Olgular görmezden gelindikleri için var olmaya son vermiyorlar. -Huxley |
|
||||||||||
|
Eylül ayı nedense en sevdiğim aylardan biridir. El ayak çekilir, beldemiz sakinliğe kavuşur, doğa kendiyle baş başadır bu ayda. Bir de bu sevincime serçeler ortak olurdu. Kırlangıçların göç etmesiyle boşalan yuvalara yerleşen serçelerin, hazanın gölgelerindeki keyiflerine diyecek yoktu. Bu ayda, durgunlaşırdı deniz. Mavi körfeze uzanınca bakışlarım sanki ruhum, tatlı bir huzura doğru yol alırdı. Bir sahil kenti insanı olarak, eğer denize değmezse gözlerim huysuzlanır, eksiklik hissederdim. Güneşlenmek için kumsala indiğimde hayret ettim. Deniz kıyısı kalabalıktı. Gözüme bir yer kestirip, sergimi yayıp uzandım. Güneşi tenimde hissedince, gözlerime de uyku çökmüştü. Bir süre uyudum. Ama fazla sürmemişti ki, “elif-be-te-se” diye duyduğum sese doğru başımı çevirdim. Bir kaç metre ileride bir anne oğluna Kuran Alfabesini ezberletmekteydi. Güneş gözlüğümün ardından onları izlemeye başladım. Sıcaktan bunalan çocuk sonunda isyan etmişti:,“elif be te se, yeter ama anne yeterr… ben buraya denize girmeye geldimm, denizee…okula değilll!..” dedikten sonra doğruca denize koşturdu. Aferim çocuğa! O anda ben, okula başlayacak bebelerin ve ailelerin içler acısı hallerini düşündüm… Tekrar gözlerimi yumup güneşlenmeye başlayınca, “elif-be-te se” Arap alfabesi beynimin içinde yankılanmaya başlamıştı. O anda da buruk bir hatıram belleğimden aklıma düşüvermişti. “…Bir gün yolda yürüyordum. Tam karşıdan oldukça yaşlı bir kadın gelmekteydi. Hem de üzerime üzerime doğru.Sağa kaçtım bana çarpmasın diye, sağ tarafıma geldi, sola kaçtım soluma geldi, ama bu arada bana çok da yaklaşmıştı. Üstelik de beni tanıyormuş gibi de gülümsüyordu. Öyle hızla gelmekteydi ki, duraksamak zorunda kalmıştım; sanki ellerini yana doğru açmış beni kucaklayacaktı. İçimden “acaba beni birine mi benzetti” diye sorgularken kendimi, “Bana ne olur Kuran-ı öğret, onu okumayı çok istiyorum” diye ellerime de sarılmaz mı?!. Şaştım kaldım! O an ne diyeceğimi bilememiştim. Onun hevesini kırmamak adına, “Kuran okumayı bilmiyorum, ama Türkçesini size okuyabilirim,” diyecektim ki, başka soruya geçtim. Acaba kafadan hasta veya bunak olmasındı? Bu düşünce kafamda belirir belirmez,ona yaşını sordum: “Teyzem sen kaç yaşındasın bakayım?” “1922 yılında Selanik-de doğmuşum be kızanım…” Ve sohbetin sonu gelmedi tabi… Yaşlı teyze elimi hiç mi hiç bırakmadı. Kıramadım onu takip ettim.Severdim yaşlıları dinlemeyi. Yaşam onlardan sorulurdu sanki. Evi naftalin kokuyordu. Duvarları mavi çivit rengindeydi. Ve siyah beyaz aile fotoğrafları duvarların tek duvar aksesuarıydılar. Köşedeki vitrin, ceviz eskitilmiş masiftendi. Hala çaldığını sandığım eski bir radyoyu görünce duygulanmamak elde değildi tabi ki de.? İki arada bir derede bende çocukluğuma taşınmıştım. Salon oldukça derli toplu ve beyaz işli danteller sedir koltukların başlarına yerleştirilmişti. Benim şaşkın bakışlarımı yakaladı ve “evimi beğendin mi? Duvarları ben boyadım. Bak bu babam. Kore harbi gazisi. Bu da amcam, ama o hiç dönemedi. Kore de şehit olmuş. Sararmış siyah beyaz fotoğrafları izlerken boğazıma hüzün düğümleri kümeleniyordu sanki…Bu nedenle de sık sık yutkunmak zorunda kalıyordum. Dokunsalar ağlayacaktım ki, kolumu kendine doğru çekiştirmeye başladı: “Bak bu da annem, ben çok küçükken bana Kuran-ı şöyle sevdirmeye çalışırdı.Sana da söyleyeyim mi kızım? “ Onun neşesi bana da bulaşmıştı. Mavi gözlerinin ışığı kaybolmamıştı. “Söyle teyzeciğim…” “Elif-Be-Te-Se-Cim-Dalı Köse…Hoca girdi kümese.Tavukları yemese…” Kahkahalarımı tutamamıştım. Teyze çok matrak ve üstelik de çok meraklıydı. Dönüp dolaşıp sözü Kuran öğrenmeye getiriyor, bende ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Öyle istekliydi ki… “Harfleri biliyorum,ama gel gör ki, okuyamıyorum.Bu yaştan sonra öğrenir miyim kızım.?” Sürekli konuşuyor ve beni de anılarına çekiyordu. Bir yandan da vitrin camından şekerliğe uzandı. Diğer elinde limon kolonyası vardı. Aslında bilmediğim insandan özellikle şeker alıp yemezdim. Çekinerek reddettim: “Teyzem benim şekerim var, ama kolonyanı isterim” dedim. “Sen al al kızım, bu şekerler bak çok taze, Eminönü’nden aldırdım erkek kardeşime.Yemezsen de sokaktaki çocukları sevindir. Sadakan olur. Sevaptır. Hadi al ayolll….Çekinme…Avuçla bakayım…” Ve o yaşlı teyzenin kütüphanesine gözlerimle gönlüm takıldığında vakit bir hayli geçmişti. Cep telimden eşim tarafından “nerde kaldın yahu” diye aranmasaydım, belki de o teyze ile sabahı bulacaktık… Eşinin sesini teybe almıştı, evlilik yıldönümlerinde dinlemesi, beni çok etkilemişti.Adeta bir törenle hala 54 senelik eşinin yasını tutmaktaydı… Peki bu yaşlı teyzede ben ne buldum da beni böylesi etkilemiş, hala onun hakkında konuşabiliyordum? Öncelikle, insanı sıkmıyordu ve neşeliydi. Sohbeti tatlıydı… Anılarla doluydu…Hem öyle böyle değildi…Atatürk’ü görmüştü. Ona veda öncesi sözlerimi aklıma getirdikçe yüzüm kızarıyordu. “Sana söz veriyorum teyzeciğim, sana Kuran-ı mutlaka öğreteceğim.” diye… Ve onun kütüphanesinden Hz.Hatice’nin Hayatı, adlı kitabı aldım. Kitabı okuyup bir sonraki gelişimde ona geri verecektim. Bu şu demek oluyordu. Bir kez daha yaşlı teyzeye uğrayacaktım. Peki, ikinci kez beni gördüğünde ona ne yanıt verecektim? Sana söz verdim, ama ben aslında Kuran okumayı bilmiyordum, desem uygun düşer miydi, bir önceki yalanımı örtmeye? Tabi ki, hayır… Eve geldiğimde konuyu eşime açtım. “Neden Fikriye Hanımı ona yönlendirmiyorsun?” dediğinde kafamdaki odanın ışığı aydınlanmıştı. -”Tabi, ya en uygunu o!..Hay aklınla bin yaşa e mi bey!” -”Akıl vere vere bende akıl kalmayacak.” diyen eşime bir öpücük kondurmuştum. Arkadaşım Fikriye’ye o teyzeyi ve isteğini söylediğimde “tabi öğretirim arkadaşım sen hiç merak etme,” dediğinde ancak içim rahat etmişti. Bu sohbetin üzerinden tam üç yıl geçmişti ve ben bir kez daha gidemedim yaşlı teyzemizin evine. Ben ve ailem bir daha geri dönmemek üzere Akçay’a göç etmiştik. Annemi kalbinden ameliyat ettirmek için İstanbul’a gittiğimde aklıma düşmüştü o teyze, arkadaşıma sorduğumda hiç beklemediğim bir yanıt almıştm:, “O teyzeyi maalesef kaybettik. Sen gittikten bir kaç ay sonra öldü. Kimsesi yoktu. Cenazesini bile biz kaldırdık. Ölmeden önce söylediği son sözler hastanedeki doktor ve hemşireleri bile şaşırtmıştı. Neden biliyor musun?” Üzüntüyle, ” ne ?” dedim. “Elif-Be-Te-Se-Cim-Dalı Köse…Hoca girdi kümese.Tavukları yemese…” dedi ve gözlerini ebediyete kapadı. O anın tesiriyle yüksek sesle düşünmüştüm: “ O, mutlaka Cennet kapısındaki melekleri neşelendirmiştir.” Ve az önce denize koşmuş çocuğun sesiyle anılarımdan sıyrılmıştım. -”Bırrr su çok soğukmuş anneee!” Emine PİŞİREN/Akçay-20.09.2012
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Emine Pişiren, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |