"İnsan - işte tüm sır burada. Bu sır üzerinde çalışıyorum, çünkü kendim de insan olmak istiyorum." -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
Denize baktı yeniden. Ne zaman can sıkıcı bir düşünce yerleşirse kafasına, denize bakıyordu. Deniz onu rahatlatıyor, yatıştırıyordu sanki. Akşam olmak üzereydi ve kızıllık binaların ardına saklanma telaşındaydı. Martılar, çığlık çığlığa kendi dillerinde ağıtlarını yakıyorlardı. Bir yolcu vapuru, içindeki yolcularıyla suları yara yara ilerliyordu. Musa’nın gözleri geçmişin acılarıyla ve yürek sızılarıyla ferini yitirmiş gibi ölgün, mutsuz bakıyordu. Onun için bu şehir belki kurtuluştu, belki de kendinden, kimliğinden, geçmişinden kaçıştı. Bakışları yeniden uzaklara takıldı. Geleli bir hafta olmuştu bu şehre. Adını koyamadığı bir sıkıntı dolaşıyordu yüreğinde. Geride bıraktıklarını mı özlüyordu yoksa? Kimi özleyecekti ki! Huysuz, aksi babasını mı? Hiç olmayan sevdiceğini mi? Ölen anasını mı? En çok anasını!!! Elini cebine attı. Para aradı. Bulamadı. Ters yüz etti cebini; umut dünyasıydı ne de olsa. Kalan en son parayı kaldığı bitli otele verdiğini hatırladı, canı sıkıldı. Zaten kaşınmasına neden olan bitleri de oradan almamış mıydı? Nereden aklına gelmişti şimdi o bitler. Yine kaşınmaya başladı. Gece olmak üzereydi ve sokaklar insanlarla doluydu. Çoğunun keyfi yerinde gözüküyordu. Olmayanları da vardı mutlaka. Tıpkı kendisi gibi, karnı aç, yatacak yeri olmayan bir sürü tanımadığı insan olmalıydı. En doğrusu, açlığını aklına getirmemekti. Geçici de olsa yatacak, onu barındıracak bir duvar dibi vardı şimdilik. Acele etmeli, ondan önce davranan bir berduş gelmeden, yerine sahip çıkmalıydı. Adımlarını zor atıyordu. Bütün bir günün gönül yorgunluğu binmişti bedenine. Nereye gittiğini bilmeden amaçsızca yürümüştü bütün gün. En sonunda açlıktan adım atacak hali kalmadı. Üşümeye başladı Musa. Gece; soğuk, karanlık ve ürkütücüydü. Yakınlardan bir yerlerden köpek havlamaları geliyordu. Gözleri kendiliğinden kapanmaya başlamıştı. Hızlı hızlı yürüyerek surların dibine ulaştı. Gezdiği yerlerin aksine koyu karanlık ve pislik içindeydi ulaştığı yer. Solumak zorunda kaldığı pis koku midesini bulandırmıştı. Mide bulantısının sebebi açlıktan olmalıydı. Bastığı yere dikkat etmeliydi. Her adımda, takılıp düşeceği taş, kaya, çöp veya evsiz biri çıkabilirdi. Uykusu da gelmişti üstelik. Karanlığı aydınlığa kavuşturacak yeni güne sağ salim çıkması gerekliydi. Duvarın dibine sindi; eprimiş ceketini üstüne örttü. Çok üşüyor, başı dönüyor ve hâlâ midesi bulanıyordu. Çatısı olmasa da burası onun evi sayılırdı. Buraya kusmamalıydı. Zorlanarak kalktı ayağa ve koşarak uzaklaştı. Az ötede kustu. Biraz rahatlamıştı. Bembeyaz kusmuğunu gördü alacakaranlıkta ve iğrendi. Yüzünü buruşturdu belli belirsiz. Adım atacak hali yoktu. Ayaklarını sürüyerek yerine geldi ve boylu boyunca yere attı bedenini. Burada kalacaksa eğer, altına onu koruyacak şeyler sermeli, bulmalıydı kendine. Başı ağrıyor, midesi yine bulanıyordu. İnsanlara, düzene, fakirliğe ağız dolusu küfretmeye başladı. Gözlerini açamıyordu ve yeniden üşüyor, çeneleri birbirine vuruyordu. Yıldızlara gözü takıldı. Canlısı, cansızı, uzağı, yakını, küçüğü büyüğü Musa’ nın acınası halini seyreder gibi bakıyorlardı adeta. Uyandığında, başında onu izleyen, kendi gibi pejmürde insanlar vardı. Kıpırdanmaya çalıştı, olmadı. Her yanı ağrıyordu. İçlerinden birisi eğildi. - İyi misin gardaş? Korkuttun bizi. Öldün sandık! - Çok iyi değilim. Üşüttüm galiba. Bir de açlık kesti amanımı. - Hem de iyi üşütmüşsün gardaş. Biraz daha uyanmasaydın polise haber verecektik. - Ne zamandır yatıyorum. - Bilmiyorum. Gece gördük seni. Geceden beri başındayız. - Allah razı olsun hepinizden. - Uykunun arasında çok bağırdın ve çok küfrettin. - Allah Allah! Demek ki baya baya kendimde değilmişim. - Neyse! Kefeni yırttın bu günlük desene. Yenisin galiba buralarda. - Yeni sayılırım. Bir hafta oldu geleli. - Belli halinden zaten. Alışırsın. İstanbul, cazibeli kadın gibidir. Alıştırır seni de kendine. Sonra başka yere gitmek istemezsin. Ha! Kendine dikkat et bu arada. Yenisin, kata külliye gelmeyesin. Cilanı bozarlar, demedi deme. - Nasıl? Ne demek istedin gardaş anlayamadım. - Benden bu kadar, zamanla anlarsın paşam. Hadi eyvallah! Kendine dikkat et. - Sağ ol gardaş. Bir şey soracağım ama nasıl desem ki! Parasız kaldım. Yevmiyeyle çalışacağım bir iş nerede bulurum? - İş mi? Gardaş seninle bize kim iş verir. Şu haline baksana! Bu kılıkla bize iş verirler mi sanıyorsun. İnşatlara adam arıyorlar ama bu bedenle yük de taşıyamazsın. İki seçeneğin var. Ya hırsızlık yapacaksın ya da geldiğin yere geri döneceksin. Bu şehir böyle gardaşım; ne ölün ne dirin para etmez burada. Garibansan yaşamaya hakkın yok. Anasını sattığımın dünyası böyle… Hadi eyvallah. Yürüyün lan. Kendimize yapacak iş bulalım. - Sağ ol gardaş yine de. Yolda yürüyüşleri ezikliklerini, surat ifadeleri dünyaya öfkelerini ele veriyordu. Arkalarından bakarken hâlâ adamın ne demek istediğini çözmeye çalışıyordu. “Cilanı bozarlar!’’ sözünün anlamı ne olabilirdi ki? Ayağa kalkmaya çalıştı. Birinci deneme olmadı, fiyasko ve kıçının üstüne düştü. Kendini topladıktan sonra tekrar denedi ve bu kez başardı. Bütün gücü tükenmişti sanki. Çaresizdi ve İstanbul’a mahkûmdu. Etrafına baktı gün ışığında bir kez daha. Önce karnını doyurmanın sonra kalacak bir yer bulmanın kısaca hayatta kalabilmenin bir yolunu bulmalıydı. Dermansız dermansız yürüyordu, uyuz bir hayvan gibi bedenini sürüklüyordu. Yine köpeği Karabaş’ı hatırladı. Yanından köpeğini gezdiren süslü bir kadın geçti. Kadının kokusunu içine çekti. Bir kez daha cenneti düşledi. O anın tadını çıkarmaya çalıştı, köpeğin ince yaygaracı havlaması ile kendine geldi. Sahibi bir çocuk gibi giydirmiş, süslemişti. Kendinden daha şanslıydı o köpek ve köpeği Karabaş’tan da... Köpek de; köpek değil de o kadının çocuğu gibi olan kimliğinden hoşnut görünüyordu. Kafasını sallayarak yürümeye devam etti. Önünde sarmaş dolaş yürüyen iki gence gözü takıldı. Birbirlerini şimdilik sevdikleri belliydi. Ama zamane aşkları kısa sürüyordu, onu da biliyordu. ‘’Sevgilim’’ sözcüğünü ne o, ne de başkası onun için kullanmıştı. Yokluk hayatındaki her şey de vardı; ekmeğinde, işinde, başının üstünde bir çatı olmayışında ve gönül evinde… Yorulduğunu hissettiğinde kaldırıma oturdu. Bu şehrin insanları da şehir gibi çok garipti. Kimse ondan rahatsız gözükmüyordu ya da farkında değillerdi. Bu düşüncelerle boğuşurken, yere düşen demir paranın sesiyle kendine geldi. Dilenci sanmışlardı onu. Hiç tepki vermedi ve oturmaya devam etti. Bugüne kadar kimseden karşılıksız para almamıştı. Köyde ırgatlıktan aldığı paralar da onun emeğiydi. Aldığı para az olsa bile sigara parasını ayırır kalanını anasına verirdi. İnsanlara bakmamaya çalışıyordu. Halinden utanıyordu. Ama gel gör ki açlıkta perişan etmişti bedenini. Göz ucuyla madeni paraya baktı. Biraz daha bekledikten sonra parayı aldı ve kalktı. Elindeki madeni parayla az ötede satış yapan simitçinin yanına gitti. Taze simidin kokusu açlığını daha da kamçılıyordu. Paranın tamamı, ancak bir adet simit almaya yetmişti. Bir solukta hepsini yedi. Ayaklarının titremesi geçtiğinde, sabah konuştuğu adamın öğütleri aklına takıldı. Ama köye dönemezdi. Yaşamak ve karnını doyurmak için bir çare bulmalıydı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nermin Güday Kaçar, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |