Uygarlık, gereksiz gereksinimlerin, sonsuz sayıda artmasıdır -Mark Twain |
|
||||||||||
|
Erzurum Atatürk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili Ve Edebiyatı Bölümü 1984-1988 Mezunları olarak geleneksel hale getirdiğimiz ve her yıl bir bölgede gerçekleştirdiğimiz Türkoloji Buluşmalarının üçüncüsünü 16-19 Ağustos 2013 tarihleri arasında Nevşehir’de yaptık. Geçen yıl Erzurum’da yaptığımız toplantıda “Trabzon Uzungöl” diye karar almıştık. Fakat organizeyi gerçekleştirecek olan arkadaşımız Taşkıran Belediye Başkanı Sayın Refik Albayrak’ın hayırlı bir işi nedeniyle mekânda değişiklik yapmak zorunda kaldık. Nevşehirli İşadamı arkadaşımız Sayın Yusuf Önlü’nün görevi üstlenmesiyle mekânı Nevşehir’e taşıdık. Bazı arkadaşlarımız, dinlenmek amacıyla Nevşehir’e bir gün önceden gelmişler. Üstelik Nevşehir’in bir ilçesi olan Hacı Bektaş’ta her yıl yapılan Hacı Bektaş Veli Törenlerine katıldılar. Tabii ben, bir gün sonra gittiğim için bu törene yetişemedim. 16 Ağustos sabahı Ercan Havaalanı’ndan Adana’ya uçtum. Yanımda eşim de vardı. Çocuklar gelmek istemediklerinden onları köyde halasına bıraktık. Ne de olsa çocuklar, artık büyümüştü. Bizimle çok sık birlikte olmak istemiyorlardı. Köyde olmak onlara daha eğlenceli gelmişti. Biz de onların bu düşüncelerine saygı duyarak, onları köyde bıraktık. Sabah Adana Havaalanı’na indik. Taksiye atlayıp Şehirlerarası Otobüs Terminali’nin yolunu tuttuk. Bir otobüse atlayıp Nevşehir’in yolunu tutmak istiyorduk. Ama bu, hiç de kolay olmadı. Otobüslerde yer yoktu. “En erken yarın akşama yer var” deniliyordu. Kara kara düşünmeye başladık. Hangi şirkete sorduysak geceden önce yer yoktu otobüslerde. Alternatif aramaya başladık. Şirketlerden birinde “Sizi Kayseri’ye gönderelim. Oradan Nevşehir’e geçebilirsiniz” denildi. Denildi ama onun da garantisi yoktu. Çünkü her yerde, asker yolcu ediliyordu. Ve bu nedenle bütün yerler önceden tutulmuştu. Yusuf’u aradım. Durumu kısaca izah ettim. “Niğde otobüslerine bin. Oradan her saat başı dolmuş otobüsler kalkar. Rahatlıkla gelirsin” dedi. Niğde otobüslerinde de yer yoktu. Sadece bir şirkette öğleden sonrası için en arka koltuklarda iki kişilik yer vardı. “İsterseniz 45 ve 46 numarayı verebiliriz” denildi. Başka çaremiz de yoktu. Biletleri aldık ve hareket saatini beklemeye başladık. Adana çok sıcaktı. Güneş neredeyse tepemizdeydi ve amansızca bizi yakıyordu. Bu sıcakta terleyerek bir öğle yemeği yedik. Sonra terminalin ortasında bulunan dinlenme sıralarına oturduk. Otobüs saatini beklemeye başladık. Ve o an geldi. Otobüse binip Niğde’ye doğru hareket ettik. Bu yolu daha önce defalarca gördüğümüz için fazla bir merak duymadık. Oysa her yolculukta etrafı seyretmekten büyük keyif alırım. Yeni yerleri görmek bende tatlı izler bırakır hep. Bu defa neredeyse hiç etrafa bakmadım. Otobüste her koltuğun arkasında bulunan mini televizyonları izledim. Kanallardan birinde “007 James Bond” oynuyordu. Nedense bu filmin serilerine çocukluğumdan beri bayılırım. Hiç kaçırmam. Üstelik izlemediğim bir film olduğunu görünce tüm Dünya ile ilgimi kestim. Kendimi tamamen filme verdim. Öyle sarmıştı ki beni film, vaktin nasıl geçtiğini bile anlayamadım. Film bitince de müzik kanalına geçip uyku haline girdim. Biraz kestirmiştim ki eşim “ Niğde’ye geldik” dedi. Yeni terminalden bizi eski otogara yolladılar. Servise binip buraya geldik. Yarım saat sonra hareket edecektik. Orada oturup birer çay içtik. Adana’ya göre burası daha serindi. Gölgede üşüdük desem yalan olmaz. Tam vaktinde aracımız hareket etti. Tamamen doluydu araç. Hiç boş yer yoktu. Nevşehir’e 10 km kalmıştı ki eşim heyecanla bana bakıp “ Bak! Murat Hoca” dedi. “Murat Hoca kim?” dedim. Gösterdiği tarafa baktıysam da hiç kimseyi göremedim. Eşim “ Sizin Murat Hoca. Hani şu şair olan. Arabayı kenara çekmişler, sigara içiyordu. Yanında eşi ve kızı da vardı” dedi. Bu kadar detayı 2 veya 3 saniyede nasıl görmüştü anlayamadım. “Benzetmişsindir” dedim. “İnsan, insana benzer” Eşim ısrarla “Onlardı” dedi. Sustum ve konuyu kapattım. Nevşehir’e tam girdik. Önümüzden bir araç gidiyor. Eşim yine “Bak işte onlar. Plaka da 33” dedi. Gerçekten de onlardı. Otobüs şoförü, bizi tam kalacağımız otelin önünde indirdi. Altınözü Oteli’nde kalacaktık. Burası 4 yıldızlı güzel bir oteldi. 3 gün boyunca da personel bizlere büyük ilgi gösterdi. Her şey o kadar iyi ve güzeldi ki anlatmakla bitmez. Konfor, temizlik ve misafirperverlik dört dörtlüktü. Hiçbir eksiğimiz yoktu. İstediğimiz her şey yerine geliyordu. Murat Arıcı, Mersin Erdemli’den geliyordu. Sınıfımızın tanınmış Şairlerinden biriydi. Çıkardığı şiir kitabı çok beğenilmişti. Dergilerde, gazetelerde şiirleri yayınlanıyordu. Artık onu bütün Türkiye tanıyordu. Murat Arıcı ve Ailesiyle kapıda karşılaştık. Kucaklaşıp sarıldıktan sonra otele yerleştik. Diğer arkadaşlar bir gün önceden gelmişler ve o gün Hacı Bektaş’ta yapılan törenlere gitmişler. Yusuf, telefonla arayıp, “Dinlenin, biz geliyoruz.” dedi. Yarım saate kalmadan hepsi geldi. Biraz sonra otel lobisi bizleri almaz olmuştu. Geçen yıl ki arkadaşların hemen hepsi gelmişti. Sadece Karadenizli arkadaşlar yoktu. Onların fındık toplama zamanına denk geldiği için gelememişlerdi. Geçen yıl gelenlerden İhsan Tevfik Kırca ve Eşi de yoktu. Oysa İhsan Tevfik’siz olmazdı. Onu göremeyince “Kamber’siz düğün mü olur?” dedim. Sanırım başka bir yerde etkinliği vardı. Bunların dışında Adnan Çakıcı, Haşim Özcan, Ekrem Özdemir de gelmemişlerdi. Gelenler arasında Osman Bölükbaşı Dara, Eşi, kızı ve damadı, Müzeyyen Özcan, Sait Malacı, Eşi ve Baldızı, Refik Albayrak, Mahmut Bal, Eşi ve Çocukları, Hacı Donsak, Filiz Kırbaşoğlu, Ahmet Eser, Eşi ve kızı, Sevilay Aksu, Eşi ve oğlu, Fatma Kırbaş, Neslihan Bayar, Nilgün Sönmez, Gönül Gümüş gelmişlerdi… Ben, içlerinde toplantıya ilk defa gelen Gönül Gümüş’ü hatırlayamadım. “Merhaba Hakan” diyen kısa saçlı, güleç yüzlü bayana şaşkın şaşkın bakmıştım. “Hakan Beni tanımadın” deyince özür dileyip “Gerçekten de çıkaramadığımı” söyledim. Konuştukça taşlar yerine oturmuştu. “Tüh!” dedim kendi kendime. Sınıfın sevimli, hoş ve tatlı kızlarından biri olan, orta sıranın arkalarında oturan Gönül’ü nasıl tanıyamamıştım. Biraz da utandım kendisinden bu nedenle… Gönül, yine her zamanki gibi içten, samimi ve içi sevgi dolu biriydi. Yüzünden gülücükleri hiç eksilmiyordu. Tabii kolay değil 26 sene olmuştu görüşmeyeli. Çeyrek bir asır sonra bir araya gelmiştik şairimiz Murat Arıcı’nın o meşhur dizelerinde dile getirdiği duygular gibi… Lobide oturup çaylar içilmeye başlandı. Yine aynı heyecan, aynı duygular vardı yüzlerde. Gözlerin içinden pırıltılar yayılıyordu otele. Bir mutluluk yumağı oluşmuştu yine geçen yıl Erzurum’da olduğu gibi. Gelmeyenler kısa bir süre içinde hatırlandı. Hocalarımız tek tek konuşuldu. Aramızdan ayrılan hocalarımız yad edildi. Saygıyla anıldı. Esrar Dede dediğimiz Haluk İpekten, Bölüm Başkanımız Prof Muhan Bali ve geçenlerde acısını yüreğimize ektiğimiz Prof Dr Şerif Aktaş gözlerimiz yaşlar içinde anıldı. Onlarla olan anılar tek tek anlatıldı. Adeta geçmişi halde yeniden yaşadık. Sohbetimiz akşam yemeğinde devam etti. Otelin salonunda afiyetle yenildi yemekler. Açık büfede envai çeşit yemekler vardı. Ama en büyük sürprizi Erzurumlu arkadaşlar yaptı. Gerek Sevilay kardeşimiz gerekse Sait arkadaşımız Erzurum’un meşhur kadayıf dolmasından getirmişlerdi. Herkes büyük bir keyifle yedi bu tatlıları. 26 yıl öncesine geri dönülmüş ve anılar belleklerimizde yeniden hayat bulmuştu. Yemek sonrası otelin hemen karşısında bulunan bir çay bahçesine geçtik. Burada da oturup ilerleyen geç vakte kadar sohbetler ettik. İçtiğimiz çayların ne kadar olduğunu aklımızda dahi tutamadık. Her şey o kadar güzeldi ki… Güzellikler içinde boğuluyorduk sanki… Ertesi gün sabah kahvaltısı için kalktık. Mahmut Bal ve Eşi de yeni gelmişlerdi. Sarıldık, kucaklaştık. Mutluluğu bütün lezzetiyle yaşadık. Hep beraber kahvaltıya oturduk. Kahvaltıdan sonra otobüsle gezi turuna çıktık. Yusuf Önlü Abimiz çok güzel organize yapmıştı. Otobüs kiralamış ve profesyonel bir de rehber tutmuştu. Rehberimiz, büyük bir enerji ile bütün gün bize Kapadokya’yı anlattı. İlk gezi durağımız Kaymaklı’da bulunan yer altı şehri idi. Burasını ben, daha önce görmüştüm. Yer altında tehlikelerden ve düşmanlardan korunmak amacıyla bir mağara şehri yapılmıştı. Burasını yıllar önce bölgeye gelen hristiyan misyonerlerin yaptığını öğrendik. Amaç tamamen güvenlik idi. Yer altı, dar geçitlerle birbirine bağlanmış ve kilometrelerce uzunlukta adeta bir şehir yapılmıştı. Tabii geçitler dar olduğu için bana sıkıntı vermişti. Bu nedenle ben tekrar inmeye cesaret edememiştim. İlk defa görecek olanlar rehber nezaretinde inmişler ve o güzelliği doya doya teneffüs etmişlerdi. Biz de birkaç arkadaşla orada bulunan bir çay ocağına oturmuş sohbetin en derin bölümlerine dalmıştık. Rehberimiz, zamanı o kadar iyi ayarlamıştı ki bir güne bütün Kapadokya’yı gezmiştik. Yolda ilerlerken bölge hakkında geniş bilgiler veriyordu. Kapadokya “Güzel atlar diyarı” anlamına geliyordu. Zamanında burada çok güzel atlar beslenirmiş. Bu nedenle buraya Kapadokya denilmiş. Yollarda sarı taşlardan yapılmış evler görüyoruz. Belediye, bunu şart koşmuş. Yeni yapılan tüm evler bölgenin dokusuna uygun olarak bölgeden çıkarılan sarı taşlarla kaplanmak zorundaymış. Bu, yapılmadığı taktirde izin verilmiyormuş. Bu nedenle bütün evlerin taşlarla kaplanmış olduğunu görüyoruz. Yol boyunca tarlalara rastlıyoruz. Mevsime göre kavuna benzer ürünler görüyoruz. Büyüklü küçüklü sarı sarı ürünler. Önce biz bunları kavun sanıyoruz. Ama değiller. Bunlar kabaktan başka bir şey değil. Fakat bildiğimiz bal kabağı veya evlerde yemek olarak pişirilen kabaklar değil. Bunlar çekirdekleri için yetiştirilen kabaklar. Bölgede kabak çekirdeği çok meşhur. Rehberimiz bölgede, tarım ürünleri olarak öncelikle patates, kabak çekirdeği ve lahana yetiştirildiğini söylüyor. Bunların bölge ekonomisine katkısı büyük diyor. “Kabaklar yetiştiriliyor ve kurutuluyor. Sonra süte batırılarak fırınlarda pişiriliyor. Bu da ürünün çok lezzetli olmasını sağlıyor. Türkiye’nin kabak çekirdeği ihtiyacı buradan karşılanıyor.” Nevşehir’e girerken dağ eteklerinde evlerin terk edilmiş olduklarını görüyoruz. Bunlar virane görünümünde olan evler. Eskimiş ve köhne durumundalar. Tamamen terk edilmiş. Akabinde ileriye yeni Nevşehir kurulmuş. İkinci gezi yerimiz Göreme. Göreme, Nevşehir’e çok yakın bir ilçe. Buranın en büyük özelliği Göreme Kalesi’nin olması. Aslında burası bir kale değil. Doğal olarak dağın aşınmasıyla kale görünümünü almasından dolayı halk buraya kale demiş. Gerçekten de uzaktan bakıldığında kale gibi görünüyor. Muhteşem bir görüntüsü var. Çok azamatli duruyor. Dağın içi, odalar ile oyulmuş. Kat kat odalar yapılmış. Tercümanın dediğine göre burası, dünyada kullanılan ilk apartman biçimi imiş. Apartman evleri dünyada buradan doğmuş. Göreme’ye girmeden önce Güvercinlik Vadisi’ne geçiyoruz. Burası iki dağ arasında kalan bir vadi. Özelliği ise güvercinlerin yer alması. Vadiye güvercinlerin yaşayabilmesi için birçok yuvalar yapılmış. Güvercinlerin yaşam dünyası olmuş burası. Köylüler de güvercinlere gözü gibi bakıyorlar. Çünkü yılda bir defa, köylüler, güvercinlerin gübrelerini toplayarak tarım alanında kullanıyorlar. Bu nedenle buraya Güvercinlik denmiş. Harika bir manzaraya sahip. İlk bakışta karlarla dolu bir dağ izlenimi veriyor. Oysa kar falan yok. Tamamen doğal bir olay. Dağların binlerce yıl içinde aşınmasından dolayı ortaya çıkan bir durum bu. Kayaların etrafı beyaz kalmış. Bu da kar gibi görünüyor. Bu güzellik karşısında hayranlıkla duruyor ve bol bol hatıra resimler çekiyoruz. Öğle yemeği için Göreme’ye geçiyoruz. Burada bulunan Hanem Art Center’daki Silene Restaurant’ta testi kebabı yiyeceğiz. Bölgeye has güzel bir yemek türü bu. Yemekten sonra da burada imal edilen Onyx Taşları mamullerini göreceğiz. Restaurant kısmı çok kalabalık. Başka misafirler de var. Bunların birçoğu da yabancı turistler. Masada mezeler, salatalar bizi bekliyor. Patlıcan ezmesi, ne olduğunu bilmediğimiz bir çeşit köfte, pilav, salata bizlere gülümsüyor. Bunları atıştırırken ateşler içinde yanan bir el arabası geldi. Arabanın içinden su testisi diye bildiğimiz testiler çıkarıldı. Hala ateş halinde alevler içinde yanıyorlardı. Testilerin kapağı adeta bir törenle kırıldı. İçinden çıkarılan yemekler yine burada yapılmış çömleklere kondu. Yemeğin içinde kuşbaşı doğranmış et, domates, soğan, sarımsak, yeşilbiber gibi sebzeler vardı. Tadına diyecek yoktu doğrusu. Nefisti. Parmaklarımızı yedik neredeyse. Yemekten sonra Art Galery bölümüne geçtik. Burada Onyx taşlarından ürünler imal ediliyordu. Onyx taşı değerli ve zor bulunan mavi bir taştı. Edindiğimiz bilgiye göre 6 çeşit rengi varmış. Işığın durumuna göre bu renkler kendini gösterirmiş. Bunu tecrübe etmek için taşlara ışık verildi. Ve renginin değiştiğini gördük. Onyx taşları dünyada aranan bir taşmış. Çok az yerde çıkarmış. Nevşehir de bunların bulunduğu yerlerden biriymiş. Gerçekten çok güzel ürünler, süs eşyaları yapılmış. Bazı arkadaşlarımız hatıra olması bakımından bütçelerine göre bu taşlardan aldılar. Bundan sonraki durağımız Göreme’nin hemen çıkışında bulunan “O Ağacın Altı” denilen dinlenme mekânıydı. Burası alabildiğince geniş ve güzel bir manzaraya sahip alandı. Aşağısı alabildiğince Peribacalarıyla dolu bir görüntüye sahipti. Rehberimiz burası hakkında da kısa bilgiler verdikten sonra dileyenlerin burada kahve içebileceklerini ve bölgede en güzel kahveyi buranın yaptığını söyledi. Bunun üzerine biz de oturup birer sade kahve içtik. Kısa bir süre de olsa dinlenme fırsatını yakaladık. Kahve gerçekten de denildiği kadar güzeldi. Bundan sonra istikametimiz Çavuşin İlçesi ve Avanos’tu. “Çavuşin Seramik” bölgenin tanınan çömlek yapan imalathanesi. Burada çanak ve çömlekler yapılıyor. Sadece çanak çömlek değil, birçok ürünler de el emeği göz nuru yapılıyor burada. 4 bin yıldır bu geleneğin devam ettiğini söylüyor rehberimiz. Burada çanak çömlek işleri babadan oğula geçmiş. Çıraklık-ustalık ilişkisi ile günümüze kadar sürüp gelmiş. Ve bu gün bölgede Turizme bu alanda büyük hizmetler veriliyor. Atölyede bize bir gösteri yapılıyor. Bir çanak çömlek ustası, tezgâhın arkasına geçip bir vazo yapıyor. Ayakları ile çarkı döndürüyor. Çark döndükçe önündeki çamur da dönüyor. Elleriyle bu çamura istediği gibi şekil verebiliyor. Saniyeler içinde ürün, bin bir şekle giriyor. Ve en son bir vazo olarak karşımıza çıkıyor. Usta, ince bir iple de altından keserek vazoyu bulunduğu yerden alıyor, Pişmesi için fırına gönderiyor. Bundan sonra içimizden birini denemek üzere yanına alıyor. Tabii Müzeyyen arkadaşımız bu işe gönüllü çıkıyor. Daha önce bu işi hiç denememiş. İlk defa deneme yapıyor. Ayakları ile çarkı çeviriyor. Elleriyle çamura şekil veriyor. Müzeyyen, kendinden o kadar emin ki sanki bu işi daha önceden yapmış izlenimini veriyor. Yaptı ürünü önce bir şeye benzetemiyoruz. Arkadaşlar gülerek: “ Simit oldu” diyorlar. Sonra ustanın da yardımıyla ortaya bir bardak çıkıyor. Bardak pişirilmek üzere fırına gönderiliyor. Müzeyyen görevini başarıyla yerine getiriyor. Böylece sınıfımızdan bir çanak çömlek ustası da çıkmış oluyor. Burada o kadar güzel ürünler var ki hayranlıkla onları seyretmekten kendimizi alamıyoruz. Desinatörler elleriyle renk veriyor şekillere. Sonra bunlar fırınlarda pişiriliyor ve satışa sunuluyor. Biz de buradan bazı hediyelik eşyalar alıyoruz. Eşimin dikkatini yoğurt çalınan çömlek çekiyor. Bu çömlek yoğurdun suyunu çekermiş ve çok lezzetli bir yoğurt olmasını sağlarmış. Gerçekten de eve geldiğimizde eşimin yaptığı yoğurtları yediğimizde bu güzelliğe şahit olduk. Çavuşin’de ilk fireyi veriyoruz. Ahmet Eser ve ailesi Düzce’ye gitmek üzere bizden ayrılıyorlar. Yusuf, şaka yollu Ahmet’e kızıyor: “Aynısını Ankara’da yaptı. Gecenin tam ortasında bıraktı bizi. Geçen sene de Erzurum’da bunu yaptı. Şimdi de burada erken gidiyor. Seneye yine yaparsa dövelim bunu” diyor. Gülüşmelerden sonra Ahmet’i ve ailesini yolcu ediyoruz. O, kendi yoluna giderken biz de otobüsümüzle kendi yolumuza devam ediyoruz. Çavuşin’den sonra Ürgüp’e geçecektik. Fakat Yusuf Önlü’nün Eşi Hacer Hanım, “Avanos’u görmeden kesinlikle olmaz” dedi. Rehberimiz “Zaman geçiyor. Yetiştiremeyiz” dediyse de Hacer Hanım “ En azından asmalı köprüde bir yürüyelim” diyerek galip geldi ve otobüsü yarım saat de olsa Avanos’ta durdurmasını başardı. Aavanos, Nevşehir’in belki de en büyük, en güzel ilçesi. Buraya Kızılırmak hayat veriyor. Hem de ne hayat! Kızılırmak şehrin tam ortasından geçiyor ve şehri ikiye bölüyor. Yıllar önce geldiğim Avanos ile şimdiki Avanos arasında dağlar kadar fark var. Şimdi daha modern, daha güzel ve daha çekici bir şehir olmuş Avanos. Yıllar önceki çamurlu, kırmızı görünümlü Kızılırmak gitmiş, yerine yemyeşil, bakımlı, modern, kalyonlarla donatılmış, etrafı terbiye edilmiş, bir mesire haline getirilmiş bir ırmak oluvermiş. Belediye Başkanı çok güzel bir proje ile buraya yeniden hayat vermiş. Artık burası tüm şehir halkının gezdiği, piknik yaptığı, dinlendiği, misafirlerini getirip gezdirdiği bir alan olmuş. Parklar, restoranlar ve çay bahçeleri doluvermiş ırmak kenarına. Hele de İtalyan usulü kanolar büyük bir romantiklik kazandırmış ortama. Gerçekten de dinleniyorsunuz. İçtiğiniz çay büyük keyif veriyor size. Çünkü burada huzur var. Cenneti dünyada görmek istiyorsanız mutlaka Avanos’a gitmelisiniz diye düşünüyorum. Günümüzün son durağında Ürgüp var. Burası, bildiğimiz peribacalarının olduğu yer. Aslında burada, bu bölgede o kadar çok peribacası var ki sayıp bitiremiyorsunuz. Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar yan yana, iç içe peribacası var mı bilemiyorum. Ürgüp’ün tam çıkışındaki üç peribacası dikkatleri çekmiş. Ve burası herkes tarafından tanınan, bilinen alan olmuş. Televizyonlarda, kitaplarda, broşürlerde hep burası yer almış. Buraya “Üç Periler Heykeli” deniliyor. Üç tane peribacası yan yana. İki tane büyük, bir tane de diğerinin kucağında olan üç kaya parçası. Tabi başlarında da şapkaları… Tıpkı bir aile gibi. Anne, baba ve çocuktan oluşan bir aile.Yüzlerce insan buraya geliyor. Resimler çekiliyor. Hatıralar alınıyor. Unutulmaz günler yaşanıyor. Yolda giderken kayalar size farklı farklı biçimde görünüyor. Kimi tavşana, kimi ata, kimi deveye benziyor. Sanki birileri özellikle ellerine kazma küreği almış ve kayaları deve biçiminde yontmuş. Görünce ağzınız açık kalıyor. Ve “Aaaa olamaz” demekten kendinizi alamıyorsunuz. Akşam olunca otele geliyoruz. Duşlar alınıp, elbiseler değiştirildikten sonra tam yemek saati yemekhaneye iniyoruz. Otelde yemekler açık büfe şeklinde veriliyor. Ne ararsanız var. Ne kadar arzu ederseniz alabiliyorsunuz. Herkes tabaklarını bol kepçeden dolduruyor. Yemek tatlı bir sohbet içinde geçiyor. Anılar yine tazeleniyor. Gelmeyen arkadaşlar eleştiriliyor. Seneye ne yapıp ne edip gelmeleri için uğraşılması isteniliyor. Yemekten sonra otelin konferans salonu bize ayrılıyor. Burada veda gecemizi yapacağız ve seneye nerede toplanacağımıza karar vereceğiz. Yusuf Önlü ve Saygıdeğer Eşleri Hacer Hanım, her an ve her saat hep bizimle oldular. Bizimle çok ilgilendiler. Bunlar yetmemiş ki bir de bütün herkese birer hediye hazırlamışlar. Çanak ve çömlekten olan bu hediyeler hepimizi çok sevindirdi. Teşekkürler ettik kendilerine. Unutulmamak, hatırlanmak güzel şeydi doğrusu… Gecede Murat Arıcı kardeşimizin bu toplantılar için yazdığı “Vuslat Ateşi” adlı şiiri Ekrem Akköse’nin bestesi ile hep beraber söyledik. Böylece artık bir marşımız da olmuştu. Ekrem Akköse, sanki de bizim içimizden biriymiş gibi, bizlerin duygularını hissederek bestelemiş şiiri. O kadar çok duygulandık ki anlatmaya kelimeler yetmiyor…Gözlerimiz yaşlara boğuluyor… Çekilen fotoğraflar bilgisayarda toplandıktan sonra yatmaya gittik. Ne de olsa çok yorucu bir gün yaşamıştık. Ama yaşadığımız heyecan ve mutluluk bu yorgunluğu aklımıza dahi getirmemişti. Ve ayrılık anı… Her güzelliğin olduğu gibi bu güzel anların da bir sonu vardı. Ve o son an, ayrılık anı gelip çatmıştı. Pazar günü hemen herkes geldiği diyarlara geri gidecekti. Sabahın ilk saatleri hüzünlü anlara sahne oldu. Gidenleri burukluk içinde yolcu ettik. Herkes birbirine o kadar içten ve candan sarılıyordu ki, adeta karşısındakini bırakmak istemiyordu. Neticede önce Mahmut, sonra Sait, Murat, Müzeyyen, Neslihan, Osman Bölükbaşı ve diğerleri bir bir ayrıldılar. Geride ben, Yusuf Önlü ve Hacı Donsak kalmıştık. Şimdi ne yapacaktık? Hiçbir plan yoktu. Ama Yusuf onu da düşünmüştü. Geçen yıl Erzurum’dan miras kalmıştı. Son gün geride kalanlar bir pikniğe götürülmüştü. Yusuf da bu geleneği bozmadı. “Arkadaş, geçen sene biz ayrılınca, geride kalanlar bir pikniğe gitmiş, öyle bir kıskandım ki anlatamam. O nedenle ben de sizi pikniğe götüreceğim” dedi. Ve şehir dışında bağ evi diye bilinen bir eve gittik. Burası, dinlenmek için hazırlanmış bir köy evi idi. Evin bahçesinde ördekler, kazlar vardı. Bir de küçük bir köpek bunlara eşlik ediyordu. Onların koruyucusu idi sözde. Arka taraf bahçe idi. Her şey yetiştirilmişti. Domates, patlıcan, biber, salatalık, sonra erikler , şeftaliler, elmalar, ilk göze çarpanlardı. Hacer Hanım, kendilerinin “Bazlama” dedikleri bizim ise “Kıymalı börek” diye tanımladığımız bir börek yapmıştı. Aman Tanrım ! O ne börekti öyle? “Yemede yanında yat derler ya” işte öyle. Ben bu böreği on beş yıl önce yine burada Avanos’ta Hacer Hanım’ın annesinin evinde yemiştim. O gündür bu gündür, tadı damağımdan hiç çıkmamıştı. Ah bir de diyet’te olmasaydım keşke. Emin olun ki bütün böreği ben yerdim. Ama maalesef yiyemedim. Çünkü eşim, Azrail gibi başımda duruyordu. Aylardan beri uyguladığımız diyeti bozmamam için gözlerimin içine bakıyordu. Eh “Hanımdan korkmayan başka bir şeyden korkmaz” derler. Biz de korkumuzdan o börekleri doyasıya yiyemedik. Bir tane hanımın izniyle, iki tane de kaçak olarak yedim. Diyet de bir tarafta kalıversindi o an. Bu lezzeti kaçırır mıydım hiç. İşin içinde on kat kilo almak varsa da onu göze almıştım. Yusuf, bahçeden patlıcan, domates ve salatalık getirmişti. Eşim bu malzemelerle bir salata yaptı. Hacer Hanım çok güzel bir çay demledi. Yusuf mangalı yakarak tavukları ve köfteleri pişirdi. Patlıcanları da köze attı. Havasından mı, suyundan mı neden bilemem ama burada yediğim yiyecekler de çok lezzetliydi. Salata ve kebabın tadına diyecek yoktu. Hele hele de üzerine içtiğimiz çay, tüm gezinin finali oldu. Akşam üzeri Hacı Donsak’ı İstanbul’a gitmek üzere yolcu ettik. Ertesi gün de sabah sabah biz eşimle birlikte Ankara’nın yolunu tuttuk. Sevgili Yusuf Önlü, Nam-ı Diğer İhtiyar, bizlere unutulmaz anlar yaşattı. Tabii bunda saygıdeğer eşleri Hacer Hanım’ın da payı büyüktü. Hacer Hanım, o titiz, içten ve samimi davranışlarıyla hepimizi kendisine bağlamıştı. Kendilerine sonsuz bir sevgi ve saygıyla teşekkür ediyoruz. Bizlere ömrümüzce unutamayacağımız bir Nevşehir Anısı yaşattınız… Seneye ya Kıbrıs ya da Trabzon da buluşmak üzere… Çünkü karar eylül veya ekim ayından sonra verilecek…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hakan Yozcu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |