Bu kitap çok gerekli bir açığı dolduruyor. -Moses Hadas |
|
||||||||||
|
Pazar gününün tatil olması, bir de havaların aşırı sıcak geçmesi insanları bunaltmış, dışarıya çıkmasına neden olmuştu. Bizi götürecek olan otobüsler tıklım tıklımdı. İki çocukla binmem mümkün değildi, mecburen taksi çevirdim. Parkın girişindeki bilet gişesi de oldukça kalabalıktı: Biz on beş dakika sıra bekleyip biletlerimizi almıştık. Lunaparkın olduğu alan tam bir şenlik alanıydı. Satıcıların bulunduğu alan, oyuncak, yiyecek içecek büfeleri, vs albeni der gibi rengârenkti her şey. Çocuklarımın mideleri boş olmadığından bir şey tutturmamışlar, doğruca oyun alanına koşturmuştuk. - Anne şuna da binmek istiyorum. Çarpışan arabaya hiç binmedim. - Oğlum sen o arabayı süremezsin, baksana millet deli gibi kullanıyor. Allah korusun sana çarparlarsa düşer kafanı kanatırsın. Allah’ım, delireceğim! Millet de üstüme üstüme geliyordu. Topluca almış olduğum lunapark oyun biletlerini avucumda tutmakta zorlanıyordum. Tüm dikkatim iki çocuğumdaydı. Bir yandan da elimdeki toplu biletler düşmesin/kaybetmeyeyim diye endişelenirken, diğer yandan ele avuca sığmaz afacan oğlumun elini sıkıca tutmaktaydım. Mahşer gibiydi çevremiz. Bende bu kalabalıkta çocuklarımı kaybedeceğim kaygıları içindeydim. 2,5 yaşına yeni girmiş, sözden laftan anlamaz, ilk kez çarpışan arabaları gören oğlumun ısrarını nasıl savacağımı düşündüğüm an, kardeşinden sekiz yaş büyük kızım ısrar etmez mi! - Anne ben sürerim kardeşim yanımda otursun. - Hayırrr, kaptan şüför ben olcam işte, hem sen kızsınnn… Kızlar ayaba sürmez… Erkekler sürer ayaba… Ben kaptan şüfor olacağım işte, bana ne… Bana neee! - Aman be ne yaparsan yap, sana da iyilik yakışmıyor. Anne, ver bana bir bilet şu eteğe bineceğim. - Kızım patlama sende! Dur sabret hele, önce şu afacanı ikna edelim, birlikte bineriz. Sende o koca şeye yalnız binemezsin! Ben her ikinize nasıl sahip çıkacağım yarabbi!.. Nereden getirdim ben sizi buraya? - Aman annee, senin de bir dediğin bir dediğini tutmuyor! Hem sen demedin mi, yemeklerinizi yerseniz, ben sizi hayvanat bahçesine götüreceğim, diye… O anda bir mucize gibi oğlum çarpışan arabaya binmekten vazgeçmişti. Elimden çırpınıp da terleyen ellerimden hızla kayıvermez mi! - Koş bizi takip et kızım, seni de kaybetmeyeyim bir de… İleriye doğru hamle yapıp kaçan oğluma yetişmek için kalabalığı yararak kovalamacaya başlamıştık. Onu yakaladığımda nefes nefese kalmıştım. Hava hala yazdan kalma sıcaklığını koruyordu. Üzerimdeki derimod kaban fazla gelmişti. Afacan oğlumun ensesine değen sarı bukle saçları terden ıslanmıştı. Alnı boncuk boncuk terlemekteydi. - Ah be oğlum, bizi de yoruyorsun kendini de. Bak terledin yine, hasta olacaksın! - Ama anneciğim, ben maymunları görmek istiyodum… Sen söz veymiştin bize… Hani neyde maymunlar? - Oğlum bu biletleri neden aldım size? Öncelikle şu lunaparktaki işimizi bitirelim sonra gideriz hayvanlar bölümüne… Hem burada dev gibi yılanlar, kaplumbağalar, develer de var. Onları da göstereceğim sana. - Aa, ben koykayım yılanlardan… Onlar beni ham yapar sonra… - Yapmaz yapamazlar oğlum, onlar çok kalın cam kafesin içindeler, haydi gel sizi şu eteğe bindireyim, bak ileride zıp zıplar da var… Hem oğlumun, hem de kızımın -oyun ve oyuncak- zevklerini/tercihlerini aynı anda yerine getirme telaşlarımla bir saat gibi bir zaman geçirmiştim. Geçen zaman içinde eşimin yanımda olmama sebebi -bakan müsteşarı- aklıma geldikçe de bir yığın öfke biçmekteydim… Elimdeki biletler tükenince hayvanların bulunduğu bölüme geçtik. Çocuklarımın hayvan sevgilerini tattırmaktı. Onların görsel heyecanları, çığlıkları muhteşemdi. Çocuklarımın boşalan enerjilerini bilmek, onları sevinçli, şen ve mutlu görmekten yorgun bedenimin yorgunluğunu hissetmiyordum bile… Kendimi bir tüy gibi hafif hissediyordum. Gülhane parkının çıkışına geldiğimizde çocuklarıma pamuk şeker/helva almayı düşünürken, oğlum ileriye doğru coşkulu çığlıklarıyla benden önce davranmıştı. Pamuk şekerci küçük oğluma ve kızımın eline birer tane tutuşturunca bende cebimdeki cüzdanımı arıyordum. Aa, o da ne, cüzdanım cebimde yoktu! Çocuklarıma baktım; onlar çoktan pamuk şekerlerini parça parça kopartıp yemeğe başlamışlardı bile. Allah’ım ben şimdi ne yapacaktım! Yüksek sesle; - Cüzdanımı çalmışlar, Allah’ım ben şimdi evime nasıl gideceğim?! Pamuk şekerci yaşlı bir adamdı. Yılların –insan sarrafı olduğunu bakışlarıyla anlatıyordu. Satıcı, olsun/kalsın- der gibi eliyle işaret edip parasını almaktan vazgeçmişti bile… - Doğrudur. Pazar günleri Kasımpaşa, Dolapdere yankesicileri buraya akar. Keşke cebinize koymasaydınız cüzdanınızı. Buraları tekin değildir! Onun teselli verici önerileri, bakışlarındaki anlayışlı ifadeyi görmek bile beni rahatlatmamıştı. Cüzdanımda ne vardı, ne yoktu diye düşünürken alnım boncuk boncuk terliyordu. Çocuklarıma boş gözlerle bakıyordum: onlar hiçbir şey olmamış gibi pamuk şekerlerini yemekteydiler. Eyvah, az sonra benden –su isteyecekleri- düşüncesi de aklıma gelince benim –hey hey’lerim- iyice başıma üşüşmez mi! Cüzdanımdakileri de düşünmekten vazgeçip yaşlı satıcıya ‘kusura bakma, bir sonraki sefer borcumuzu öderim, helal et hakkını,’ diye helallik alıp oradan hızla çıkışa doğru yöneldim. Çocuklarımın ellerini sıkı sıkıya tutmaktaydım. Kızım gergin halimi fark edince sordu: - Anne neden suratın asık, ne oldu ki? - Hiç sorma kızım cebimden cüzdanımı çalmışlar, şimdi eve nasıl gideceğiz onu düşünmemiz lazım! - Aa, hiç mi paramız yok? Eyvah, biz şimdi Beşiktaş’a nasıl gideceğiz? Hadi ben yürürüm de biliyorsun kardeşim çok şişko, onu kim taşıyacak? Oğlum hemen söz savaşına başlamıştı. - Asıl şişko sensin aptal abla, anneee şuna bi şey söylesene, bana şişko dediii… - Canım oğlum rahat dur, biz eve nasıl gideceğiz onu düşünüyoruz, diye onu sakin tutmaya çalışırken bakışlarım kalabalık otobüs durağındaydı. Mümkün değil binemezdik. İnsanlar üst üste sardalya konservesi gibi istifleniyordu. Hem biletimiz yoktu ki… O anda küçük oğlum ve kızım aynı anda; - Anne bizde taksiyle eve gidelim, babaannemiz parasını öder… - Bu harika fikrinizi, ne yazık ki uygulayamam. - Neden anne? - Kızım ne çabuk unuttun, babaannen bugün Cennet Mahallesine gidecekti! Cennet Mahallesi de taa Küçük Çekmece taraflarında… - Aa, sahi ya, unutmuşum! - Ya, kaldık mı böyle! Yürüsek bile kardeşinle sabahlarız yollarda… - Babam, babamın iş yerine gidelim bizde… - Baban Ankara’da be kızım, uff yarabbi, ben şimdi ne yapacağım şimdi!? İşte o anda olan olmuştu, küçük oğlum başka bir çocuğun elindeki su şişesini kapmaz mı! - Ver o benim suyum, önce ben içeceğim!.. Su şişesine baktığımda oğluma hak vermemek mümkün değildi. O su matarası, aceleden çıktığımız evimizde unuttuğumuz su mataranın tıpa tıp bir benzeriydi. Gel de şimdi suyu lıkır lıkır suyu içen oğluma ve su matarası elinden alınan ağlamakta olan kız çocuğuna/annesine laf anlat. Her şey üst üste geliyordu… Olacak iş miydi bu! -Devam Edecek-
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Emine Pişiren, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |