"İçtenlik bütün dehanın kaynağıdır." -Boerne |
|
||||||||||
|
Urfa’ya bu benim üçüncü gidişim… Her gidişte bir başka duygu yaşadım ve bir başka haz aldım. Sıcağı olmasaydı, ‘orada, Makam-ı İbrahim’e yakın bir yerde yaşasaydım’ diyecektim ama kasıp kavuran o sıcağı görünce gayri ihtiyari Urfa’da/El- Ruha’da yaşamaktan vazgeçiyorum. Şanlı Urfa’da gezip gördüklerimi bir tarihçi ve Evliya Çelibi gibi anlatmasam da kendimce gördüklerimi, yaşadıklarımı ve hissettiklerimi (hassaten Makam-ı İbrahim’de hissettiklerimi) sizinle paylaşacağım. Peşinen ifade edeyim, Urfa’yı ilk kez değişmiş ve gelişmiş gördüm. Hem de çok gelişmiş gördüm… Mezopotamya uygarlığını yaratan ilk kentlerden biri olan Urfa; Atatürk Barajı ile suya kavuşmuş. On yıl önce yol kenarında gördüğüm fıstık ağaçlarının yerine şimdi pamuk tarlaları kaplamış. Fıstık ağaçları hala var ama, Urfa’nın suya kavuşmasıyla, verimli topraklarında tarım faaliyetleri hâkimdi şimdi. Boy boy pamuk tarlalarıyla, biberi/isotu, domatesi ve iki metre boy atmış mısırlarıyla Adana ve Adana’daymışım duygusunu yaşattı bana bu kez Urfa… Malumunuz olduğu üzre Urfa; pek çok peygamberin dokunduğu, kutsadığı, efsaneleri canlı tutan izleri, yaşayan geleneksel dokusu, aynı zamanda binlerce yıl öncesine dayanan geçmişiyle, çeşitli kültürlere kucak açmasıyla bilinir ve zikredilir. Ama bundan böyle Urfa, -galiba- gelişmişliği ve tarımcılığıyla da zikredilecektir… Evliya Çelebi, “Nuh Tufanı’ndan sonra kurulan en eski şehirlerden biri…” ifadesini kullanır Urfa için. Hz. İbrahim’i bu şehirde Nemrut ateşe attırmıştır. Hz. İsa, buraları Kayser’in (Roma) idaresinde iken, gelip bir kiliseye inmiştir. Çok eski çağlardan bugüne, Mekke’ye, Kudüs’e uzanan Hac yolu üzerinde, Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Museviler tarafından ziyaret edilen pek çok kutsal yeriyle, Urfa, ona atfedildiği gibi gerçekten de bir ‘Peygamberler Şehri’ gibidir. Beni cezbeden yönü de bu olsa gerek… Bu nedenle her Urfa’ya gittiğimde bir başka duygu ve haz almışımdır. Kısacası bu yazıda; meşakkatli bir yolculukla kavurucu bir Temmuz sıcağında Urfa’ya yapılan mütevazı gezi yazısı okuyacaksınız. Geziye beni davet eden ağabeyime önce ‘hayır’ demiştim, telefondaki ses tonunun değiştiğinde üzüldüğünü fark ederek hemen kararımı değiştirip, ‘evet, son kararım, evet, katılacağım inşallah’ diyerek tashih etmiştim. Gezinin bu organizasyonu, öyle tahmin ettiğiniz gibi şaşalı bir organizasyon değil, tam tersi; ‘engellileri sevindirme’ maksatlı düzenlenen bir organizasyon. Ağabeyim de bu engellilerden biri maalesef. Ben ona refakat etmek için bu geziye dâhil oluyorum.. ‘Evet, son kararım, evet, katılacağım inşallah’ dediğimin ikinci günü yani 14 Temmuz 2012 Cumartesi sabahı ezan sesiyle kalkıyorum. Sabah namazımı eda edip çıkıyorum yola. Ağabeyimle benim ev arası -yayan- bir buçuk saat çeker. Ben sabahın o serinliğinde hızlı yürümüş olacağım ki, bir buçuk saatte alınması gereken yolu bir saatte almışım. Ağabeyim ve küçük oğlu (on yaşlarında) Emrullah ile beraber organizasyonu düzenleyenlerden biri arabasıyla alıyor bizi. Buluşma merkezi olan Malatya Devler Hastanesi civarında bir yerde toplanıyoruz. Geziye gidecek olanların üçte biri engelli, diğerleri -benim gibi- refakatçi ya da engellilerin çocukları, aileleri… Günün bu seher vaktinde ilk tefekkür engellileri görünce başlıyor…. Engelli olmak bir kusur değil elbet ama engellileri görüp de Allah’ın verdiği sıhhat ve kusursuz vücuda sahip olmaya karşın şükretmemek kusurdur, kusurların en büyüğüdür. Bu duygularla, Âlemlerin Rabbi Allah’a en kalbi derinliklerimle bir kez daha şükrediyorum. Allah’ın verdiği tüm nimetler değerlidir ama kusursuz bir vücut nimeti çok ama daha çok değerlidir… Şans mıdır, ihmal midir, bilmem, bize arabanın en arka koltuğu düşüyor. Arabanın dış kaportasına bakıldığında ‘gıcır gıcır’ dersin ama içi hiç de öyle değil. Klimalar doğru dürüst çalışmıyor. Arka koltuklar motorun üstü olduğu için bir Cehennem sıcağı var. O haliyle Urfa’ya, Peygamberler Şehrine gideceğiz… Sabahın erken saatlerinde Malatya’dan çıktığımız halde yol bitmiyor, zaman geçmiyor. … Arka koltuğun motor gürültüsü o dayanılmaz sıcakla birleşip adeta tüm vücudumu sıkıp su/ter fışkırtıyor. Ağabeyim, bir de böbrek hastası, ‘hastalanır, elimizde kalır’ diye çok korkuyorum. Vücudumuzun kaybolan suyunu, elimizde düşürmediğimiz pet şişe suyuyla takviye ediyoruz. Ama tüm bu sıkıntılara rağmen ağabeyim bu gün kendini çok iyi hissettiğini söylüyor. Urfa’da Makam-ı İbrahim’e kavuşma arzusu o kadar ağır basmış ki, çöl sıcakları, motor gürültüsü ve yer darlığı o gün işlemiyor ağabeyime… Atatürk Barajı Kahvaltıyı Atatürk Barajı’nda yapıyoruz. Kahvaltıdaki menüyü özellikle vermek istiyorum…. Kişi başına birer ‘poğaça’ ve küçük boy meyve suyu… Çayı da parkın çaycısı “bu masalarda oturan çay içmek zorunda” diyerek zorla bize ücretli çay içiriyor. … Bölgeye hayat veren Atatürk Barajı’nın 1983 yılında inşaatının başlamış olduğunu, 1992’de işletmeye açıldığını, 8 türbine sahip olan bu barajın yüksekliğinin 169 metre olup kaya dolgu tipinde bir baraj olduğunu anlatmayacağım. Burada en çok, yapımı esnasında kazaya kurban gidenlerin anıtı (şehitler anıtı) dikkatimi çekiyor. Gövde hacmi 84,5 milyon m³ olan bu baraj meğer ne insanlar yutmuş. Kim bilir bu işçiler çalışıp kazandıkları paralarla neler alacaklardı sevdiklerine, çoluk çocuklarına ya da anne -babalarına… Ama maalesef… Onlar şimdi yoklar, dar-ı bekaya göçmüşler. Bu düşünceyle ilk işim kendilerine bir dua okumak oluyor… Bilinmedik bir sebeple ağzımda lokmaları büyüyen poğaçayı ben mi yiyorum, poğaça mı beni yiyor, bilmiyorum ama gözlerim gayrı ihtiyari karşı tarafta taşlarla yazılı “DSİ” yazısına takılıyor…. Yüksekliği 169 metre olan, nehir seviyesinden yükseklik bakımından minimum su kotu 513, maksimum su kotu 524 metreye ulaşan bu barajda şimdi elektrik üretimi yapılıyordu. Yani bu baraj yapımında her ne kadar birlerinin hayatını karartmışsa da şimdi bölgeyi hem aydınlatıyor hem de canlıların olmazsa olmazı olan su ile hayat veriyor Adıyaman’a, Urfa’ya… “Malatyalıları Nasıl Bilirsin” Saat 10 sularında Atatürk Barajı’nda yapılan bu sade kahvaltıdan sonra yola devam ediyoruz dışı güzel içi geçmiş otobüsle. Adıyaman’la, Urfa’nın il sınırı Atatürk Barajının üstünden geçen köprünün tam ortası oluyor. Külüstür otobüsümüz, bahsi geçen tam bu noktada sinyal veriyor. Şoförümüz bu sinyali kale almayarak yola devam ediyor. Atatürk Barajı’nda verdiğimiz ilk moladan sonra yol daha çekilmez oluveriyor. Hem sıcak bastırıyor iyice, hem de arabanın hızı düşüyor. Bir iş makinesi gibi harıl harıl sesler çıkartarak ilerleyen otobüsün penceresinde gördüğüm manzaraya dalarak bir kabir azabı gibi içine gömüldüğüm koltukta oturduğumu unutturmaya çalışıyorum. Dışarısında fiskeyelerin üstünde su püskürttüğü pamuk ve mısır tarlaları ile susuz yetişen fıstık ağaçlarını görüyorum. Bir benzinlikte mola veriyor otobüsümüz. Fırsattan istifade, benzinliğe yakın pamuk tarlasına doğru fotoğraf makinemin deklanşörüne basıyorum… Şoför otobüse arkadan bir miktar su ve hava tuttuktan sonra tekrar yola devam ediyor. Araba yine yavaş yine çekişten düşüyor. Öyle ki bir ara inip yayan yürümek istiyorum…. Yine sıcak ve yine aynı azap… Kendimi avutmak için bu kez yol kenarında gördüklerim fıstık bahçelerine bakıp dalıyorum. Çok sürmüyor ama bana aylar, yıllar kadar uzun geliyor bu yolculuk. Urfa şehir merkezine yakın bir benzinlikte tekrar duruyor. Bu kez yolcuları da indiriyorlar. Meğer araba tamamen kitlenmiş. “İyi ki bu benzinlikte olmuş, İyi ki kaza yapmadan olmuş” diyorum kendi kendime… Benzinliğin çaycısı çay getiriyor. Henüz bir fırt içmeden ağabeyimin eli çayına çarpıp, çay dökülüyor. Urfalı yeni bir çay daha getiriyor ama son getirdiği çayın ücretini almıyor; “kazen döküldü” diyor. Bu vesileyle Urfalı ile aramızda bir samimiyet gelişiyor. “Malatyalıları nasıl bilirsin” şeklinde bir soru soruyorum. Birkaç saniye düşündükten sonra; “Sizleri tenzih ederim ama bizden kayısıya gidenlere Malatyalılar iyi davranmıyorlar, onlara kölelik muamelesi yapıyorlarmış. Geçenlerde burada bizimkiler bir minibüs tutup Malatya’ya gittiler. Bahçe sahipleri bunları çalıştırırken çok zorlamış, bırakıp geldiler, yazık değil mi?” Benzinlikteki çaycıyla sohbet koyulaşıyor. Urfalı çaycı bana dert yanıyor… Bir taraftan Urfalı çaycının söylediklerine, diğer taraftan kendilerine iyilik yapmak düşüncesiyle geziye götürülen bu yolcuların/engellilerin halini düşünüyorum... Organizatörün hızlı ve canhıraş uğraşı neticesinde iki transit minibüsle şehre götürülüyoruz. İşte El-Ruha Google’de “El Ruha” yazınız karşınıza ilk çıkan, Makam-ı İbrahim’in karşısında, geleneksel taş işçiliğiyle otantik bir saray görünümünü veren beş yıldızlı bir otel ve otel ilgili bilgiler çıkar. Sonra aynı ismi verilen diğer işletmeler… Oysa El Ruha; şehrin bin yıl önceki Urfa’nın gerçek ismi. Urfa şehrin girişinde bile bu şehrin gelişim ve değişim yaşadığını, eski otantik evler yerine gökdelenlerin yükseldiğini görüyoruz. Ve yer yer bu çalışmaların devam ettiğini.. Dergâh Sanırım Urfalılar buraya “Dergah” derler… Başkaları ne der bilmem ama ben “Makam-ı İbrahim” diyorum. Bizim gibi dışardan gelenler de Balıklıgöl olarak bilirler bu mekânı. “Balıklıgöl” ne demekse… Balıklıgöl… Dikkat ediyor musunuz? Hz. İbrahim’in makamına “Balıklıgöl” diyerek balığı zikretmeyi Hz. İbrahim’i zikretmenin önüne geçirmişler… . Yapanlar bunu kasıtlı mı, kasıtsız mı yapmış, bilmiyorum ama bana pek de iyi niyetli gibi gelmiyor. Bu mübarek makama “Balıklıgöl” diyerek, dikkatleri balıklara odaklandıranlar ne kadar iyi niyetliyse, Makam-ı İbrahim’den çıkan Kuran tilavet seslerini bastırırcasına karşı tarafta “Sıra Geceleri” yaptıranlar da o kadar iyi niyetli ve samimidirler. Bu makamı ziyaret edenlerdenseniz -ki, çoğunuz etmiştir- karşı taraftan yükselen sıra geceler’in sesleri Halil-Ür Rahman Camii’nde yükselen Kuran seslerini bastırmıştır. Oysa bu güzel makamı ziyaret edenler, Nemrut için değil, Hz. İbrahim Peygamber için geliyorlar… Balıkgöl’ün Kısa Hikâyesi İbrahim Aleyhisselam, devrin zalim hükümdarı Nemrut ve halkının taptığı putlarla mücadele etmiş ve onları Allah’a davet etmiştir. Nemrut ve yandaşları, tahtları sarsmasın diye, insanları bir ve tek olan Allah’a davet eden İbrahim’i karşımızda suçlu gibi duran kalenin bulunduğu tepeden ateşe atarlar. Bu sırada Allah, ateşe “Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve selamet ol” emrini verir. “Bu emir üzerine, ateş suya odunlar da balığa dönüşür. İbrahim bir gül bahçesinin içersine sağ olarak düşer. İbrahim’in düştüğü yer Halil-ür Rahman gölüdür.” Yani bu makama illaki “göl” denilecekse “Halil-ür Rahman gölü” desinler. Balıklıgöl de ne demek oluyor?! İbrahim ateşe atılırken, Allah; “Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve selamet ol” diyor. Bu doğru, çünkü Kuran bunu haber veriyor ancak “bu emir üzerine, ateş suya odunlar da balığa dönüşür” mü, dönüştü mü, bilmem. Lakin bir gerçek var ki, bu makam bana Temmuz’un ortasında olmasına rağmen çok serin geliyor. Serin ve serinletici bir atmosfer esiyor iliklerime kadar. Şahsen; koku verecek derecede kartlaşarak ziyaretçiler tarafından abur-cubur yiyeceklerle beslenen bu balıkların tembel tembel yüzdüğü gölden çok Halil-Ür Rahman Camii’ndeki İbrahim Makamı/mağarası daha çok sevimli ve daha çok duygulandırıyor beni… Makam-ı İbrahim Organizasyonda disiplin olmadığı için her refakatçi bakmakla mükellef olduğu adamını alıp dağılıyoruz Dergâh’ta. Kimi Dergaktaki çarşıdan alış-veriş yapıyor kimi de bu makamdaki camileri gezerek günahlarına tövbe-i istiğfar ediyor. Biz de ikincisini tercih ediyoruz; ağabeyimin koluna girip onu cami cami gezdiriyorum. Her girdiğimiz camide iki rekat namaz kılarak dualar ediyoruz. Fotoğraf makinesi Emrullah’ın elinde. Kafasına göre bazı görüntüler almaya çalışıyor. Öğlen yemeğinde buluşacağımız saate kadar Allah’ın Halilin/dostunun makamını bir bir ziyaret ediyoruz. Halil-Ür Rahman Camii Daha önceden rehber eşliğinde buralara geldiğim için sıkıntı çekmeden gezip görülmesi gereken mekânları gezdiriyorum ağabeyimi… Gölü’nün güneybatı köşesinde yer alan Halil-Ür Rahman Cami medrese, mezarlık ve Hz. İbrahim’in ateşe atıldığında düştüğü makamdan meydana gelen bir yer… Cami Bizans dönemine ilişkin Meryem Ana kilisesi üstüne 1211 yılında yapılmış. Medresenin içerisinde merdivenle çıkılan revaklı medrese Osmanlı döneminde Rakka Valisi Mehmet Paşa tarafından 1771 tarihinde yapılmış. Urfa’nın en eski camilerden olan Halil-Ür Rahman ve medrese 1995 yılında valilik tarafından restore edilmiş. Aynzeliha Gölü Daha önceki gezilerimizdeki rehberlerin anlattığına göre Nemrut’un kızı Zeliha Hz. İbrahim’e inanlardan biri. Nemrut, Hz. İbrahim’i ateşe attığında Zeliha da kendisini onun peşinden ateşe atar. Zeliha’nın düştüğü yerde de Aynzeliha Gölü oluşmuştur. Her iki göldeki balıklar halk tarafından kutsal kabul edilerek yenilmemekte ve korunmaktadır. Ama ben bu kart ve kokuşmuş balıkların kutsallığına hiç de inanmıyorum. Kaldı, bu inanış, Allah muhafaza akideyi de zedeler… Zira Allah’tan başka şeyleri kutsamak -Allah muhafaza- şirke girer… Aynzeliha Resteurantta ağabeyimle birer çay içiyoruz. Emrullah’a da bir meyve suyu ikram ediyoruz. İki çay bir meyve suyu artı bir adet 0.50 gr’lık pet şişe suyu 8 TL ödeme yapıyoruz. Ağabeyimin zoruna gidiyor, “nasıl olur bu” diye söyleniyor. “Olur” diyorum, “çünkü bu işletme Nemrut’un kızı…” Ağabeyimin hoşuna gidiyor bu; “Haa.. demek öyle, Nemrut’un kızı yandırdı bizi…” Said Nursî’nin Makamı Bediüzzaman Said Nursî’nin kabrinin yerine bir çeşme var şimdi. Riyavetlere göre, 23 Mart 1960’da Urfa’da vefat eden Üstat buradaki Halil-ur Rahman Dergahı'na defnedilmiştir. Ne var ki, 12 Temmuz 1960’da 27 Mayıs Darbesi hükümetinin emriyle mezarı yıktırılmış ve açıklanmayan bir yere nakledilmiştir. Üstat yok yerinde ama sanki manevi havası hala orada. Kendisini temsil eden çeşmede ellerimi yüzümü yıkayıp dualar ediyorum. Ben den hemen sonra iki kişi daha değişik bir şekilde Üstadı temsil eden bu çeşmede su içiyor, şifa bekliyor. Kale “Kalenin batıya açılan gayet sağlam ve kuvvetli bir demir kapısı vardır. Burada 200 kadar ev vardır ki, Dizdarağa bu evlerde oturur. 200 kadar neferi, cephanesi, buğday ambarı ve sarnıçları vardır. Kale kapısının iç kısmında minareli ve küçük bir mescidi vardır. Mel’un Nemrud’un Hz. İbrahim'i ateşe attırdığı mancınık, bu kalenin içinde durur iki tane sütundur” Evliya Çelebi’nin bahsettiği bu kalede şimdi sarnıçlar yoktur, ya da ben göremedim. Evler yıkık dökük vardı hendeğin ötesinde ama… Elbette ki aradan çok zamanlar geçmiş, Evliya Çelebi’nin tasvir ettiği gibi duramazdı ama Çelebi’ninifadesiyle; “Mel’un Nemrud’un Hz. İbrahim'i ateşe attırdığı mancınık”ların iki sütunu hala duruyordu. Ağabeyim görmediği halde (benim kendisine izah ettiğim kadarıyla) burada çok duygulanıyor. Hakikaten duygulanmamak elden değil. Kendinizi İbrahim’in yerine koyun siz de duygulanacaksınız. Öyle ise, şimdiden, henüz ölüm gelip çatmadan tedbiri elden bırakmayalım. Allah bizlere kefil olana kadar; bizim için de “ateşe serin ol” emrini verene kadar tövbe-i istiğfar edelim. Ağabeyim gibi ağlayalım, ateşi gözyaşlarımızda söndürene kadar ağlayalım günahlarımıza… Tünel Önce Tünel’den çıkmak istiyoruz. Kaleye. Tünelin girişindeki görevli, “Tünel girişe değil inişe açıktır” ikazı üzerine kaleye çıkan merdivenlerden çıkıyoruz. Urfa’yı bir kuş bakışı seyran eyledikten sonra Tünel’den inişe geçiyoruz. Dışarısının kasıp kavuran sıcaklık ortamından sonra Tünel’e geçmek çok iyi geliyor. Tünel taa “Ayn-ı Zeliha” ya kadar iniyormuş… Halil İbrahim Sofrası Derken birlikte olduğumuz kafile ile sözleştiğimiz saat gelip çatıyor. Nefes nefes sözleştiğimiz yerde buluşuyoruz. Orada kafilemizin başı (Malatya Devlet Hastanesi Camii İmamı) bizleri hep birlikte Urfa’nın en meşhur lokantalarından biri olan Halil İbrahim Safrası’na götürüyor. Halil İbrahim Sofrası, kesme taştan yapılmış olup Urfa sıra gecelerinin yapıldığı mekâna yakın bir yerdedir. İkinci Otobüsü Beklerken Yemekten sonra bir rehavet çöküveriyor üstüme. Mevlid-i Halil Camii’nin buz gibi esen klimaların karşında iki rekât namaz kılıp dinleniyoruz. Sonra kalkıp kapalı çarşıyı geziyoruz. Kafam çatlayacak gibi ağrıyor, gözlerim kararıyor, düştüm ha düşecek gibi oluyorum ancak yine de sırf ağabeyim sevinsin diye gezinip duruyoruz Urfa’nın kapalı çarşısında… Ondan sonrası zaman-mekân nasıl geçti bilmiyorum… Kafile organizatörümüz, “otobüsümüz büyük bir arıza verdiği için Malatya’dan yeni bir otobüs gelecek” dedi ekledi; “Malatya’dan yola çıkan ikinci otobüs gelene kadar herkes serbesttir.” Hepimizin morali bozuluyor buna. İkinci otobüs çok geç saatlerde ancak gelebiliyor. Otobüs gelene kadar boş durmuyoruz, her biri bir taraflara dağılıyor, gezmediği, görmediği yerleri gezip görmek istiyor. İbrahim ve Nemrut’un sonu Urfa’dan ayrıldıktan sonra gezip gördüklerimiz gözlerimin önünde canlanıyor…. Pamuk tarlaları, sebze meyvesi… Özellikle narı. Bu güne kadar Urfa’da narın bu kadar meşhur olduğunu bilmiyordum Urfa denilince aklıma yalnız ‘isot’u gelirdi. Meğer Urfa’yı ne kadar eksik bilirmişim… Sonra o gezip gördüğümüz makamlar… Ve put kıran Hz. İbrahim… Peki, neydi İbrahim’in suçu? Ateşe atılacak kadar büyük bir suç mu işlemişti? Allah’tan başkasına tapınmadığı için ceza olarak öyle büyük bir ateş mi hazırlanmalıydı? Ve kulaklarımda adeta yankılanan ilahi emir: “ Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selamet ol!” Enbiya: 69 Sonra bu muhteşem ayetle ateşin ortasında yemyeşil bir bahçe… Hakikaten ateş ilahi emre uymuş; İbrahim sükunet içinde…. Peki Nemrut’a neler oluyor? Nemrut büyüklük taslayan Nemrut en son Allah’ın gazabına karşı her önlemi almasına rağmen, korku içinde uykuları kaçıyor ve küçük bir sivrisineğin taarruzuyla helak oluyor… Kuran, İbrahim’i şöyle tanımlıyor: Allah’ın dost edindiği kimse, çok içli, yüreği yanık, yumuşak huylu, kendini Allah’a vermiş, vefakar, hanif, sadık ve görevini tam yapmış, Allah’ı bir tanıyan, gerçek bir Müslüman, işinde Allah’a dönük, inanmış bir kul… Evi yol üzerindeydi. Geleni geçeni doyururdu. Adının anlamı millet babası demekti. Onun güzel isimleri vardı. Halilullah (Allah dostu), Ebul Edyaf (misafirler babası). Göklerin ve yerin sırları kendisine öğretilmişti “ Biz İbrahim’e kesin ilme erenlerden olması için göklerin ve yerin melekûtunu da öyle gösteriyorduk” En’am: 75 Çok sevgili bir kul olmasına rağmen babasının affedilmesi için yaptığı dua kabul olmadı. Buradan şu gelenek oluştu ki, iman etmeyenlerin affına değil hidayetine dua edilebilirdi ancak. Velev ki o kişiler anamız babamız olsun… Bu seferki Urfa gezimiz çok meşakkatli oldu ama braketli geçti…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Şevket Başıbüyük, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |