrika’dan Asya’ya, Asya’dan Avrupa’ya yer ve zaman’a uygun kendilerini kamufulaj ederek arzularına ulaşmakta ısrarcı oldukları apaçıktır.
Avrupa açısından diğer bir boyut ise: Euro-İslam teorisi ile asimile olmuş müslümanları İslam’ın Avrupa’ya kazanımları olarak görmek istemeleri, hayatın son anına dek modern robotlar topluluğu öylemi?

Şunu demek istiyoruz. Geleneksel olarak İslami otoriteye inanmayan, hiç değilse sözsel kabulün ötesine geçmemesi için raysonel ideoloji ile doyum noktası denebilecek bir seviyeye kadar donatmak ve böylece salt akli değerlendirmelerin üstünde başka bir kaynağın insan hayatına yön vermesine gerek kalmadığına inandırarak, geçmişin ’’Hırıstıyan kültürü ile aynileştirmek. onu (İslamı), belli bazı ritualler özürlüğünün ötesinde kalan kısmını süreli mahkum etme çabaları ile fert ve toplumu şüphecilikle içiçe bir Avrupa-i müslüman protipi oluşturmak’’

Toplumsal ve siyasi alana talip olan bu hareket özellikle aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya olarak her iki kitleye yönelik faaliyet göstermekten içtinap etmiyor. Sözkonusu akım düşüncelerini modern dünyanın gereklilikleri diye ısrarcılıktan taviz vermek istemiyor.
İslam’a salt akli yaklaşımla kuram koymak istemekten çekingen olmadıkları gibi. İlahi mesajların muhatapları olan ilahi şahsiyetleri yalnızca tebliğ görevi ile sınırlandırmak istiyor. Risaleti eylemlerde netleştirme metodunun günümüzde pekte geçerli olmadıklarını, adeta peygamberlerin görevleri ilahi mesajları kitleye sözsel ulaştırmaktan başka bir görev taşımadığını, kabul ettirmek için ısrarcı davranmaktadır.
Nedir bunu adı? Kapalı kapılar ardında kalan masabaşı siyasetinde,1789 Fransız devriminden sonraki Hırıstiynalık islamı?! Toplumdaki yeni ismi mübarekleri ise yeni/ılımlı islam!
Düşüncelerine dayanak bulmak için, aydın ve aynı zamanda bir toplumbilimci/sosyolog olan, Merhum Ali Şeriati’den esinlenmeyi de ihmal ediyor değiller!
Malum cenah biribirlerine bön bakmayı,limoni mimikleri toplum penceresinde(tv) yansıtırken, Manevi babalarının huzurunda eminiz ki, elpençe divan durup, Bilmem kaçbin metrekarelik çiftliğin görkemli sarayında, gözucu ile pencerenin ardındaki laledevri bahçesine nazar ederek, yeni emirleri dinleyedururlar!
Bay manevi babadan Birinci zevat’a: İslami değerlendirmelerin pozitivistçe yaklaşım olsun!’’ Ancak yazılarını pozitivizm adıyla önce islamda bir boşluk varmış gibi bir günah yaratarak! Ardından çalışmalarını yarat! Bir de, kendine ait gibi lanse ettiğin görüşler, islam tarihinin tozlu raflarındaki kitaplardan aldığını sakın okuyup araştıranlara ti verecek derecede aynileştirme!

Bu tür düşünenler ilahi mesajın önüne geçmek isteyen pozitivizmin ne anlama geldiğini acaba gerçekten biliyorlar mı? Bilmiyor değiller.
Ayrıca pozitivist düşünmek yanlış mı, değil elbette, ancak nere ye kadar, Sınırı nedir, bu sınırı kim belirler, Pozitivizm düşünmenin hayatımıza olumlu katkıları olamaz mı? Zaten pratik hayattaki bir çok yaklaşımlar pozitivist düşünme biçiminin ürünü değilmi? Bilmeden ret etmenin ne anlamı var? Batının ürettiği kavramları anlamadan/tartışmadan İslami karşılığı ile doku farkılılığı olup olmadığını tespit etmeden, yalnış addetmek ne kadar doğru bir yaklaşım? Dokunma!
Bütün bunlar kendi sahasında farklı bir çalışmayı gerektirir. Bilinen bir hakikat olarak asıl amaç son yüzyılda, eylemde kendisini ıspatlayan canlı islam olgusuna alternatif oluşturmak, onun yeniden hayat bulan başını kopartmak!


Medeniyet ve Modernizm:

Medeniyet ve Modernizm kavramları, anlam kargaşası arasında kendisini yeterince ifade edememiş olarak karşımıza çıksa da, bu sorunun gerçek müsebbibi ve kargaşadan meydana gelen boşluktan kimler, neyi, nasıl, kimin adına, ne kazandırmak istemiş? İslami Halklar arasında kendisine yeterli alan bulmuş değil.

Sözü edilen iki kavramın ortak noktaları aranmış ama uzlaşabilirliliği ve sağlıklı bir zemin olabilirliliği gerçekci bir yaklaşımla irdelenip irdelenmediği de tekrar farklı bir çalışma gerektirir. Bizim değinme zorunluluğu hissetiğimiz bazı noktalar, medeniyet, taşıdığı “Tin“ ve ‘’asalet’’i ile üstünde bina edilegeldiği kültür mirasını, dini ve edebi bağların meydana getirdiği sosyal güzelliği bünyesinde barındırır olmasıdır.

Buna karşın modernizm ise; Üstün değerlerle donatılmış, Kerim olarak yaratılan insanı, sonsuz bir istek ve zevk için tüketen, tükettiği içinde yeniden üretmek zorunda kalan kısırdöngü bir sistemin sıradanlaştırdığı canlı türü olarak görmek ister.
Bu sistem neredeyse tüm dünyayı bir ahtapot gibi sarmış ve İlahi nefha taşıyan Ademoğlunu makinaya teslim etmiş. Bu tür insanlar, yaşam stili olarak kendisinden başka kimseye karşı sorumluluk hissi taşımayan, karşının hukukunu kendi menfaati ve toplumun değerlerine karşı sorumsuzluk ve özgürlük anlayışı ile yok etmeye çalışan, egoist anlayışın vazgeçilmez ürünüdür.

Müslümanların büyük sorunlarından biri haline dönüşen bu konu, Batı emperyalizmi tarafından içi boşaltılmak istenen islami medeniyetimizin yerine, evrensel kültür diye modernizm’in yerleştirilmesi. Gayet tabiiki bununla, yeni dünya düzeni denilen sömürgecilik ve tüketici toplum versiyonunu kalıcı kılma isteklerini yeteri derecede anlayamama ve alternetif olarak islami çözüm üretememe.
Öte taraftan kendi öz değerlerine yeniden dönüşte ısrarcı olanlara ise karşının yönelttiği tutarsız itam ve yakıştırmalara aldanma anlayışının yaygınlık dalgasından kurtulamaması. Elbette bu sorununda kendisine ait siyasi ve sosyolojik etkenleri olduğu söylenebilir. Fakat bu konu da bizim bu çalışmamızın dışında kalıyor.

Çağın sorunu:


Özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinde islami hareketlerin yoğunluk kazandığı ve buna paralel olarak toplumların bünyesinde daha önceden ’’nüve kurum’’larda üstenen batı yanlısı aydınların, kendini aşmaya çalışan müslüman halkların önüne gizli set diyebileceğimiz özelliklerinden olan „idol“ olma tutkuları ve özislami aydınların bulunmadığı yerlerde, nispeten başarı sağladıkları, ancak yeniden kendisi olma iradesinde ki gayret ve fedakarlıkları ile geriye dönüşü olmayan bir rota belirlemeyi başaran islami aydınların, aşmaya çalıştıkları sorunlarında, ne yazık ki yine kendi safındaki gizli idol hastalığı, kendisine en büyük engeli olup çıkıyor!

„Onlara ayetlerimiz okunurken dediler ki. Duyduk, dilersek biz de buna benzer sözler söyleriz ve bu, eskilerin masallarından başka bir şey de değil“ 8/31

Geçmişte var olan ve bugün hala devam eden, Müslüman alim ve aydınların (dolaylı/dolaysız) batının aydınlanmasına bilimsel çalışmalarının müsbet katkısı inkar ve reddi tartışma kabul etmeyecek kadar nettir.Hala da katkısı olmaktad, bugün Amerika ve Avrupa üniversitelerinde sayısı bir hayli kabarık rakamlara ulaşan islami kimlikli düşünür ve bilim adamları var. Bu şahsiyetlerin başarıları ne yazık ki medeniyetin hizmetine sunulması gereken buluş ve yenilikleri Modernizme hizmet etmekle övüneduruyor!

Ancak batının aydınlanma çağı aydınları bu yönüyle islam dünyasına etkisi menfi olmuştur. müslüman dünya sonunda modernizme teslim olmuşsa da, bu tesilmiyetten önce ciddi manada direnmeyide bilmemiş değildir. Şu an ise bilindiği gibi modern dünyaya tamamen teslim olmuş bir vaziyette de değildir. Azımsanamayacak bir kitle geleneksel (gelenek menfi ve müsbet olarak iki anlamda kullanılabilen bir kavramdır. Menfi boyutu ile değerlendirdiğimizde İslam aleminde kendi içinde sultanlara ve saltanatlarına hizmet için yarışan bir din anlayışının hakim olması için çırpınıp didinen geleneksel saray mollaları. Müsbet boyutu ile kullanıldığında ise batı ve batıcılara karşı özünde kalması için mücadele eden genelde batının tuzaklarına düşmeyen kanaat önderlerinin yönlendirdiği anlayış ve hareketler) ve müspet toplum biçimini yaşatma gayretindedir.


Burada eklemesi gereken bir konuda, İslam dünyasında batı yanlısı entelletüellerin kör taklitlerinin neticesinin getirileri, yabancılar için bulunmaz bir fırsat doğurmuştur. Üzücü olan bu tür yalnışlıklar, sonuçta modernizm sürecinin islam alemindeki ateşleyici rolünü üstlenmiştir. Özellikle osmanlı ’’Jöntürkler’’i yadsınacak derecede başı çekmiştir. Bunun yanı sıra İran ve Mısır da o dönemde aynı süreci yaşamıyor değildi.
Tradisyonal/geleneksel islam dünyası kendi asli değerlerini, kutsal kavramlarını, kendisini dışlayan modern dünyaya bırakırken, batının dayatmasından önce kendi içindeki batı yanlılarının azımsanamayacak sayısı ve özverili çalışmaları ile kucaklaşan bir çok düşünür, modernizmi insanlığın sapmasından ziyade kurtarıcısı olarak kabul etmelerinden kaynaklanmıştı.


Siyasi boyut ve Sömürüye hizmet


Yeni İslamcılık denilen modelin bir anlamda ’’ılımlı islam’’ diye telafuz edilen ve özellikle batının siyasi takımı, islam dünayasına sunmak istediği ve öteki adı modern islam olarak topluma algılandırılmak istenen model miydi?
Modern islam bize göre batılılaşmış islamdır. Batılılaşmış islam derken batının çıkar ve menfaatlerine destek olan, siyasallığını yitirmiş, dünün saltanatlarının yaslandığı koltuk islamıdır! Modern islamın öteki adı günümüz siyasi terminolojisinde Amerikancı islamdır. Özislamın deforme edilmiş versiyonunu batılılara beğendirme, Hırıstiyan dünyasındaki İncil’in kateşizmi, ’’reforme edilen İncil’’ örneği gibi Kuran-i mesajların ilahi içeriğinden sıyrılıp modern kavramlar öncülüğünde(Batı pradigması) Kateşizm’leştirme hareketidir.
1994 yılında Türkiye diyanet vakfının Avrupa kolu olan (DITIP)’in yayınladığı, Alamcaya çevrilen ‘’İslam Kateşizmi’’ adlı kitapcığı bir anlamda bu konuya en iyi örnekliği sunar. Nitekim -ABD ve İngilterenin istekleri doğrultusunda- dıştan böyle bir talebin var olduğu, gizlilik olmanın ötesinde resmi istekler haline gelmiştir!

Siyasal islamcı çevreler bile dıştan önerilen bu yeniliğe karşı yenik düşüyorlar! Batı'nın dıştan dayatmasınadan ötürü siyasalıkarından ve muhafazakarlıklarından, dahası kalıcı ve değişim kabul etmeyen değerlerin (örnek tesettür)den dahi ödün vermeyi maslahat gereği normal karşılar olmuşlar. Şu anda islam dünyası ’’Evrensel islami hareketler’’ olgusu ile dışarıdan dayatılmak istenen ılımlı (modern) islam dünyası arasında bir anlamda tıkanıklık ve fikri çatışma devresine girmiş,
kilitlenmek üzere olan bir süreci yaşıyorsa da siyasal islamın eylemdeki onurluluğunun getirisinden ötürü tercihten öte kararını doğrudan yana koyacaktır.

Batılı teorisyenler ve islam dünyasında islam inkılabı ile birlikte hızla ilerleyen Siyasal islam rüzgarına karşı üretilen ılımlı islam aydınlarının, İslam dünyasının çeşitli yerlerinde hummalı bir çalışmayla bu konuyu halka indirgrmrk için çalışmalarını sürdürmekte. Nitekim Bu ülkelerin başında Mısır, Suriye sair olmakla Türkiyedede çiddi bir boptansiyel var Rahatlıkla denilebilirki Türkiye diğer islam coğrafyalarına göre en başı çekmekte
Türkiye kanadı olarak. Malum birçok zevat ve bunların haricinde elbette bilinen bir kısım entellektüellerde sayılabilir. Ancak konumuz açısından birer ‘’prototip’’ yeterli olmalı, Rasyonalizm’i çok ustaca kullanmasını bilen yetenekler olarak; içinde bulundukları yeni ekolle, kendi açılarından İslama yeni bir yorum getiriyorlar. Yeni akımın bu öncülerine göre Siyasal İslamın iflası ilan edilmeli, 'Yeni İslamcılık'ın teorisi (oysa islam teori değil hakikattir) yaratılmalı ve bu dalgada öncülük yapılmalı . Özellikle yeni İslamcılık kavramının ideologlarından olan İhsan Eliaçık ve Ali Bulaç’ın bu alandaki çalışmaları dikatli bir şekilde incelenirse daha sağlıklı tespitler elde edinebileceğimizi bilelim.

Modernizm Sömürüsünden kurtulmak!

Her halukarda batıdan doğuya doğru esen bu tür kasırgaların asıl müsebbibini batıdan önce içimizde aramaktan geçer. Kendimizde, ’’Sömürü’’ terimini maddi fenomenlerin ötesindeki anlam zeminini oturtmayı başardığızda, tablonun ne denli vahim karelerle doldurulduğunu ancak o zaman daha gerçekci değerlendirecek ve göreceğiz.


Modernizm rüzgarının şiddeti, bizi ve bizimle birlikte ailemizi de bu sürecin içine katmıştır. Kuşatma, ilk dalgasını takriben iki asır önce başlattığında bu denli vahim tablo oluşturacağını elbette o günün islami aydınları görememezlik gibi bir naifliğe düşmüşlerdi. Bu öyle bir süreçti ki, batılı olmayan müslüman ülkelerin tamamına yakın ve uzakdoğunun kahır ekserinide etkilemekten geri kalmamıştı.
Bu rüzgar, günlük hayat tarzının değişime uğramanın çok ötesinde idi. Öyleki ruhsal ve düşünsel melekelerimizi de teslim etmiş, bir kişilik ve toplum olarak içinde bulduk kendimizi.


Modernizm’in sunuduğu özgürlük adı altındakı bu değişim, yetinmeyerek islami sorululuklarımıza öncülük etme iddiasınıda kabule yakın bir zihni oluşum aşamasına getirdi. Sorunlarımızın çözümünde referans olarak batının modernizm’inden etkilenmeden çözüm sunamaz bir aşamada kabul ettik kendimizi.

Batılı ve batı yanlısı aydınlar ki; buna bir kısım doğulu aydınlarda dahil. Hırıstiyanlık ve sair dinlerin insan ruhunu gerçeklerden uzaklaştırdıklarına, insanları hayattan uzaklaştırıp metafizik alemine bağladığından ötürü eleştirmişlerdir. Batının aydınlanma dediği çağla başlayan, sinsi düşüncenin islama sızması ile islamında aynı role sahip olduğu terennüm edilmeye başlandı.
Ancak İslam kültürü, tamamiyle olmasa dahi, büyük ölçüde bu dinlerden farklı ve dinamizm yüklüdür. İşte batı siyasileri islamdaki bu farkın islami aydınlarca fark edilmemesi, islam ile hırıstiyanlık ve diğer semavi dinler arasındaki bu çelişkiyi görememesi için, semavi dinlerin hepsini bir kategoriye koyarak, bilinçli bir yanlışa sürüklemek istiyor. Böylece bazı islami aydınlar, hırıstiyanlıktaki protestan mezhebinin yaptığı gibi İslam içinde ’’zamanın gereklilikleri’’ olarak reformların kaçınılmazlığını öne sürerek, islamı olması gereken mecradan saptırmak ve böylece evrensel siyasal islama dönüşmemesini düşünürler.
Oysa İslam’ın hrıstiyanlıktaki gibi reforma ihtiyacı yoktur ve tarihi geleceğinde de olmayacaktır! Velayet meciinin islamda kopuksuz olmasının sırrı burada yatar.
İslam dünyasının esas sorunu islami aydınların uluslararası derin siyasi çatışmaların en önde rol aldığı bu konuya yeterince aşina olamaması ya da böyle kabul edilmemesidir.

Nitekim İslam’ın yalnızca adalet, önderlik, hürriyet v.s ilkeleri terimsel olarak gündeme alınması yeterli değildir. Toplumu dinamik bir halde, evrensel islami harekete götürmek için,i derin siyaset içeren, yukarıdaki ikilemden çıkması gerkliliği, adalet, önderlik, hürriyet sair ilkeler kadar önceliklidir.
Dinin seküler’leştirilmesi açılımının, dini orijinliğinden uzaklaştırma olarak nitelendirilmesinin daha doğru olacağına inandığımız ’’Modern islam Düşüncesi’’. Kendisini değerlerinden kopmamış orijinal bir yaklaşım olarak takdim etse de, varlık sebebi ya da temel karakteri olan geçmişine tepkisellik, dinin mensubu olan genel halk kitlesini sandığından daha belirsiz ve bir o kadar da kaygan zemine hareket etmeye itmektedir.
Ayrıca evrensel kapitalizmin gereklilikleri ve liberallik gibi kavramlar yüklenince, mevcut sekuler din anlayışının kaosunu anlamak ve içinden çıkmak daha bir girift olmaktadır.
Modernizm ve islam açısından hatırda tutulması gereken önemli bir diğer hususta, islam dünyasında modernist çalışmaların yere basan sağlam ayakları gözle görülür bir üretim oluşturmuş değil.
Kendi içlerindeki çeşitlilikleri ve islam toplumlarındaki farklılıkları, onların bu konuda sağlam bir planlarının olmadığını da gösterir. Özellikle model ülke olarak Türkiyenin öncülük yapmak istediği modern islam teortisi, fikrinin savunucuları arasındakı fikri dağınıklık ve paradigmalarındaki farklılık, oluşturmak istedikleri sistemin ne kadar uzaklarında olduklarını rahatlıkla sırıttırıyor.
’’İslam modernizmi’’ kavramı ile batının evrensel olarak sunmak istediği kriterlerin arasındaki farklılığı asgariye düşürme çabaları da keza kendileri açısından farklı bir ikilem!
Yüzeysel olarak savunulan belli başlı bazı "sloganlar"ın ötesine geçemeyen laik elit, kabukta kalma olarak algılanan modern islam için, yeni olgular üretmek zorunda bırakılan ve bu sorumluluğun yüklediği vebalin altındaki eziklik ile çırpınan batılı modernistler topluluğu, bu düşüncenin yapısını tahlil etmeyi hedef edinen hemen bütün çalışmaların da, yerli islam modernistlerin tekdüze ezber denilebilecek belli konulardaki görüş ve düşüncelerini, defalarca tekrarlamak ve yeniden sıralamaktan öteye geçmemektedir.
Esasında başka türlü olması da imkanları dışındadır. Şöyle ki; "Özislam sorgulaması" modernistlerin kabul ettikleri ’’dinde aklın mutlak otoritesi“, "zamana özdeş, dinde kolaylık", "değişim ve "ilericilik" gibi daire kavramlar içinde sunulan düşünceleri, aynı kavramların derinliklerine inildikçe, farklılaşma ve tezatlar, birbiriyle uzlaşamayacak kadar derinleştiği, kendileri açısından da görülmüyor değil.
İşte Modern islam düşüncesi denildiğinde, neyin nasıl anlaşılması gerektiği hususunda yanlışlara düşülmemesi için, modernist islamcılar adına kimin hangi hakla ne söyleyeceğini, sözsel modern görüşlerin kimleri bağlayıcı olduğunu bildirecek fert ve kurumların müphemliğide farklı bir sorun olarak ele alınmalıdır.
Modernizm, kendisince uzmanlaşmış, kültürünü, bilim ve teknoloji yoluyla kazandığı birikimini, günlük yaşayışın zenginleştirilmesi ve rasyonel örgütlenisi için kullanılması gerektiğini savunarak, yaklaşımını modernleştirmek istediği dünyaya, hile, olmazsa güç yoluyla kabul ettirilmesi gerektiğini düşünüp, uygulamaya çalışırken, içine düşütüğü ikilemden, netleştirmek istemediği, sahip olduğu bilgi ve teknolojinin alt yapısı olan birikimlerini, geçmişin mirasından kopuk olmadan elde etiğini hiç mi düşünmek istemedi?
Aynı yerli modernistlerin dıştaki öncülerinden olan Bacon ve Descartes üstadlarının sahip olduğu bilgi dağarcıklarına vakıf olamamaları, savundukları parigmalarda ne denli vitrinlik olduklarını gizleyebilirler mi?
Öyle ki; Üstadlarının ’’Tekonolojinin yükselişi ile ekonomik örgütlerin yeni biçim kazanması sürecini’’ temel ilke kabul ederlerken İslami hareketlerin ve ümmetleşme sürecini ilkellik olarak kabul edecek kadar tezat oluşturdular!

Sonuç olarak:
Buraya kadar anlattıklarımız buzdağının görünen kısmını teşkil etmese de, bu çalışmayla açıklanacak kadar küçük ve önemsiz konuda değildir.
Bu güne kadar sultanların saraylarına sütun olarak kullanılan İslam, bundan sonra batının kokuşmuşluğuna alternatif olan yegane hayat nizamı olarak, batıya olan tehditi engelleme çabasınıda yadsımamalı,

Olayın toplumsal dejenerasonluğunu, Musevi kökenli saçaklı kot pantolon’ların, müslüman gençlerin bacaklarını alımlı süslemesine takılıp kalmak, işin ciddiyetini anlamamak demektir.
İslamın devrimci yasaları öncülüğünde, devrimci mücadeleyi kimin kontrolünde ve nasıl yapılması gerekiri, kirlenmiş beyinlerin sunduğu teoriler değil, Allah’ın yasası belirler.
Ancak çözümü ve ilkeleri belirleyen, İslamın öncü felsefesini yakalamak, dini sorumluluk Ruhu yüklenmeden geçen bu süreç, kendi bünyesinde yeni sorumlu adanmışları bağrında taşımasınıda göstermiştir.
İnanca karşı aklın özgürlüğünü öven, demokrasi şaklabanlığı adına seçilmiş aristokrat takımın, mutlak değerleri hukukun üstünlüğü adına, kula kul etme safsatası,
Batı evebeyn’inden doğan ikiz kardeşlerin Romantik düşlerinin dışa yansımasıdır bu.

Nasıl? ikizinin isteği ile boynunu kendi giyotin’ine uzatan komunistin ruhu, kardeşi kapitalistte hulul eder. Bir bedende iki ruh taşıyan ebter!
Rakibi islamın öz çocuğunu kendisine evlatlık almak ve ömrünün sonunda hizmetçi kullanmak öyle mi?
Dünyanın ezici çoğunluğu Adalet ve gerceğin yegane kaynağını, yalnızca kutsal metin olan Kur’an esintilerinden oluşacak geleceğin evrensel erdemler sitesinde birleşirken, dini kültürden öteye algılamak istemeyen ebter’in yaverine ne deme li?

Irkçı İbrani devletinin (sınırsız korsan) kutsal metinlerin hukuki üstünlüğünü erdem olarak niteleyen yaverlerin, kendi Kutsal değerlerine biçtikleri statü gerçekten Musa’nın, Bel’am-ı Baur’a sorununa yeniden odaklanmamızı gerektirecek kadar düşündürücü!

Nihayet:
İlahi dinlerin hiçbiri aklı reddetmez, edemez. Bilakis akla hitap etmek için delmiştir, ne var ki; objeler dünyasında salt (saf) akılla yola çıkılamayacağını özenle vurğular.
Keza Deneyim (yasası)’ın kanıtladığı olumlu bilimleri de ilahi dinler reddetmiyor. Buna göre bilimsel gerçekler konusunda bir çatışma sözkonusu değildir.
İslam'ın, bu tür konular içeren sorunlarını periyodik ve kronolojik olarak değerlendirecek sağlıklı aydınlara ihtiyacı dünden daha ivedidir. İslam ümmetinin iftiharı olan Alimlerden Şehid Mutahhari’nin doyumsuz eserleri ve Aydınlardan Şehid Şeriati, modernizm hastalığı adına ümmete yol göstericilik yaparak çok güzel tespitlerde bulunmuşlardı.
Batı dünyasında Modernizm adına sadece akli değerlerle (alkın bu denli öne itilmesinin sonucunda batının aydınlanma çağı dediği ve bunun hatırına dine ihtiyaclarının kalmadığını ve Tanrıya geri verdiklerini…) bunca bilimsel ilerleme, teknolojik yenilik ve diğer milletlerin medeniyetlerinden ödünç aldıkları nimetleri modernizmin hizmetine sunarak insana sözde huzur ve yeryüzünün cennetini vaad etmek adına hoyratça kullanmalarına rağmen huzur vermediği gibi. Bu huzuru getirecek, insanlığı yükseltip, gerçek mevkisi olan insan-ı kamile ulaştıracak en güzel yöntem ve en etkili reçete özislam değilmi ydi?
Hizbullah zaferleri ile birlikte Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ve diğer malum çevrelerin islamla sorunları var. Evrensel islam davasını kendilerine şiar edinmiş sorumlu müminlerin varlıkları, onların yukarıdaki hedeflerine ulaşmasını engellemektir.
Ve gayet tabiidir ki bu İsrail - ABD ve İngiltere patentli ’’ılımlı islam’’ namı diğer ’’modern islam’’ın önündeki engellerin yegane kaynağı velayet-i fakihten ilhamını alanlardır.

Dipnot.
1- Düşünce arayışı/Fecr yay. Ankara s.97
2- Ahmet cevizci Felsefe Terimleri Sözcüğü


Kerbela Kıyamının inkilaba yansıması:


‘’Aşura bir adanıştır, Maşuk’un dergahına bütün varlığı ile.
Tasua, bir velime ziyafetidir, maşuk’a varışın Arafe’sinde’’


Selam olsun Kurbanlıklarını adamak için Mekan olarak Kerbela’yı seçenlere! Selam olsun Kurban zamanını Aşura olarak seçenlere! Selam olsun yeryüzünün her yerini Kerbela addedenlere! Selam olsun hergünü Aşura addedenlere! Ve selam olsun Kerbela’yı ve Aşura’yı Mekan ve Zaman addetmeyenlere!

Kerbela Kervanı; kapkaranlık çöl gecelerinin tenhasında en ıssız ve ulu çöllerin ortasında kendine hayatta kalma çabası veren, nereye gideceğini bilmeyen, hali bölye iken, acımasız iklim şartlarının yolunu engellemeye çalıştığı, ama yolundan sapmak nedir aklına dahi getirmek istemeyen, garip ve bir o kadar da hüzünlü gece yolcusunun terennümü değildir.
Kerbela destanı; Nice binyıllar yolunun binde birlik yolculuğunu yapan yolcuların duygularını anlatmaktan ziyade, yolun kendisi için terennüm edilmiş harflerin bileşkesinden meydana gelmiş kelimeler dizesi de değildir.

Kerbela ve Aşura; En çağdaş silahlara karşı “silahı dua”dan başka bir şeyi olmayan mazlum ümmetin hal tercemesidir. Kimi zaman da “sözün silahtan daha tesirli” ve öldürücülüğünün bilincinde olmak, değilse bu bilinçle donanmaktır.

Kerbela’yı anmak ve anlamak; Telgıraf, telefon,rotatif, sanal iletişim ve uydu çağının “Kripto diplomasi”si kalleşliklerine karşı yalın bir halle “direk haykırış”tır,
Kerbelayı anmak; mazlumların safında zalimlere karşı .

Aşurayı anlamak, İmam Huseyn(s.a)’in misyonunu sahiplenmek, hiç bir millet, mezhep, ekol,sair oluşumların tekelinde değil ve olamaz. Zira Aşura kıyamı, var olan bütün bu oluşumları bünyesinde cem ederek onlara sunulan islam’ın iksiridir. Kerbela kıyamı, islam ümmetine özgürlüğün yolunu açacak, bütün değerleri bünyesinde barındıran insanlık tarihinin en şanlı kıyamıdır.
Yeterki insanlık camia’sı bir kez daha Aşura günün tefsirine ulaşabilsin. Bu gayret ve hamiyet islam ümmetinin muvahhid erlerinin özünde var ve islamın İzzet ve Şerefini koruyacak bir potansiyelin “öncü kadroları”dır bunlar! Aşura; senede bir gün ağıtlar yakılıp sine dövme merasimi değildir! Aşura bir çorba merasimi hiçmi hiç değildir! Aşura, Huseyn’in ve yarenlerinin şeb-i aruz’udur! Aşura, Kerbela serbederanlarının destan yazdığı bir “eyyamullah”tır. Ve Aşura kıyamının gizemi, Zeyneb-i Kubra’nın feryadı figanı ile ölümsüz ve tarihi nida da saklıdır. Bu feryat ve nidanın muhatabı sözsel olarak Ceddi Resulullah (s.a.a)’e ise de, mana ve maverada bizedir!
…Ve Kerbela, bir mekandan ziyade bir İlahi destanın yazılış sahnesidir. Kerbela’yı anlamak ve anlatmak, “Kuru Akıl ehli”nin anlayamayacağı bir destandır!
Kerbela ve Aşura; Kanlı ağızlarıyla barıştan dem vuranların şaşaalı ve cafcaflı sözlerin arkasındaki “gizli kripto”yu anlayamayan fikir Mazlum’larını uyutma terennümü hiçmi hiç değildir!
Hürriyet ve Azadeliğin sembolü olan Huseyn’in yolun mensuplarının bu tuzağa düşmeleri ise başlıbaşına hazin bir olaydır. Ve bu hüzünlülük, yeryüzü zalimlerinin kurbanları olan mustaz’afların karşısındaki sahte kuvvetin zalim ve zorbaların sahip oldukları “imkan ve gücün gerçekte Mazlum’ların olduğunu” anladıkları gün onlarin sonunun başlangıcı olacak ve bitecektir!
Kimdir Huseyn? “Heyhat! Mine z Zille” dir. En Devrimci değiniler çürük kalır yanında!

Kimdir Huseyn? ‘’Ben ölümü saadet, ve zalimlerle yaşamayı zillet olarak görüyorum’’ diyendir. En Kahraman insan’a ürkütücü gelir ölümü saadet bilmek, toprağın altını üstünden hayırlı bilmek, yeğ tutmak.
Kimdi Huseyn? Sünnü idi ki; Ceddi(s.a.a)’nin sünnetinin ihyası için bütün varlığını feda eden.
Hayır;Huseyn şia idi, Kıyamı Ali(a.s) gibi idi! Ali’nin kıyamı olan yolu devam etti. Hayır; Huseyn hem şia hem sünnü idi?!
Haayır, hayır! Huseyn (a.s) Adem’den Hatem’e (Allah’ın selat ve selamı hepsine olsun) kadar bütün “ilahi önderlerin varisi” idi. “Bu verasetin özünde bütün ümmetin vahdeti yatar”. Bundan dolayı her dönemin Yezit’leri İmam Huseyn’i karşının yarısı, diğer yarısına da ötekine ait değer olarak kabul ettirmeye çalışmışlar! Huseyn ümmetin tamamınındır.
Bugün ümmetin Aşurası, islam aleminin kerbelası, hergünve her yeridir.
Tarih; iyi ile kötüyü ayıracak en iyi Rafineridir. Tarih; haklı ile haksızı net bir şekile ayıklayıp ayıramasa dahi, temiz fıtrat sahipleri elbette gelecekte tarihin tozlu rafları arasına serpiştirilmiş hakikat karelerini bir araya getirerek bu tabloyu oluşturacaktır.

Kerbela’da toprağa düşen her nefh’a zamanın en son anına dek Adem evlatlarına diriltici bir Ruh olarak geri dönmüştür! Öyle bir Ruh ki; zaman bunu hep yaşatmştır! İslam tarihindeki onurlu kıyamlar bunun en güzel ve en açık nümune’sidir. Yüzler, binler yıl sonra dahi yeryüzünün en doğusundan en batısına, Akl-ı selim insanlar ve hür vicdan sahipleri, üstü örtülmek istenen bu hikmet kıyamının gerekçeleri ile ilgilenmiş, irdelemiş, tahlil etmiş. Sonuçta İnsan’i değerler için yegane kıyam abidesi olarak kabul etmiş ve onun bayrağını yeniden yükseltmitir!

“Kıyamet’e kadar hakla, batılın netleştiği sahne’dir. Ve hiçbir yerinde Remiz yoktur Kerbela’nın.”
Aleni yapılan hak, batıl düel’inin meydanıdır kerbela. Diriliş muştularının sunulduğu hakkın her hareketi, bu sahnede Huseyn’de tecelli eder! Zira, Huseyn Kemal olgu’nun taa kendisidir bu sahnede. Batılın Şahdamarını keser Huseyn’in hamlesi (Sınıf, Irk, Kabile, Mevki, Şöhret, v.s).

Ve yeryüzünde Zerdüşt tapınaklarında tanrıları adına yakılan ateşgedeler deki ateşten daha büyük bir ateş(aşk)le, yaşamını peygamberi kendi eliyle uğurladığı gün, peygamberle sine’sine gömen Ali’nin, Zülfikarı’nın kınında paslanmaya yüz tutmasına müsaade eden Ali. Evet o Ali’nin oğlu Huseyn! Vurduğu darbe ile kıyamete kadar yapılacak ibadetleri kılıcının ağzı ile toplayan Ali!
O Ali’nin oğlu Huseyn! Sahnede şimdi Kerbela’da, hayır Bedir’de. Bedir’de, hayır Kerbela’da!
Hem Yezit’de dememişmi idi? Ah! Bedir atalarının o an orada olmasını nasılda istemişti?
Öyle ise; Allah adına yeryüzüne Hakim olabilmenin tek çaresi, Allah’nın kendi adına yeryüzüne diktiği nişane’leri kaldırmaktır.

Peki bugünle ilgisi ne? Tetbi’si nasıl olsun?

Ve kurulur mahkeme divana durulur saf saf, “Bi eyyi zenbin gutilet?”(1) Kesilir dünün boğazları, ümmetin maslahatı ve Vahdeti adına!
Bütün bunlara rağmen, bugün Aşura. Vurulsun sineler, okunsun şiirler, ağıtlar birkaç saatlik!

Bugün Aşura! Huseyn adına, yarenleri adına! Huseyn bize ağlarken, biz Huseyn’e! Zeyneb’in esaretine, eli bağlı, ayağı prangalı Zeyneb’e ağlasın zamanın Hürriyet sarhoşu Zeynepleri!

“Wall Street” yazarları, Zeyneb’in lisan-ı hali ile punto düşsünler “The Post” gazetesine, demeçler verilsin, ümmetin hal-i pür melal”ine çözümler sunulsun. Acil çözüm konferansları yapılsın, Annapolis’te Süleyman mabedinin akibeti için, Huseyn’in ceddi, Resulü ekrem(s.a.a)’nin miracının yolunu özgürleştirmek adına!

Kerbela’da ve Filistin’de dün ve bugün dökülen kanların, vurulan Mazlum’ların haberleri, haber portal’larını süslesin ve daha bir okuyucu reyting’i kırılsın ve islami hizmet olarak övünülsün.
Sorunlara gerçekci yaklaşanlar, maslahat adına tenkitlerle devre dışı bıralıksın, ümmet ve vahdet adına?!
ümmetin birliği ve sahalı ABD ve İsrail’le uzlaşmadan geçer diye anketler yaptırsın ’’Plaza Medya’’. Belirlenen muayyen zamanlarda islami haklar aransın, “The Times”in köşe yazılarında, Strasburg’larda Zehra’nın Zeyneb’in iffet sembolü olan hicab’a! Fetvalar aransın
Beyazsaray devralsın dünün yeşil sarayının misyonunu ve ağır islamcı abiler “reel politika” terimini kazandırsın Pradigma’ya Kerbela kıyamının tahlilinde!
Dünün yükselen feryatları, İlahiyatçılar da Entelektüel’leşsin ve tekrar pradigma anlamlar kazandırılsın, ‘’Heyhat! Mine z Zilleh’’ feryadına!
Milyon milyon yumruklarda lime lime kalplerde Huseyn’ler yatarken senin te’vil in tahlilin yazılsın islami medya taşeronlarında.
Herşeyi talan edilmiş “bir ümmetin feryadıdır bu feryat”(2) Şecere-i tayyibe ile şecere-i habise’nin savaşıdır, Kerbela. Kerbela’nın tefsirini kaçırmak, hazin birserzeniştir Kerbela’dan!

Kerbela sahnesi bugün yeniden sahnede, dünün Ma’sum bedenlerin üstünde koşturulan en hırçın At’larla bugünün modern Tankları! Dünün ganimet olarak toplanan aba, kılıç, zırh, geriye kalan su kırbası ile bugünün birbaştan birbaşa talan edilen islam dünyası!
Dipnotlar:
1-... ayet
2- İmam Humeyni’den

İnkilabı’nın evrenselliği
’’İslam milleti insani vazifenin gereği, kardeşliğin akli ve İslami vazifenin gereği olarak, bu emperyalizim uşağının köklerini yok etmek konusunda hiçbir fedakarlıktan kaçınmamakla yükümlüdür’’(İmam Humeyni)
Bugün; özelde İslam dünyasında, genelde yeryüzünde yaşananlar, evrensel ve kadim insanlık tarihinin gerçek misyonunu üstlenmek için, bir kez daha düşünce gücünün tekrar ilahi öğretilerle birleştiriciliğin zorunluluğunu gösterdiği gündür.
Tarihe geri dönüşün, zamansal ve mekansal olarak muhal oluşu, bizi tarihin farklı çehrelerine bakan saha araştırmalarına dayalı, yeni ve farklı çıkışlarla zihinlerdeki projeleri toplumlara indirgeme gayretlerini gütmekten alı koyamaz.
İslam İnkilabı; oluştuğu güne kadar, tarihsel bağını ve perspektifini elden bırakmamış ve böylece bize bugün kü yerleşik beşeri sistemlerin ortaya çıkışındaki nedenlerin çok boyutlu bir resmini de sunumuş oluyor.
İslam Peygamberinden sonra, İnkilabın oluşum sürecindeki tarihi seyri, yapısal açıdan ’’özne’’sinden ödün vermeden, çok (tarihi, siyasi, insani ve sair) boyutlu yönünü ve sürecin uzama hakkını vererek, analiz etmemizi zorunlu kılar.
Bindörtyüz yıllık İslam süreci, İslami mücadeleler ve nihayet 1979’da başarıya ulaşan iktidar ısrarcılığı. İnsan’ın, Beşeri sunumlar yerine ilahi değerler arayışındaki ısracılığı ve kusursuz bir şekilde devreye giren Kerbela felsefesidir.
Bu açıdan bakılınca, Kerbela kıyamı ve bu kıyamın verdiği derslerin yeni kullanım biçimlerini, kendi zamanına uyarlayabilen ve olanaklı kılan öncüdeki yetenekleri ve ilahi şahsiyeti tanımayı da zorunlu kılar. Bu kişilik İnkilabın öncüsü olan İmam Humeyni’de tecelli eder. Ve kuşkusuz tarihin yetiştirdiği ender öncülerden biridir, İmam.
Dinin siyasi boyutu, yeni birikimler ve çeşitli izm’lerin süreçleri ve bu izm’lerin dimağlarda bıraktığı derin izlerden arındırma metodunu, Kerbela’ki ’’öz’’ ile yeniden inşa edebilecek çıkışları, öncü’nün ilhamını aldığı tarihi olayı ve kendi zamanı arasındaki sürecin kopuksuzluğunu yakalama yeteneği, ortaya çıkan Velayet-i Fakih olgusu ve aynılıklar, İnkılabı analizin temel taşları haline de geliyor.
Velayet-i Fakih olgusu; ki, bir anlamda Kerbela’da öncüye olan sadakat felsefesi ile özdeştir. Ve bu yaklaşımın en önemli katkısı, çeşitli ekollerde kesrete dönüşen ümmet algısını yeniden Vahdete dönüştürme ideali ve ısrarcılığı dır.
Bu ideal ısrarcılığın diğer önemli katkısı ise, edilgen İslamları kategorileştirmeden, çıkartıp tek gerçeklik üzerinden ortaya koyarak, aynı zamanda yeni sınıfsal oluşumlara ve bu sınıfların sosyo-kültürel özelliklerine dair imkanlar oluşturmasına engel olmayı sunmasıdır.
Bu anlamda, liderlik (velayet-i Fakih), sunduğu yeni perspektifle; sadece Batı’lı felsefeye sahip zümrelerin değil. İslamı, belli mekanlara sıkıştırmak isteyen yerli alimlere de, eski yaşam tarz ve zihniyetlerine dair, önemli veriler sunmuş. Onlara yeniden ’’öze dönüş’’ün ’’özeleştiri’’lerini yapma zorunluluğunu anlatabilmiştir.
Liderlik(velayeti fakih)’in kendine has özellikleri ve taşıdığı değerlerden taviz vermeden, sıfır töleransla İslam dışı değerler karşısında durması, ona ayrı bir farklılık ve haklılık kazandırmıştır. Gençliğin daha fazla teveccühü ve karşının endişesindeki asıl kaynak da liderlikteki üstün vasıfları manipüle edemeyişi ve...!
Ki, İslamın son otuz senedir geçirdiği (Kuram’dan eyleme) dönüşümler, İslam dünyası için yeni ve daha derin sosyo-politik eşitlik ve fikirsel birleşimleride beraberinde getirmiş. Bu tespitin, İslamla yakından ilgilenen Batı’lı sosyolog ve düşünürlerin ilgi alanında olması da, yeniden dünya’ya ilahi çıkışlı sosyal olayların ilham kaynağını oluşturmuş, İnkilabın değer ve önemini bir kez daha haklı çıkarmıştır.
İslamı Kuram’sal çerçevenin dışına çıkaran İnkilabın Şuleleri, evrenselleşerek kalıcı islami değerlerini sunması, ve yeniden eylemsel çerçeveden yola çıkarak dil, ırk, coğrafya, kültür sair farklılıktaki toplumlara sunduğu dönüşümü; siyasi, kültürel, sosyolojik, askeri, bilimsel olarak tarihsel eleştirel bir perspektiften analiz ettiriyor. Nitekim çeşitliliklerin sayısallığından öte, ilgili toplumların ihtiyaç duyduğu değerler manzumesinin önemidir, söz konusu arayış.
Latin Amerika’dan Asya’ya, Asya’dan Afrika’nın en uç köşesine kadar yayılan ve temelde aynı beklentileri (insani/ilahi değerler manzumesi) olan çeşitli Milletlerin arayışları, İslam İnkilabı’nın özündeki dinamikleri görebilmeleri dir.
Nitekim Avrupa’da bu konuda kendi payına düşeni almaktan kutulamamış. İslamın Kuram’dan eyleme dönüşü, Batı’daki birinci aşama olan Kuram’da yoğunluk kazanması, Kuram’sal çerçeve tartışmasında kalıp kalmamalısı, otuz yıl gibi oldukça kısa olmasına rağmen, okur ve benimseyenlere, Batı’lı aydınların neden eleştirel gerçekçilik Kuram’ı, diğer islam dışı yaklaşımlara tercih ettiklerini ve bu Kuram’ın, ontolojik, epistemolojik ve dahası eskatolojik yöntemsel artılarını hissettirecek dolgunlukta olduğunu itiraf etmekten çekindiklerini göstermektedir. Batı çok iyi bilmektedir ki, söz konusu yöntemlerin gerçekliklerini itiraf etmek kendisine ait değerlerin imhasını ve medeniyetinin batışınında ilanıdır.
İslam İnkilabı’nın en belirgin özelliklerinden biri olan, eleştirel gerçeklik Kuram’ına dair iddiaları, olaylara önyargısız kendi değerlerini açması, ilgi duyanı bu yaklaşımın içine taşımış, kitlesel verimliliğine dair elle tutulur veriler sunması da farklı bir buyut. İşte İslam inkilabı bunu ıpatlamıştır. Bu hakikate ne 1789 Fransa devrimi, ne de Ekim 1917 Rus ihtilali ulaşmıştır. Birincisi entellektüellerin kontolünden çıkarak gizli bir aristokrat tabakaya dünüşürken, ikincisi ise, askeri güç ve despotizmin simgesi olarak hizmette kalmasıdır. Yine birinci devrimin kendine has monşer’lerini, dış dünyaya sömürü ve kültür emperyalizmi adına ihrac etmesi, ikincisinin ise çevresine saçtığı korku imparatorluğu, bu devrimlerin analizine başlangıç olarak yeterli girişi sunacaktır sanırım.
Oysa islam inkilabının halk kitlelerince benimsenmesi ve halktan kopuksuzluğu, bu kitlelerin dışında kalan, batı adına islam dünyasının başına musallat edilenlerin çok yakında nasıl bir inkilabla devrileceklerini bir kez daha gösterecektir. Bu devrimin Filistinde ve ırakta ayak seslerini şimdiden duyar olduk. Yakın gelecekte Mısır, Ürdün ve sair yerlerde olmayacağının garantisini kimse veremez.
Batı ve Batılı düşüncelere sahip olanlar için, İslam İnkilabı’nın yeniden gündemleştirdiği değerler. İnsanlığı Batı’nın Ortaçağ karanlıklarına gömecek vahim tablolar içerir vehmidir. Bu tür düşünürler çok iyi bilmişerdir ki, İslam İnkilabı; küresel, ulusal ve yerel olarak üç ayrı zeminde, ayrıca; politik, ekonomik ve kültürel süreçler arasında kendisine has özelliği ile ’’ağ’’ dokuyarak ve bu süreçlerin iç içe geçmişliğini özenle dikkate alarak genişliyor olmasıdır.
Batı ve onların İslam dünyasındaki yerli işbirlikçileri, söz konusu ’’ağ’’ın oluşmasını engellemek ve bunun içinde yüzyıllar buyunca kullanılan Şii-Sünni silahını elden bırkmayı hiç düşünmemiştir. Nitekim, Batı’nın kendi Ortaçağ hastalığını İslam dünyasına yayma çabası, onların her kulvarda öncü kalmasını sağlamıştır. Bundan ötürüdür ki; İmam Humeyni, bu tür düşünce sahiplerini, ’’İslam ülkelerinde, kirli eller, Şiiler ve Sünniler arasında ihtilaf yaratıyorlar. Bunlar ne Şii nede Sünnidirler. Bunlar emperyalizmin elleridir. İslam üklelerini ellerimizden almak istiyorlar’’ Sözüyle deşifre etmiştir.
Bütün sistemler; devlet, yerel yönetim, Ekonomi, sermaye, Kültürel oluşum, eğitim, toplumsal sınıflar arasındaki ilişkilerin hukukunu belirleme ve yaşamsal mekanların oluşumuna, kaçınlımaz olan etkileri ile kalıcı ve doyurucu olduğunu iddia ettikleri hukuklarını cebri/ihtiyari sunmak isterler.
Bugün özellikle Ortadoğu’da var olan sorunlarda, İslamın sahip olmak istediği söz hakkı ve ısrarcılığın haklı sebebi,( elbette İslam salt maddi fenomenler dünyası değildir) çeşitli politik çıkarlar, popülist siyasetciler, partizan ve kayırmacı ilişkilerden uzak, aile ve kabile sermaye birikiminin sahnesi olmaktan çıkmış, bizatihi halka/hakka ait olan oluşumlar oluşturmak ısrarcılığıdır.
İslam İnkilabı: Ortadoğu da, despotizm ve elitizm’den kurtulmak isteyip, bölgenin asıl kültür ve inançsal değerlerine kavuşmak istemesi, kabilesel ve partizan rantların, hizmetlerin paylaşımında ki eşitsizlik, yerini sosyal sınıfsızlık, adalet ve İslam hukukuna ihtiyacı olan ısrarcılığı, ulusal mekanlarda ayrışmaları derinleştirerek yaygınlaşasını da beraberinde getriyor.
Evet, İslam İnkilabı bu çıkışlar içinde gelişmektedir. Evrensel İslam diye kavramsallaştırılan gelişme aşamasındaki son yüzyılın İslamı, Batı’lı ülkelerin kentlerine her geçen gün biraz daha fazla nüfuz etmeye başlamış olması, bizi ne denli ümitvar kıldığının haklılığını da vermektedir. Nitekim Avrupa kentlerinde önemli potansiyele ulaşmış aydınların İslama bakış açıları, İslamın Avrupa’ya sunacağı yaşam tarzına, teorik, bilimsel ve ilmi refarans sunma istekleri de, farklı bir çalışma gerktirir.
Peki bütün bunlara rağmen, gözümüzü kamaştıran bu kutsal görüntünün arkasında yatan ve gözden kaçan diğer gerçeklikler nelerdir? İşte burada İslam İnkilabı’nın sürekliliğinde ki kendisine has, ikili kaynak durmaktadır. Bu kaynakların zaman ve mekan üstü olma özelliği, kendi tanımıları ile mucizeliğini ispatlıyor olması, dahası kendilerine rakip kabul etmeyecek kadar net sunumlarıdır.
Şehit Beheşti, İslam İnkilabı’nın gizemini şu cümlelerle açıklamak ister. “Eğer gençleri 1400 yıl öncesinin terbiyesiyle yetiştirirsek, az bir topluluğun iki imparatorluğu yerle bir ettiği gibi, aynısını günümüz süper güçlerinin başına da getirirler diye korkuyorsunuz’’ diyerek, adeta İmam Humeyni’nin ‘’İslam ülkelerinde, kirli eller, Şiiler ve Sünniler arasında ihtilaf yaratıyorlar. Bunlar ne Şii nede Sünnidirler. Bunlar emperyalizmin elleridir. İslam üklelerini ellerimizden almak istiyorlar’’ sözünün açılımını sunuştur. İmam Humeyni, sunduğu bu cümle ile İslam ümmetine kutsal vazifesini hatırlatıyordu!

Bilinçli Sorumluluk!
Sorumlu adanmış tanımı nasıl ve hangi kritere göre olmalı? Bu kavramınTanımı; egemenlerin payandasına mağlup olmamış, Batının beklentisi olan ve kendisine hizmet etmekten kaçınmayan "entelektüel" ve "Geleneksel, Doğulu saray Mollaları" karakterlerine karşı "evrensel İslami değerleri" ki bu değerler " Vahdet" ve "Tevhid'den" uzak düşünülemez, kişisel ve toplumsal sorumluluk bilinciyle Adalet ve Hürriyeti kuşanmış, varlığını ve hayatını bu değerler uğruna savaş ve mücadele alanına sürmüş gerçek bir mücadele İnsanın portresini yaratan ve yansıtanmı olmalıydı?
Ya da
''Yüzeysel'' ve ''şişirme'' oluşumlardan uzak, sembolik, akademik ve kültürel değerler bataklığına saplanmadan kalıcı ve olgun değerler manzumesine adanmış, ilgi çekmenin ötesinde ilginç olanı başmanın kazanımlarına gönül verebilme algısı mı taşımalıydı, sorumlu adanmış.

Sorumlu adanmış: “Sürekli devrim” bilincinin sınıfsal bir tabakaya ait olmadığını , her müslümanın tabi'i bir Hakkı ve Hakkı olduğu kadar sorumluluk alanına giren değilse en erken süreçle aday olmaya, kendi adına sorumlukuklarını yerine getiren bir portreyemi sahip olmalıydı?

Objeler dünyasındaki değerler dolaylı-dolaysız İnsana ait içsel dünya'yı değersizleştirdiği bilinendi. Emek eşittir metanın dönüşümünden önce dönüşüm için gerekli olan fikirlerin üretimiydi! Yalnız meta üretmeyi düşünen fikirde haddi zatında kaale alınmayan fikir değilmiydi? Şu halde sorumlu adanmışın tanımı nasıl olmalıydı?

Sorumlu adanmış tarafından üretilen fikirlerin İnsan dünyasında var olan bilginin yeniden biçimlenmesini zorunlumu kılmalıydı? Birbaşka deyim ile içte var olan fay hatlarının kırılmasını zaruri kılan bir bilgimi üretmeli idi, sorumlu adanmış?

İyi ama, bu bir sınıf mücadelesimiydi? Ezenle ezilenden öte, bir evrim geçirmiş olmalıydı ki; mevcut sınıf mücadelesi ile ''bilginin yerli yerinde kullanılmaması'' ve bunun kaçınılmaz sonucu olan hedeften sapma ve kendine yeni bir güzergah edinmesinden mi kaynaklanıyordu?

Yoksa,Sorumlu adanmış derken; ''Öze dönüş'', mutlak değerlerin asıl kaynağına dönüş yapmayı bilen ve onu kendi şahsında pratiğine yansıtan mı demekti? Yepyeni bir bakış ve görüş açısı kazanmış, Geleneksel (edilgen) yaklaşımdan uzak, statükocu tavırdan sıyrılmış, zeki kavrayış ve bilgiye dayalı, yeni bir diriliş ve sosyal yaşam gerekliliklerini bünyesinde barındıran İslam'a dönüşün şahısta tecellisimiydi?

Bu eleştirel tablo içerisinde, bütün ''ezberleri bozan'', Tevhid, Nübuvvet, Adalet ve Hürriyet temelinde yükselen devrimci nefha'nın (ki bu nefha'nın kendisine ait bir kutsallığı var) teori ve pratiğini birleştiriciliği ile şu ana kadar yaşanan sürekli ''kırılma''ların onarımına anlamlı bir katkı sağlayan, aşama, aşama netleşme zorunluluğunu da beraberinde taşıyacağının bilincinde olarak asıl hedefine ilerleyen, hedefin kendi yörüngesine oturması ile birlikte, bu zamana kadar alınan geri dönüşümler ''ezberi bozma''nın ''yeni mesaj''ın ne kadar anlamlı olduğunu gösteren bir kişikmiydi sorumlu adanmış!

Buraya kadar belirtilen kriterleden yola çıkarak; Sorumlu adanmışın aynı zamanda ''Salt Fikri mücadele verenler'' ve ''rahatı yerinde olanlar'' için, ''bu dönüşüm'' den duyacağı rahatsızlığıda hesaba katarak. Düşüncenin doruklarına ulaşmak mutlaka taşlı ve dikenli yollardan geçmeyi zorunlu kıları, ayrıca ''düşüncenin özü''nüde ''Tarih Kitapları''nın tozlu sayfalarında aramaktan ziyade kişioğlunun kendi iç dünyasında araması gerektiği kaçınılmazı olmazsa olmaz olarak tenkit ve tahlil zorunluluğu ile ayan beyan anlaşılması gerekiri açılayanmıydı?

Hem mücadeleleri Şehirlerin görkemli Saraylarında değilde, zulme uğramış ara sokaklardaki kuytu, küflü, nemli başkalarınca varoş kabul edilen yerlerde aramak gerekiri de bilenmiydi sorumlu adanmış?

Şunu da eklemek gerekir ki, Özgür yarınlara özlem duyan yürekler, kendilerinde buldukları dinamiklik ve imkanları nisbetinde katkıda bulunabilirler.

Sürekli devrim bilincinin zorunluluğuyla birlikte ''statükoya karşı'' koyabilen özgür hareketlerin yeterli bilniç düzeyine erişmediği taktirde göreceli dönüşümlerin ''devrimci İslam''a katkısı kendisini sorgudan kurtarabilir iddiasında bulunamazdı.

Kaldı ki; devrimlerin kendisi zorunlu olarak kaşrıya tehlike ve tehdit sunarken devrimin kendiside karşının saldırı tehlikesinden kurtulamaz. Olgunun kendisi parçadan bütüne (evrensel) doğru yol alırken, parçanın kendisi ise bütünle alması gerekeni, süreç (zaman) sonra bütünün kemaletini kendisinde bulamazmı ydı? ...

Bu konuda son söz İlahi öğretinin katkısız ve tartışma götürmez haykırışıdır '' İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir...'' 2/177

Sonuçta yeniden iki kutuplu döneme girdik! Geçmişin iki kutuplu dünyasındaki soğuk savaşın bir nevi danışıklı dövüş olduğu İran islam inkilabı’nın semeresi ve açılan siyasal islamın getirisi ile sonradan anlaşıldı. Geçmiş dönemdeki savaşın formülü 2 sömüren, 1 sömürülen idi. Soğuk savaş sonrası kısa bir dönem için bir sömüren ve sümürülen oldu ise de, 21. yüzyılın ilk yarısında yeni Küresel kavramlar türedi. Kuşkusuz her kesimden insanların içini doldurarak-dolduramayarak kullandığı, özellikle terör, adalet, bağımsızlık gibi kavramlar daha öncede yok değildi. Ancak bu kavramlar "Küresel siyasi kavram"lar haline geldi. Öyleki devletler karşılıklı düşmanlarına kullanmaktan çekinmez oldular. Ortaduğuda İslam aleminin sinesine kanser tümörü gibi yer edinen Siyonist İsrail bir yandan "devlet terörü" uygularken öte yandan da Ortadoğu'da yalnızlaşmış mazlumları oynuyor, Kukla arap rejimleri ise can çekişmekte olan bu rejime taze kan pompalamakla uğraşıp, yeniden hayat bahşede dusrun.
ABD ise; dünyaya karşı, teröre destek veriyor safsatası ile İran'a savaş açmanın eşiğine kadar gelmiş bir halde. Daha ötesi İran gibi güçlü ve bir o kadar da onurlu ülkenin en önemli gücünü "terorist güç" ilan ediyor. Bunun tarihteki eş anlamı, Yezid’in Kerbela kafilesine baktığı bakış ile aynılık. Bütün bunları birbuçuk milyarı aşkın islam aleminin gözünün içine bakarak, yapıyor, söylüyor?!

Güçlünün egemenliğini kabulenmeyen, sömürüyü onaylamayan, her inanç ve ideoloji'yi Hizbullah gibi bağımsızlık hareketleri ABD tarafından terör kavramıyla tanımlanıyor...
Sonra? Bilinen islam inkilabı değişimiyle gelen, bir tarafta sömürmeye alışmış, öte tarafta ise sömürülmek istenmeyen yeni iki kutuplu dünya. Asıl sorun ve sonucu bünyesinde barındırır bir vaziyet halini aldı.

Sorunun çözüm görevi hala netleşmiş değil. Sorun terör kavramı ile birlikte adalet ve hürriyet kavramlarını da gerçek manada tanımına kavuşacak. İşte tam bu aşamada dünyanın pek alışık olmadığı bir kişilik ve müssese devreye giriyor. Velayeti Fakih!

Özelde Batı'nın, genelde dünyanın alışık olmadığı eşitlik ve adalet pradigmasını şekillendirmek ve yeniden tanımlamak istiyor.Nasıl bir mercii, nasıl bir öncü?

Velaeti Fakih makamının ''siyasi pradigma''sı ile ''olmazsa olmaz''ı olan Adalet, eşitlik, Hürriyet kavramların ilham kaynağı nedir, nereden besleniyor? Kendi kişisel siyasi terimleri mi? Elbette hayır. İslam devriminin değerler manzumesinin kaynağını semavi'likten aldığı tartışma götürmez bir realite. Velayeti Fakih makamı ve kimliğinin ise kalıcı olduğu bilinendir. Ancak bu makamı vekaleten yürüten kutlu şahsın ölümsüz olmadığıda gerçektir. Şu halde makamı temsil eden şahıstan ziyade makamın kutsallığı birilerini rahatsız ediyor! Dünün Mekke’si, dünün Şam’ı!

Biz günümüz dünyasına çeki-düzen vermek isteyen, mevcut iki kutubun Felsefesine kısaca değinelim. Bakalım, sonuçlara ulaşabileceğiz?
Söz konusu kutuplar, ABD-İsrail ve Batı(ki bir kutuptur) ile İran islam Cumhuriyeti!

Önce ABD'nin dünya ya sunmak istediği değerlerin kaynağı olan bağımsızlık bildirisinden bir pasaj sunalım: "Bütün insanların eşit yaratıldıklarına; yaratıcıları tarafından onlara hayat, özgürlük ve mutluluğu arama hakkı gibi geri alınamaz bazı haklar verildiğine inanıyoruz" Evet, Batı dünyasının öcnüsü olduğunu iddia eden, ABD’nin bağımsızlık bildirgesindeki tanım. Peki açılımı nasıl?

Açılımı; Bu belgede ifadeye dönüştürülen yönetim ilkeleri için Thomas Jefferson ise şöyle diyor:

"Biz şu gerçeklerin açık olduğu görüşündeyiz: bütün insanlar "eşit" yaratılmışlardır, onları yaratan Tanrı kendilerine "vazgeçilemez bazı haklar vermiştir", bu haklar arasında "yaşama", "özgürlük" ve "refah"ını arama hakları yer alır, bu hakları korumak için insanlar arasında meşru, iktidar hak ve yetkilerini yönetilenin rızasından alan hükümetler kurulmuştur. Herhangi bir hükümet şekli, bu amaçları tahrip eder bir nitelik kazanırsa, onu değiştirmek veya kaldırmak ve temelleri kendi güvenlik ve refahlarını sağlamaya en uygun görünecek ilkeler üzerine dayanan, güç ve yetkiyi aynı amaçla örgütleyen yeni bir hükümet kurmak o halkın hakkıdır" (T.Jefferson’un tanımı olduğu gibi aktarıldı).

ABD Bağımsızlık bildirisinde yukarı daki "eşitlik", yasama", "özgürlük", "refah" ilkelerini prensip edindiğini iddia ederek Ortadoğu'da ve Afganistan'da kan dökerek övüne dursun, biz ABD'nin tanınmış politikacılarından Zbigniew Brzezinski'nin "İran'ın zamanı geldi" adlı makalesindeki şu cümleleri de okuyalım: "Ortadoğu'daki en yoğun nüfuslu ülke ve dünyanın önde gelen "enerji" üreticilerinden biri olarak İran, bugün Kuzey Kore gibi haydut devletler tarafından yürütülen büyük çaplı "itaatsizlik" ve "yalnızcılık" lüksüne sahip olamaz"
Ne anlıyoruz bu cümleden? Tabii ki, bizim tanıdığımız özgürlük ve bağımsızlık anlayışı çerçevesinde özgür ve bağımsız olabilirsiniz. Evet yanen, bu anlama geliyor.

Demokrasi, insan hakları ve eşitlik adına! Yeryüzü'nün Kıralları olmak isteyen ABD'nin öncüleri, Ortadoğu'nun mazlum halklarına kendi değerleri (sömürü) adına terör estirmeye devam ederken, bir de İran islam anayasası'na bakalım.

Acaba ABD Jandarması Şahlık rejiminin kabul edilemez ilkelerini red ederek, İslami bir anayasa oluşturarak onurlu hayat sürdürmeyi prensip edinmek isteyen Aziz İran milleti, yüzbinler Şehid vererek bağımsızlığını ABD'nin elinden geri almayı başarmış. İran milletinin evlatlarını terorist ilan eden ABD'nin haklılığı ne derece geçerli? Ne yapmak istiyordu, velayeti Fakih önderliğindeki yetmiş milyonu aşkın İran? İran İslam Cumhuriyeti anayasasının -dış siyasetinin 10. bölümünden madde 152 ve 154. maddeleri okuyalım.

Madde 152:
İran İslam Cumhuriyeti'nin dış siyaseti, her nevi egemenlik kurmak ve egemenlik altına girmeyi reddetmek, ülkenin her alanda istiklalini ve toprak bütünlüğünü korumak, bütün müslümanların haklarını savunmak, egemenlik peşinde olan güçlere karşı hiç bir taahütte bulunmamak ve savaş açmayan devletlere barışcı ilişkiler kurmak esaslarına dayanır.

Madde 154:
İran İslam Cumhuriyeti, beşeri toplumların tümünde insan saadetini, kendi gayesi bilir ve istiklal, hürriyet, hak ve adalet yönetimini, dünya insanlarının tümünün hakkı olarak tanır. Binaenaleyh diğer milletlerin dahili işlerine, her nevi müdahaleden tam olarak çekinmekle beraber, mazlumların zalimlere (mustaz'afi'nin müstekbirlere) karşı haklı mücadelelerini dünyanın her neresinde olursa olsun, himaye eder. (maddeler aynen böyle)
Nasıl anlamalı? Öncellikle 154. madde de yoğunlaşalım, fazla söze gerek kalmayacak, inanıyoruz ki aynı sonucalara varacağız.

Peki kim bu savaşı kazanacak? Kronolojik sıralamaya göre; gerek Tevrat, gerek İncil ve gerekse son semavi Kitap olan Kur'an İlahi adalet kavramlarından bahseder.
'' Şüphesiz Allah adil olanları sever'' Hucurat/9 insanın kemalete olan tutku ve isteği ile, mana'da var olan nihai kemal zirvesine ulaşmak isteğinden yola çıkarak, Kur'an'ın İlahi adaleti asıl olan diğer iki kaynak ( İncil ve Tevrat) taki adaletin kamil tanımlamayı da bünyesinde taşır.

Kuran öğretisi; uygulamadığımız bir şeyi niçin başkalarından beklememizi özellikle kınayıcı bir dille yargılarken, asıl etken, Velayeti Fakih'in siyasi kişiliğinde önemli etkisi olan ''inancı'' ve inancının olmazsa olmazı olan ''Adl'' (ki imanın gerekliliklerinden ve Allah'ın subuti sıfatlarından)’dır. Yani adaleti öncelikle kendi şahsında pratize edişi, O'nun diğerlerine göre haklılığını ve zerafetinin göstergesi olarak kabul edilmesidir. Buna Ortadoğu'nun Kahraman ve müslüman evlatları, velayeti Fakih Müessesine olan inancı ve bağlılığı ile karar verecek. Karar vermeninde ötesinde, amelleri ile ıspatlayacak, Siyonizm ve Batı emperyalizmine karşı aktif mücadele yerini almak ve İslam alemini Hizbullah’i düşünceye dönüştürecektir ve bunda gecikmeyecektir.
Kızıl lale bahçesinden inkılaba



Ve Miras(Din) yağmalandı. Emanet, (peygember Devlet’i) bölünüp parçalanmaya yüz tuttu. Ansızın galeyena geldi yeryüzü’nün varisleri olması gerekenler, hiç uyumaması gerekenler ve uykudan bir türlü uyanamayanlar! Olan olmuştu, elden çıkarılmaması gerekenler çıkmıştı.

Yarım asır sonra yeniden gözler o kutlu ev’in Ehl-i’ni arar olmuştu. Evden geriye kalan yegane miras, bir evlad ve onunla birlikte bir Kitap!
Adalet adına katledilmesi gereken o kutlu evin biricik varisi! Arz ile Asuman’ı birbirine bağlayan bir zirveden (Hıra) çöle hayat verir onun şahsında medenileştirir çöl olan Kerbela’yı Heyhat! Mine z Zilleh, diye feryat ederken koca bir Kıta. Susturulsun sesler.

Bugün; Nice yüzyıllar boyunca Fatıma evlatlarının dökülen al kanları ile kızıl lale bahçesine dönüşen islam coğrafyaları, bugün yere düşen her bir kırmızı Zehra gülü binler olup göğe doğru boy atmanın Arafesinde. Kanla cesetle üstü örtülmek istenen Hak’kın Hasbahçesi nin güllerinin bahardaki Filiz’lenmemin kokusu!

Şimdi: Şaşkınlık, sarsıntı, ne olduğunu anlayamama. Öyle bir şaşkınlık ki; bu şaşkınlığın verdiği sarhoşluk’tan başlar dönmeye başladı, kulaklar da ki çığlıklar ve uğultular beyinlerin taa derinliklerine kadar iniyor, yetinmiyor bununla, var olan Ruh’ları ve vicdanları tırmalayıp içine sızıyor ve… Evet ! Tanıdınız bu sesi? Bu ses Medine-i Fazıla)’in sahibi Resul’ün yebne’sinin sesidir.

Ama daha bitmedi ki! İlahi önderin gülistan’ı Kerbela’ya dönüştü bir kez daha. Öyle bir Kerbela ki, tarihin kara sayfalarının taraftarları bütün peygamberlerden öç alıyordu adeta. Sahne’nin bir tarafında; Nemrut’lar, Firavun’lar, Kayzer’ler, Han’lar ve daha nice niceleri. Hatta; Karun’lar, Bel’am’lar, Haman’lar Adem’den Hatem’e kadar biriktirdikleri bütün uğursuzluklarını bir bir gerçekleştiriyor lardı sanki.
Karşı da ise; aman Allah’ım nasıl bir sahne? Öyle bir sahne ki, Nuh, İbrahim, İsa, Yakup, Yusuf(a.s)’lar ve daha nice ilahi önderler gelmiş. Çünki; bugün Aşura!

Bugün hak ile batılın kozlarını paylaştığı gündür.
Bugün Musa’nın Tur’da buluşma günüdür!
Bugün Yakub’un sabrında sebat günüdür,
Bugün İsa’nın göğe kalkma günüdür!
Bugün İsmail’in kurban günü’dür!
Bugün İbrahim’in ateşle gülbahçesi’nin birbirine karıştığı gündür.
Öyle bir Şafak ki; tan yeri ağardıktan sonra güneş kuşluk vakti yörüngesinde durup ebed’e kadar hareket etmemeye ve bütün ışınlarını dökmeye adeta and içtiği gündür! Bunun içindir ki bize heryer Kerbela, hergün Aşura!

‘’Şüphe yok ki Allah, kendilerine cenneti vermek üzere inananların canlarını, mallarını satın almıştır adeta; onlar öldürürler, öldürülürler, her iki surette de vaadi gerçektir ve Tevrat`ta da sabittir, İncil`de de, Kuràn`da da ve ahdine Allah`tan daha ziyade vefa eden kimdir ki? Artık şu giriştiğiniz alış-verişten dolayı sevinin ve budur işte en büyük kurtuluş ve saadet’’./Tevbe ayet 111


Evet Aşura! Aziz ve Yüce Ruh’ların donatıldığı ilahi kıyamın ilham kaynağıdır.
Aşura, Asırlar boyu devam edip gelen, Asırları aşıp gidecek olan Kevserin akışıdır! Aşura, temiz vicdanlar da Adem’i Kerim’lilik, insani Erdem’lilik vasfının tezahürüdür.
Aşura, zamanın Yezit’lerinin mahkemesinde Zeyneb’i Feryadın ilhamıdır.
Aşura, İnsani Kemalet mektebi’nin açık akedemisi dir!
Aşura, İlim ve İrfan üstadı’nın(1)evrensel insaniyet medrese’si dir.
Aşura, İzzet ve ihtişamın yegane kaynağı dır.
Aşura, Huseyn’i cesaret ve yiğitliğin tüm zamanlarda sönmez meş’alesi dir.

Aşura, Allah’a imanın kurb’iyetinin tecelligahı ve bu tecelligahın dergahıdır.
Aşura, kanın kılıca galebe çalmasıdır,
AşuraZeyneb’i feryadın ihramıdır!
Kerbela kıyamı, Huseyn’i yiğitliğin ötesinde Allah’ın kanının, Kabe’nin oğlunun(2) varisinde tecellisidir.
Aşura, Kan’ın mikatıdır.
Aşura, Kur-an’ın tebliğden sonra eylemlerinin bütünlülüğüdür!
Aşura, İmanla Küfrün,Tevhid ile Şirk’in, amansız savaşıdır.
Aşura,Özgürlüğün, azadeliğin tefsirinin yapıldığı gündür!
Aşura; Adem’le Şeytan’ın bitmez savaşının terkarıdır.
Aşura, mananın maddeye, metafiziğin fiziğe galebe çalmasıdır.
Aşura;Huseyn’in ve yaren’lerinin Şeb-i aruz’udur!

Kerbela Kıyamı, insanlık mabed’inin Kıblegahıdır.
Kerbela kıyamında ümmet vahdetinin özü yatar“
Kerbela,Cennetle cehennemin ayrılış sahnesidir.
Kerbela; Bir tarfta bilgisizlik, karanlık, kin, nefret, öfke, bencillik, zulüm ve gurur hiziplerinden oluşan “Hizb-uş Şeytan’a karşı Bilgi, Aydınlık, sevgi, barış, birlik, adalet ve kardeşlik değerleri ile yoğrulan bir binanın birbirine kenetlenmiş kurşundan tuğlaların oluşturduğu “Hizbullah”ilerin karşılıklı kozlarının paylaşma sahnesidir!
Kerbela, Fıratın kana doyuşu ve Mezopotamya’nın kanla sulanışıdır.
Mezopotamya ise, “Risalet ve Medeniyetin beşiğidir.”(3)
Bu Medeniyetin çocukları Kerbela’nın kızıl Lale bahçesidir.
Kerbela nefha’sı ile toprağa düşen her bir canla binler olup canlara cananlar katılır yeniden, Velayet kervanına.
İşte böyle bir tarih serüveninin seyri var islam inkilabı ve velayet güneşinin.

“Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma. Onlar diridir ve Rabbleri katında rızıklanırlar” /Al-i İmran 169


İşte bu mükemmel direniş ve onurlu duruş, İmam Humeyni’de tecelli eden İmam Huseyn(a.s)’ın tavizsiz kıyam felsefesinin getirisi idi. Huseyn(a.s)in kıyam felsefesinin inkılab’ta tecellisi, İmam Humeyni’ye Tevhid bayrağını 14 yüzyıl sonra küfrün göbeğine diktirdi. Evet gönül rahatlığıyla diyebilirzki, İslam inkılabının cocuğu, Kerbela’da toprağa düşen nutfe idi.

İslam için sözsel mücadele dahi veremeyenler, acaba gerçekten inanıp Allah yolunda malları ve canlarıyla mücadele eden ve bu uğurda kendilerini feda edenlerle Adili mutlak olan Rabb’ul alemin tarafından bir tutulacağınımı sanıyoruz? Böyle bir düşünce, elbette zan’dan öte bir şeyi ifade etmez. Oysa ki zan’nın çoğu batıldır.

“ Onlar, dinlerini eğlence ve oyuncak saymışlardır, dünya yasayışı, onları aldatmıştır. Onlar, nasıl bugüne kavuşacaklarını unutup bile bile ayetlerimizi inkar ettilerse biz de bugün onları unuturuz.” /A’raf 51




Konu ile ilgili son sözü,Veliyyi Emri Muslimin Ayetullah Hamenei’n, İmam Humeyni’nin (r.a) 15. vefat yıldönümü münasebetiyle yapmış olduğu konuşmada aldığımız bir paragrafla bitirmek istiyoruz.
‘’Velayet-i Fakih’’ bazılarının algıladığı gibi sembolik ve teşrifati bir makam değildir ve aynı şekilde kanunları icra etme, yasama ve yargi görevlerine de sahip değildir. Sadece belirlenmiş yüce hedeflere ulaşma doğrultusunda rejimin bütün hareketlerini kontrol ve koruma görevine sahiptir.
Şia tarihinin her döneminde büyük fakihler Velayet konusunu İslam fıkhının temel hükümlerinden saymış ama onu hayata geçirme fırsatı bulamamışlardır.
İlim, takva ve dirayet Velayet’in sahip olması gereken şartlardandır; çünkü ilim, agahi sağlar, takva Velayet-i Fakihi cesaretli kılar, dirayet ise ülke ve halkın maslahat ve menfaatını korumasına sebep olur.
Böyle bir makamda bulunan şahıs eğer bu sıfatlardan birini kaybederse bütün halk onu kabul etse de o Veliyyi Fakih sayılamaz.
“Emperyalistlerin bütün çabalarına rağmen İmam Humeyni’nin (r.a) şahsiyeti ve onun getirmiş olduğu siyasi mektep, İran halkı ve İslam ümmetinin arasında ve beşeri toplumlarda yaşayarak İran’da ve dünyada büyük ve kalıcı değişikliklerin kaynağı olacaktır.”



SON SÖZ

Muhammed ve Al’i Muhammed (s.a.a)’in sevgisinin sonuçları.

“Kim Ali Muhammed’i sevdiği halde ölürse şehadet mertebesine erişmiş olarak ölür. Bilin, kim Ali Muhammed’i sevdiği halde ölürse yargılanmış olarak ölür.
Bilin, kim Ali Muhammed’i severek ölürse tövbe etmiş olarak ölür. Bilin, kim Ali Muhammed’i severek ölürse imanı kamil mü’min olarak ölür.
Bilin,kim Ali muhammed’i severek ölürse ölüm meleği ona cennet müjdesi verir; sonra da Münker ve Nekir onu cennetle muştular.
Bilin, kim Ali Muhammed’i severek ölürse gelin kocasının evine gider dibi cennete gider.
Bilin, kim Ali Muhammad’i severek ölürse Allah, kabrinde cennet iki kapı açar onun. Bilin; kim Ali Muhammed’i severek ölürse mezarı rahmet meleklerinin ziyaretgahı olur.
Bilin, kim Ali Muhammed’i severek ölürse sünnet üzere gerceğe uyan topluluktan ölür.
Şunu da bilin, kim Ali Muhammed’e buğzederek ölürse kıyamet gününde iki gözü arasına bu, Allah’ın rahmetinden me’yustur sözü yazılmış olarak gelir.
Bilin, kim Ali Muhammed’e buğzederek ölürse kafir olarak ölür.
Bilin, kim Ali Muhammed’e buğzederek ölürse cennetin kokusunu bile duymaz.” (Kur’ni Mecid’in XLII.sure-i celilesinin, Şura, “Bu, Allah’ın inanan ve iyi işlerde bulunan kullarını müjdelemesidir işte.
De ki: Sizden tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim ancak yakınlarıma sevgidir ve kim güzel ve iyi bir iş yaparsa onun güzelim mükafatını arttırırız. Şüphe yok ki Allah suçları örter. İyiliğe mükafatla karşılık verir” mealindeki 23. ayetinin Zemahşeri tarafından”Keşşaf” taki tefsirinden naklen “Fedail’ül Hamse” C. II s. 78-79.) Bu hadis ile Ali Muhammed’in sevgisi ve maazallah, buğzu ne sonuçlar verir, belli olur; fazla tafsile saniriz ki hacet yoktur. /Nehc’ül Belaga s.400-401

Hamd Alemlerin rabbi olan, İnsanları hidayete erdiren hadi, zalimleri cazalandırıcı olan Kahhar, yalnıştan doğruya yönelenlere, cehaletten ötürü yaptığımız günahlarımızı örtecek kadar rauf ve settar olan Yüce Allah’a mahsustur.

Bu naciz eseri, hidayete vesile olan İmam Humeyni(r.a)’e ve İsmet-i Zehra(selamullahi aleyha)’nın pak evladı Seyyid Ali Hameneye ithaf ediyor, Rabbimden mağfiret, Resulüm’den Şefaat, müminlerden Dua diliyorum.
Rabbi! Sallu ala Muhammed ve al’i Muhammed.





Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın din kümesinde bulunan diğer yazıları...
İslamda Kadının Rolü - 1
İtret, Ümmet ve Vahdet
Türk İslamcıların, Mele/molla Planı!
Kurban ve Fedakârlık!
İslamda Kadının Rolü - 4
Dehe-i Fecri İdrak Ettiysek Vahdet ve İzzeti Seçme Zamanı Gelmedi mi?
İslamda Kadının Rolü - 3
Kurban ve Fedakarlık!
İslamda Kadının Rolü - 2
Orucumuz Neyi Emreder?

Yazarın İnceleme ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Kürt İslam Tarihine Farklı Bir Bakış (I)
Gündem Özel - 2 İslam ve Medeniyet
Gündem Özel - 3 Mısır ve İslam
Afrika’da Nal Toplamak!
Bugün Tek Bağımsız Devlet İran’dır
Afrika’da Nal Toplamak!
3. Dünya Savaşında İranı'ı Anlamak!
İslam Dünyasının Arayışı
O Karede Ne Vardı?
Ali Şeriati ile Kürt Sorununa Bakış ve Yeni İslamcıların Senaryoları

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Dost İçin [Şiir]
Serzeniş [Şiir]
Bizde Ne Anne'ler Var [Şiir]
Ne İnsanlar Gördüm [Şiir]
Ey Gazzeli Cocuk! [Şiir]
Ayrılık Senfonisi [Şiir]
Hatıram! [Şiir]
Namus'un Adına! [Şiir]
Hum Kıyısında Bir Gece [Deneme]
Muhammed Can S. Demirtaş'a Soruyor [Eleştiri]


Muhammed CAN kimdir?

. . .


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Muhammed CAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.