Öyle yaşamalısın ki ölünce mezarcı bile üzülsün. -Mark Twain |
|
||||||||||
|
Kur’an-ı Kerim’deki her bir ayet, Allah’ın sözü olmasından dolayı çok anlamlı mucizelerle donatılmıştır… Bu ayetlere önyargılı ve inkar niyetiyle bakanların elbette bu mucizeleri anlamasına imkan yoktur... Hakka suresi 41-43. ayetlerde Allah, bütün kâinata hitaben, Kur’an-ı Kerim’i kendisinin indirdiğini ilan etmektedir: “O, şair sözü değildir; ne az inanıyorsunuz! Kahin sözü de değildir; ne az düşünüyorsunuz! Kur’an, âlemlerin Rabbinden indirilmedir.” Bu nedenle Kur’an-ı Kerim adlı kutsal kitapla muhatap olanların, bu kitabı Hz. Muhammed’in sözü olarak nitelendirmeye hakkı yoktur, olamaz.. Zira böyle bir önyargılı bakış, Kur’an-ı Kerim’in inceliklerinin ve mucizelerinin anlaşılmasının da önünde büyük bir engel olacaktır… Çünkü bütün kitap eleştirmenleri bilirler ki, edebiyat incelemelerindeki pozitivist anlayışa göre, her kitap kendisinden daha fazla, o kitabın yazarından büyük izler taşır. Attila İlhan’ın kendisinin yazdığını ifade ettiği „Sokaktaki Adam“ adlı romanının, İsmet Özel tarafından yazıldığını iddia etmek; bu kitabı bu yazarın bakış açısıyla okumak, ne kadar saçma, yanlış ve anlamsız olacak ise, Kur’an adlı kitabın yazarının da okurlarına kendisini Allah olarak tanıtan Sonsuz Yaratıcı’dan başkası olduğunu iddia etmek de o kadar saçma olacaktır... Elbette bu kitabın yazarı olduğunu bizzat kendisi savunan bir başka yazar varsa, bu durumda yapılacak ince tahlillerle Kur’an-ı Kerim’in Allah tarafından mı, bu diğer sözde yazar tarafından mı oluşturulduğunu o zaman tartışabiliriz.. Halbuki böyle bir iddia yoktur ve hiçbir zaman da olmamıştır. Bu kutsal kitaba en yakın olan Hz. Muhammed bile böyle bir iddiada bulunmamışken, hatta Kur’an-ı Kerim’deki Allah sözleri ve dillerde dolaşan kendi sözleri (Hadis) arasındaki farkı her fırsatta gözler önüne sermişken, bu kitabın Hz. Muhammed tarafından yazıldığını savunanlar, Sokaktaki Adam adlı romanın İsmet Özel tarafından yazıldığını savunanlar kadar belki de onlardan milyonlarca kat ilahi telif haklarını yok sayan, saygısız ve inkarcı bir tutum takınmış olacaklardır. Belki bir Profesörün yazdığı kitabı aslında bir anasınıfı öğrencisinin yazdığını iddia etmek kadar saçmadır bu iddia... Bu iddiada bulunanların, güneşi Allah yaratmadı da tesadüfler, sebepler ya da doğanın kendisi yarattı diyenlerden de hiçbir farkı olmayacaktır… Çünkü güneş ne kadar Allah’ın bir kitabıysa, Kur’an-ı Kerim de Allah’ın sözle yazılmış bir kitabıdır ve bu kitabın satırlarında hakim temel iddia da zaten budur… Orta yerde kitabın sayfalarının ve dolayısıyla da o sayfaların yazarının sahiplendiği başka bir iddia da yoktur. Zaten Kur'an-ı Kerim'in ayetlerine ve sayfalarına baktığımızda bizimle konuşanın Allah olduğu hissine istemesek de kapılırız... "Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın. Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. O mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir" (İbrahim 4) "Yahut onların durumu, gökten yoğun karanlıklar içinde gök gürültüsü ve şimşekle sağanak halinde boşanan yağmura tutulmuş kimselerin durumu gibidir. Ölüm korkusuyla, yıldırım seslerinden parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır." (Bakara 19) "Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’an) hakkında şüphede iseniz, haydin onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin)." (Bakara 23) "Andolsun, sizi yarattık. Sonra size şekil verdik. Sonra da meleklere, “Adem için saygı ile eğilin” dedik. İblisten başka hepsi saygı ile eğildiler. O, saygı ile eğilenlerden olmadı" (Araf 11) "Allah, gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı. O, müşriklerin ortak koştukları şeylerden yücedir." (Nahl 3) "13. Sonra onu az bir su (meni) halinde sağlam bir karargaha (ana rahmine) yerleştirdik. 14. Sonra bu az suyu “alaka” (rahim çevesine asılmış spermler) haline getirdik. Alakayı da “mudga” (Embriyo) yaptık. Bu “mudga”yı da kemiklere dönüştürdük ve bu kemiklere de et giydirdik. Nihayet onu bambaşka bir yaratık olarak ortaya çıkardık. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir! " (Muminun) "1-2Rahmân Kur’an’ı öğretti. 3. İnsanı yarattı. 4. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti. 5. Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir. 6. Otlar ve ağaçlar (Allah’a) boyun eğerler. 7. Göğü yükseltti ve ölçüyü koydu. 8. Ölçüde haddi aşmayın. 9. Tartıyı adaletle yapın, teraziyi eksik tutmayın. 10. Allah yeri yaratıklar için var etti. 11. Orada meyve(ler) ve salkımlı hurma ağaçları vardır. 12. Yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler vardır. 13. O halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?" (Rahman) Kur’an-ı Kerim’in yazarı olduğunu pek çok ayette haykıran Allah, Kur’an-ı Kerim’in kendi sözü olduğunu inkar eden önyargılı insanların ruh hallerinden de en ince ayrıntısına kadar mucizevi bir biçimde haber vermektedir. Üstelik ilahi telif haklarını ihlal eden bu insanlara da karşılaşacakları akıbeti hatırlatmaktadır: 16- Hayır, çünkü o bizim âyetlerimize karşı bir inatçı kesildi. 17 - Ben onu dimdik bir yokuşa sardıracağım. 18 - Çünkü o bir düşündü, ölçtü, biçti. 19 - Kahrolası nasıl da ölçtü, biçti. 20 - Yine kahrolası, nasıl ölçtü biçti. 21 - Sonra baktı. 22 - Sonra kaşını çattı, surat astı. 23 - Sonra arkasını döndü ve büyüklük tasladı. 24 - "Bu, dedi, başka değil öğretilegelen bir sihirdir." 25 - "Bu, sadece bir insan sözüdür." 26 - Ben onu Sekar'a (cehenneme) sokacağım. (Müddesir Suresi) Meselenin bu yönünü unutmadan, yani yazarının kendi kitabının satırlarındaki temel iddiasının kesinliğiyle Kur’an-ı Kerim’in Allah sözü olduğunu devamlı akılda tutarak, Tebbet suresindeki mucizelerin farkına varmak için yolculuğumuza devam edelim.. Önce şunu bir tesbit edelim… Tebbet suresi de Kur’an-ı Kerim’in diğer ayetleri gibi bu kutsal sözlerin yazarı ve söyleyicisi olduğunu iddia eden tek zata, yani Sonsuz Yaratıcı’ya nisbet edilecektir… Çünkü Kur’an-ı Kerim’in müellifi olduğunu ondan başka iddia eden bir kimse hiçbir zaman olmamıştır.. Mesela İncil yani Yeni Ahid’in içeriğinde böyle bir iddiası yoktur… İncil’in temel iddiası Hz. İsa’nın “Tanrı sözü” olduğu yönündedir… Halbuki elimizde bulunan bütün Kanonik İnciller, birer biyografi kitabı olma özelliği taşımakla birlikte, elçilerin birbirlerine yazdıkları samimi içerikli mektuplardan oluşmaktadırlar. Yeni Ahid’in “Tanrı Sözü” olduğu iddiası, bütün bu mektuplar derlendikten ve biyografiler dörde indirildikten sonra ortaya atılmıştır inanlılarca… Zira onların görüşüne göre, bütün bu derleme ve toplama çalışmaları, eldeki kanonik İncil’in oluşma süreci Kutsal Ruh’un yönlendirmesiyle gerçekleşmiş ilahi bir süreçtir aslında… Eski Ahid yani Tevrat’ta da Kur’an-ı Kerim’de olduğu gibi Hz. Musa ile ilgili bölümlerde “Tanrı Sözü” hüviyeti gözükse de, daha önce yaşamış Peygamberlere ait vahiylerin de derlendiği ve de destansı bir bakış açısıyla kainatın yaratılış öyküsünün kronolojik bir sıralamayla anlatıldığı, ontolojik, kozmolojik ve biyografik bir tarih kitabı havası sezinlenmektedir… Hatta Hz. Musa’nın ölümünden sonra nereye gömüldüğü bilgisi bile bu kitapta yer almaktadır. Ancak İncil’deki pek çok mektupta bile kendisinden iktibaslarda bulunulması, hatta Hz. İsa’nın Peygamberliğinin/Mesihliğinin bile kendisine dayandırılması yönleriyle bu kutsal kitabın en azından Kutsal Yasa olarak tabir edilen pek çok ayetinin Allah’ın sözü olduğu, kitabın kendi iddiasıyla sabittir… Hatta Kur’an-ı Kerim bile bu kitaplara inkarcı bir şekilde yaklaşmaz ve onların tahrif edilmiş de olsalar, özlerinde Allah sözü olduklarını ilan eder… Kur’an-ı Kerim’in onlardaki bozulan ya da eklenen bölümleri tashih etmek ve de bütün geçmiş dinlerin özlerindeki hakikati ortaya koymak için indirildiği ifade edilir… “TEBBET” Yukarıda belirttiğimiz temel bakış açısından hiçbir sapma göstermeden “Tebbet” suresinin ilk kelimesi olan “Tebbet” kelimesinin anlamını irdelemeye çalışalım… Bu kelime Arapça “Tebb” kökünden gelmektedir ve Araplarda yaygın bir kullanım olan “tebbet!” kelimesi de “Mahvoldu, helak oldu, mahvolsun!, kurusun!” gibi anlamlara gelmektedir. Bu kelimenin içinde “el” anlamına gelecek herhangi bir kelime olmadığı için Allah’ın burada “elleri kurusun” demek istediğini iddia edemiyoruz… Elbette Allah, sözlerini indirdiği insanların diliyle konuşmaktadır ve bu dilin içinde o insanların kullandığı, anladığı mecazlar, semboller, deyimler, dilekler de bulunmaktadır… Bunun aksi bir dil kullanımı indirilen kutsal kitabın mesajının anlaşılmaması gibi bir istenmeyen duruma sebebiyet verecekti ki, bu durum da Kutsal Kitapların iniş gayesini anlamsızlaştıracaktı… Çocuk psikologları, çocuklarla anlaşabilmek için onların dillerine indirgenmiş konuşmalarla onlara hitap etmenin daha anlamlı olacağına işaret etmektedirler… Yoksa entelektüel bir kişiliğin kendi zihin lügatinde bulunan en ağır kelimelerle kendi çocuğuna ya da torunlarına hitap etmesi, onun iletişimini dumura uğratacak, böyle bir iletişim tercihi o insanı iletişimde bulunulmak istenen hedef kitleden daha da uzaklaştırabilecektir… İşte Allah da kendi yarattığı ve programladığı insanlarla yine onların anlayabileceği kelimeleri kullanarak konuşmaktadır ki, burada bile insanlığa büyük bir iletişim dersi sunulmaktadır… “Mahvolsun, Helak oldu!” gibi hitaplarla kendi seçtiği hak dinine en büyük düşmanlıkları besleyen, Müslümanlara her türlü eziyeti yapan ve bu baskılarını her geçen gün arttıran zalimlere hitap etmektedir… Buradaki hitap Allah’a nispet edildiğinde asla bir beddua olamaz. Çünkü Allah ne dua eder, ne de bedduada bulunur… Sadece “ol” der, o da olur… Bu sadece onun bir emri olarak algılanabilir… Aynen “Ol-Kün!” emri gibi kainattaki görevli memurlara (atomlara, hücrelere, meleklere) verilmiş bir emir… Yanardağlarda, güneşin patlamalarında, depremlerde, arslanın pençelerinde ve dişlerinde, yılanın; akrebin zehirinde, sellerde ve asla zulüm olarak algılanmaması gereken bütün haşmetli işlerinde görünen celalli, azametli özellikleri gibi, burada da “Kahhar”, “Azim”, “Sultan” gibi özelliklerinin hak eden insanlara yansıması için verdiği bir emir ya da inananlara, bırakın inananları, herhangi bir canlıya zulmeden ilgili şahısların bu ismin mazharı olduklarını ifade eden bir hitap… Bu ifadelerin sıradan ifadeler olmadığı da bu ifadelerin muhataplarının uğradığı “mahvoluşlardan” açıkça anlaşılmaktadır… Bu ilahi sözleri ve tehditleri duydukları halde zulümlerine devam etmiş olan Ebu Leheb gibi şahıslar, bin bir türlü belaya düçar olmuşlar, kendi çocukları bile onların zulümlerinden yaka silkerek onları terk etmişlerdir. “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” sözü geçerliliğini burada tüm keskinliğiyle gözler önüne sermiştir.. Elmalılı Hamdi Yazır, buradaki ifadelerin sadece Ebu Lehebi değil bütün zalimleri de kapsadığını meşhur tefsirinde şu sözlerle ifade eder: “ Ebu Leheb, şahsı gösteren bir künye olmakla beraber lugat itibarıyla asıl mânâsı, alev babası demektir. O itibarla Peygamber'e ve İslâm'a karşı ateş püskürmek isteyip de, kendini cehenneme atmış olan kâfirlerin hepsinin temsilcisi olması sebebiyle onun helâki, hepsinin helâkına misâl yapılmıştır ki, bu da, "Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki, kâfirler istemese de Allah, mutlaka nûrunu tamamlamak ister." (Tevbe, 9/32) âyetinin ifade ettiği anlama işaret olur. Künyeler, alem ismi olmakla beraber yerine göre Hâtem-i Tâi'nin cömertlik, Ebu Hanife'nin ilim ile şöhret bulması gibi sıfatlık mânâsına gelmelerinden ve Meânî(Manalar) ilminde Ebu Leheb isminin de "ateş babası" demek olmasından dolayı, kinâye yoluyla "cehennemlik" vasfına delâlet eden meşhur bir misâl olarak söylenmiştir. Ayrıca kinâyeler de, hakikatin iradesine engel olmayacağına göre burada, söz konusu mânânın hususi bir önemi vardır. Yani maksat sadece Ebu Leheb'in şahsını belirtmekten ibaret olmayıp, onun vasfına ve bu vasıfta ona benzeyenlerin hallerine de işaret edilmiş demektir.” http://www.kuranikerim.com/telmalili/tebbet.htm Bir de zihinlerindeki muhayyel Put Tanrı’yı (Muhyiddin İbn-i Arabi'nin tabiriyle İlah-ı mütekad, yani gerçek olmayan, zannedilen ilah), kainatta türlü fiillerle icraatlarda bulunan gerçek Allah’la (İlâh-ı hakiki ile) karıştıranlar var maalesef… Bu düşünceye sahip olan kimi dostlarımız, Allah’ın sadece kendi kabullerinin tarzında iyilik yapmak zorunda olan bir: "İnsanlarınİyilikKabullerineGöreHareketEtmekZorundaOlanTanrı" olduğu konusunda o kadar eminler ki, iyilik kavramının bin bir farklı medeniyete ve kültüre göre ne kadar farklılıklar arz ettiğini de unutmuş görünmektedirler. Elbette Sonsuz Yaratıcı onların kabullerinin zayıf ipleriyle oynatılacak basit bir Kukla Tanrı asla değildir. Ama bunun bilincinde olmadıkları, bu inanç bilincine henüz ulaşamadıkları görünüyor... Mesela Afrika’daki bir kavim için en büyük iyilik yaşlanan anne ve babaları ölmeden onları pişirip yemekken, bir kısım Japonlar için en büyük iyilik, şeref ve onur için intihar etmeyi başarabilmektir… Halbuki bütün bu farklı iyilikler, Allah’a göre değil insanların kabullerine göre izafi iyiliklerdir… Kötülük kabulleri için de benzer ifadeleri kullanabiliriz elbette… Mesela bir atı durup dururken ve gereksiz yere öldürmek kötülük kabul edilirken, yaralanmış ve acı çeken bir atı vurmak iyilik olarak kabul edilir… Bir Hindu vejeteryenin yemeğine et koymak onun için büyük bir kötülük kabul edildiği gibi bir dindar Müslüman’ın önüne domuz etinden yapılmış en güzel görünümlü yemeği koymak da büyük bir kötülük olarak kabul edilecektir… Demek ki kötülük kavramı da izafi bir kavramdır… Kainattaki faaliyetleriyle kendini gösteren Yaratıcı, insanların izafi kabullerine göre değil, kendi ilahi yasalarına uygun, daha doğrusu kendi özelliklerinin gerektirdiği doğrultuda icraatlarda bulunacaktır… İnsanların beğeni tartısı işte bu sonsuz boyutlu ağırlığı tartamamaktadır… Bu icraatların içinde güneşi insanlar için ısıtıcı ve aydınlatıcı bir lamba yapmak olduğu gibi, depremler, seller, yanardağ patlamaları, virüsler, mikroplar, zehirli ve yırtıcı hayvanlar gibi yaratılarla insanın rahatını kaçırmak da vardır… Mesela yaşlanmanın, ölümün gerekliliğini hiç kimse sorgulamıyor ve bu yaratı süreçlerinin zalimce olduğunu hiçbir Allah inançlı iddia etmiyor… Halbuki madalyonun öbür yüzünde görünen bu yaratma faaliyetleri de Yaratıcı’nın mutat işleri olduğu halde bu gibi süreçler bizlere hiç de sevimli gelmemektedir… Ancak Allah’ın “manzar-ı alasında” yani “yüksek bakış açısında” bütün bu olaylar bizdeki gibi iyilik ve kötülük kefelerine oturtulup tartılmamaktadır… Olan her şey olması gerektiği için olmaktadır/yaratılmaktadır ve bunlar olmasaydı biz evrenin şu andaki düzenini koruyacağından asla emin olamazdık… Bu bakış açısıyla bakıldığında arslana pençeleri ve keskin dişleri veren kimse, o hayvanın bu aletlerle diğer bazı hayvanları avlamasını isteyen de odur… Bu durum kimilerine göre kötülük gibi gözükebilir ama Yaratıcı bakış açısından durum oldukça farklı görünür. Arslanın saldırısına maruz kalan hayvanlar devamlı tetikte bulunurlar ve zindeliklerini korurlar. Bu da onların soylarının daha sağlıklı devam etmesini sağlar… Arslana verilen kurbanlar da öyle gelişi güzel seçilmiş değillerdir. Genellikle sürünün en hasta, yaşlı ve yavaş üyeleri seçilir… Düzenin devam etmesi için bu süreç gereklidir. Yaratıcı’nın o arslanın avlanması sırasında yansıyan özellikleri asla kötü özellikler değildir… Akrebin zehirli iğnesini, kartalın keskin gagasını ve güçlü pençelerini, yılanın zehirli dişini yaratırken Allah kötü bir şey yapmak istemiyordu. Ancak bütün bu yansıyan özellikler, bir kısım insanların iyilik normlarının da dışında özelliklerdir… David Hume gibi filozoflar bu nedenle bu izafi kötülükler hakkında “Kötü Tanrı” kavramını geliştirmişler ve evrendeki icraatlarıyla kendini gösteren “Gerçek Tanrı’yı” inkâr etmişlerdir… Kur’an-ı Kerim ve Kutsal kitapların “Allah’ını” inkar edenler de, kendi duygusal beğeni ölçüleriyle hareket ettiklerinden dolayı bu inkara saplanmaktadırlar. Akrebin zehirli iğnesini, Yılanın zehirli dişlerini, Güneşin enerjisini, depremleri, virüsleri, arslanın parçalamaya yarayan dişlerini ve pençelerini yaratan Allah’la uyumlu bir Allah kelamının nasıl olabileceğini tahayyül etmektedirler ki, dinlerin bazı hükümlerini zalimce görüp hemen inkara saplanmaktadırlar… Arıya, karıncalara kendi kolonilerini korumaları için savaşmaları gerektiğini vahyeden Yaratıcı kimse, insanlara da kendilerini yok etmeye gelen düşmana karşı savaşmayı emreden aynı Tanrı olmalı değil midir? Bütün hayvanların minicik yüreklerine savunmasız yavrularına karşı şefkat duygusunu yerleştiren kimse, insanlara da savunmasız insanlara, yetimlere, çocuklara yardım etmeyi öğütleyen aynı Yaratıcı değil midir? Halbuki güneş bizim istediğimiz renkleri yansıtmak, istediğimiz ölçülerde ve miktarlarda kimyasal patlamalara sahne olmak zorunda olmadığı gibi, evreni yaratan Yüce Yaratıcı da Deistlerce inşa edilen Put Tanrı zindanına hapsolmak, kendisine biçilen evrendeki kendi icraatlarını reddeden “Kendi inkar eden, başka bir Tanrı gibi davranan “Haşa” Şizofren Tanrı” gömleğini giymek zorunda değildir. Bilhassa Kur’an-ı Kerim’in Tanrısı evrendeki icraatlarla en uyumlu Yaratıcı anlatımıdır ve Kur’an’ı okuyan Nietzche gibi akıllı adamlar, evrenin doğasına en uygun dinin İslam dini olduğu konusunda bu yüzden hemfikirdirler… Bu yüzden Avrupalı Hıristiyanların kainattan, fıtrattan kopuk iyicil bir Tanrı anlayışına sahip olmalarına kızmakta ve bu Tanrı’nın Ölümünü ilan etmektedir. Dawkins’in kitabında adeta bir teolojik inancın esasları kurgulanır gibi işlenen “doğal seçilim”i parantez içinde yazarak (İlahi seçim) olarak düşünsek, diğer bütün dinler vazifelerini tamamladıktan sonra en son İslam dininin neden seçildiğini, İslam dininin bu kadar hızlı yayılmasına rağmen diğer dinlerin ve sonradan oluşturulan dinlerin neden yaygınlaşmadığını, bu yaygınlaşmanın belli bir noktadan sonra tabii bir kesintiye uğradığını fark ederiz ve doğanın, insan fıtratının kanunlarına en uygun dinin de İslam dini olduğunu anlayıveririz… “Tebbet” gibi ifadeler bu ilahi algılama seviyesinden bakılarak anlaşılmaya çalışıldığında muazzam, yüce bir “bağımsızlık” ve “hakimiyet” duygusunun bu Yaratıcıda var olduğu, kendisine yöneltilen inkarcı ifadeler ve varlıklarının, özellikle kendisini çok seven insanların karşılaştığı bir zulüm karşısında onları muhafaza etme eylemlerinin en son mertebede yansıyabildiğini görürüz… Her bir atoma tek tek hükmeden Allah’la elbette o atomlardan oluşmuş insanların hareketlerine karışan Allah aynı Allah olmalıdır… Atomların her türlü özelliğine, yapılarına, iç dinamiklerine, hücrelerin yaşam kurallarına zarlarına kadar karışan, alyuvarları, akyuvarları ve diğer bütün parçaları düzenleyen Allah kimse, elbette o atomlardan oluşan evrende yaşayan ve o hücrelerden oluşan beden elbisesini giydirdiği insanlara da neler yapmaları ya da yapmaları gerektiğini söyleyecek yine odur… Dünyanın etrafına ozon tabakasını yerleştiren kimse, elbette insanları kötülüklerden korumak için onlara sözüyle hitap ederek doğruları hatırlatan da yine odur… Böyle bir Allah elbette hususi değil daha çok umumi konuşur ve hatta konuşmalarında bile kendisinden “Biz” diye bahseder… Çünkü onun bakış açısı bir anda her zamanı, varlığı ve mekanı kuşatan bir akış açısıdır ve o her an bu sonsuz bakış açısıyla bakarak konuşur… Herhalde bu bakış açısıyla bakan ve devamlı yaratmada, yansımada ve etkinlikte olan bir Sonsuz Varlığın insanların dilleriyle kendisini ifade edebileceği en olası sözcük yine “Biz” kelimesi olacaktı. “Biz” yani olmuş olacak, gelmiş gelecek her şeyi bütün varlığıyla, eylemleriyle kapsayan, kuşatan Allah! Sonsuz Yaratıcı bakış açısıyla olayların iç yüzüne bakan Allah, elbette zalim olan insanlar arasında bu Peygamberin yakını bu da uzağı şeklinde bir ayrım yapmayacaktır… Hayvanlarda bile sürülerin lideri olma konusunda krallık benzeri bir soy liyakati değil, güç, hasmını yenebilecek hayvani bir zeka, topluluğunu dış düşmanlara karşı koruyabilecek özel yetenekler, soyun sağlıklı devam etmesine imkan verecek güçlü ve sağlıklı genler aranır… Bunun için iki hayvan karşı karşıya geçer ve birbiriyle mücadele eder. En yetkin özelliklere sahip olan hayvan sürünün başı seçilir… Arılarda bile liderin yani Kraliçe Arı’nın seçiminde soy liyakati değil arı sütü ile en iyi beslenebilme özelliği aranır. Bu larvalardan oluşan Kraliçe arı öldüğünde yerine seçilen yetenekli bir İşçi Arı Kraliçe Arı olmak üzere beslenir.. Evrendeki bütün bu örnekler gösteriyor ki, ilahi yasalara uyup uymama konusu önemlidir öncelikle… Ebu Leheb’in Hz. Muhammed’in amcası olmuş olması onun torpil göreceği anlamına gelemez. Kainatta hükmeden Tanrı asla böyle duygusal bir ayrımda bulunmaz… Ebu Leheb insanlara acı çektirdiği, defalarca uyarılmasına rağmen “zulmetmeme” ilahi yasasına uymadığı için cezalandırılmıştır. Pek çok toplumda var olan “eden bulur” inanışı, aslında evrende cari olan bir gerçek kuralın insanlar boyutunda algılanmasından ibarettir. Yaşam ve algılama boyutlarının en sonsuz alanı madem ki Allah’tır ve Allah ne yaptığını bilmeyen sadece onun emirlerini dinleyen hayvani ve bitkisel canlılarla değil de elbette kendisini anlayan, bilerek kendisini seven ya da sevmeyen, kendi sevdiklerine kötülük eden ya da etmeyen insanlara karşı bir tepkide bulunacaktır… Canlı organizmaların etkiye tepki verme yasası olarak da adlandırılabilecek bu durum, en küçük canlı organizmalarda bile görülürken Allah-İnsan ilişkisinde bunun görülmeyeceğini iddia etmek Evrendeki Yaratıcı’nın bu doğrultudaki bütün yaratmalarını da inkar etmek demektir. Elbette organizmaların bir kısım tepkileri kendi yaşamlarını korumaya yöneliktir. Ancak sonsuz yaratıcının göstereceği tepki elbette bu amaçlı değildir. Canlı organizmalar sadece kendi şahsi hayatlarını korumak için tepki göstermezler… Yavrularını, sürülerini, başka canlı türlerini korumak adına da tepki gösterirler… Sonsuz Canlı olan Allah da kendisine inanan insanları tehdit eden unsurlara karşı sonsuzluğuna uygun tepkiler gösterir… Mesela onları kendi sonsuz bakış açısıyla (sonsuz) mükafatlandırır, ya da (sonsuz) cezalandırır. O bizler gibi sonlu bakmaz çünkü… Hem insanların sonlu bedenlerine değil ölümsüz ruhlarına hitap eder… Bu O’nun, düşünen, seven, yaşayan, karar veren, isteyen, istemeyen, kararını uygulayan hayat sahiplerinin en üst Sonsuz mertebesi olmasından kaynaklanır. Bu nedenle “Yeda ebi Lehebin ve tebb” (Ateşin babasının elleri kurudu da) hitabıyla aslında kendi seçtiği doğaya uygun yasalar bütünü olan İslam’a karşı çıkan herkese tepki göstermektedir… Onları uyarmaktadır. Bu ilahi yasaların çarkına parmak sokan bütün eller o çarkın arasına sıkışıp kalacaktır, demektedir. Yılanın ya da arslanın ağzına elini sokanlar elbette bu icraatlarının sonuçlarına da katlanacaklardır ya da çalışmakta olan bıçkı makinesinin bıçağına ellerini uzatanlar, yaklaşmakta olan trenin raylarına kollarını yaslayanlar bu eylemlerinin de sonuçlarına katlanacaklardır… Sonuçta bütün o sistemler, kötülük için değil iyilik için vardırlar ve bu sistemleri yöneten kurallarla uyumlu hareket etmeyenler “Mahvolacaklardır” demektedir… Onların mahvolmaları kendi suçlarının doğal bir sonucudur ve kendi tercihleridir. Mesela bu ayetler indiğinde Ebu Leheb yaşamaktadır ve yine de yolunu değiştirmemiştir. Yoksa o öldükten sonra inmiş değildir bu ayetler… Dönüş için yine bir şansı vardı ama o eşiyle birlikte bunu kullanmadığı gibi zulmünü de koyulaştırmıştı… Elbette akrabalık bağları insanlar arasında önemli bağlardır ama akrabaların akrabalara karşı işledikleri bazı suçlar da daha büyük cezayı hak ederler… Çocuğunu öldüren bir anne, hasmını öldüren bir katilden daha zalim kabul edilir hukuk nezdinde. Yeğenini öldürmek isteyenlere onu öldürmeleri için maddi ve manevi destek olan bir amcanın bu zalimliği karşısında göreceği ceza, elbette hiçbir hafifletici sebep ödülüne layık olmayacaktır… Merhamet beklediği amcasından devamlı eziyet gören bir yetim düşünün… Çocukluğunda eziyet gördüğü ve diğer amcası tarafından kollandığı gibi, erişkinliğinde de diğer amcası tarafından hiçbir fikrine saygı gösterilmeyen, her fırsatta aşağılanan, zulme uğrayan, dövülen, üzerine taşlar, dikenler atılan, küfredilen, kendi öz amcasının öldürmek istediği, babası doğmadan vefat etmiş, annesi ise altı yaşlarındayken kendisini terk etmiş kalbi yaralı bir yetim düşünün… Kendisinden merhamet beklediği yengesi ise, o yetimin gördüğü eziyetin artmasını sağlamak için kocasını teşvik etmekle meşgul… Şimdi hangi kanun, yasa, hukuk, sosyal kural bu yetim hakkı tanımayan zalim adamı amca olarak kabul edebilir ki? Yukarıda verdiğim diğer örneklerde görüldüğü gibi bu zulümleri yapanın zulme uğrayanın amcası olması, hafifletici bir neden olarak değil, aksine cezayı ağırlaştırıcı bir neden olarak kabul edilebilir… Ebu Leheb'in yeğenine, çocuklarına yaptığı zulümler ortadayken elbette böyle bir zalime “Yuh” da denir, “Mahvolsun” da denir, “Kahrolsun” da denir. Allah’ın bu ifadeleri kullanması asla yadırganacak bir durum değil aksine kullarının haklarına, hele kendisini sevenlere sonsuz düşkün olduğunu gösteren bir merhamet örneğidir. Sokak ortasında itilip kakılan bir kadın ya da çocuğu gören herkes doğal olarak mazlumu korumaya odaklanacaktır. Bu olaya bir Başbakan ya da bir Cumhurbaşkanı da şahit olsa tepkisini gösterir ve adeta “Yuh zalime” diye haykırır. O zalimin derdest edilmesi için elinden gelen yetkiyi kullanır. Bunu kimse demese zaten doğanın kendi yasaları diyecektir ve bu yasalarla uyumlu Kur’an da bu evrensel hükmü dillendirmiştir. Böyle bir insanın malının, mülkünün ya da zenginliğinin ona bir faydasının olmayacağı açıktır…(Ma eğna maluhu vema keseb-Malı ve kazandıkları ona bir fayda vermedi) Hele bir tavuğun, köpeğin, arslanın, gorilin, kedinin yavrusunu elinden almaya kalkışın da doğa nasıl “Yuh” diyormuş acı bir şekilde öğrenin. İşte en ufak ve akıl melekesinden yoksun fertlerinin bile “çocuk” hakkı üzerinde titrediği böyle bir doğanın Yaratıcısının, çocukluğundan itibaren amcasının saldırılarına maruz kalmış bir yetimi, üstelik elçisi ve sevgilisi olan bir yetimi ve de o adamın zulümde bulunduğu kendi çocukları da dahil diğer müminleri koruyamayacağını düşünmek, o hükmen yetimlerin, yani koruyucusuz insanların haklarını bir kenara bırakıp da o iktidar sahibi zalim amcanın haklarını savunmaya çalışmak, o gibi zalim amcaların iktidarlarını yeni zulümler için cesaretlendiren zalimce bir destek olmayacak mıdır? Zira Arif Nihat Asya’nın da o amcanın benzeri zalimler hakkında dediği gibi “Ebu Leheb ölmedi Ya Muhammed! Ebu cehil kıtalar dolaşıyor” İşte Kur’an-ı Kerim’in bu ayetleri bütün o Ebu Leheblere, Ebu Cehillere hitap eden ayetlerdir… Bu sözde amcanın bütün bu kötülüklerine rağmen Hz. Muhammed sabretmiş ve amcasına asla el ya da kılıç kaldırmamıştır. Zira Allah'ın da böyle bir emri olmamıştır çünkü. Üstelik Hz. Muhammed kendi iki kızının (Rukiye ve Ümmü Gülsüm) ilk nişanlarını Ebu Leheb'in iki oğluyla yapmasına izin verecek kadar da Ebu Leheb'in bir gün hatalarından döneceğine inanmak isteyen bir kimsedir. Ancak bütün uğraşlara rağmen Ebu Leheb kötülük yolunu seçmiş, gelin adaylarına ve kızlarına yapmadık işkenceyi bırakmamıştır. Bu zulümlere dayanamayan Hz. Muhammed'in kızları nişanlarını bozmak zorunda kalmışlardır.. Hatta Ebu Leheb'in oğlu Uteybe babasını telkiniyle Hz. Muhammed'e şöyle saldırıda bulunmuştur: "Bunun üzerine, Uteybe Peygamberimiz (a.s.)ın yanına gelerek:"Ben senin dinini tanımıyorum. Kızından da ayrıldım. (3) Artık ne sen beni sev, ne de ben seni sev-erim. (4) Ne sen bana gel, ne de ben sana gelirim !" (5) dedikten sonra, Peygamberimiz (a.s.)ın gömleğini yırttı!" Binlerce Ebu Lehep'ten (Ateşin Babası) ve Ebu Cehil (Cehaletin Babası)'den sadece birisi olan Abdul Uzza (Uzza Putunun Kulu), geçirdiği hastalıklar sonucu bu ayetlerin indirilmesinden 7 yıl gibi bir süre sonra kendi eceliyle ölmüştür... Halbuki istese Hz. Muhammed onu çok kolaylıkla öldürebilir ya da öldürtebilirdi... Ama asla böyle bir şey yapmamıştır. Bu durum da onun sonsuz merhametini ve sabrını gösterir... Ebu Leheb'in birisi dışında bütün çocukları da Müslüman olmuştur... Halbuki bir insanın en çok sahiplenmesi gereken kimse babasıdır. Demek ki Ebu Leheb evlatlarına da ne zulümler ve işkenceler yaptı ki, onlar da Hz. Muhammed'in yoluna girdiler... "Hem baba ocağı hem de koca evi Peygamber düşmanlığının birer üssü mesabesinde olmasına rağmen Dürre binti Ebi Lehep (Ebu Leheb'in kızı Dürre), İslâm'ı kabul etmede tereddüt göstermedi. Sıkıntılara göğüs gerdi, sabretti. Ta ki, Bedir savaşında kocası ölünce ilk rahat nefesini aldı. Bu savaştan yedi gece sonra da babası Ebu Leheb, adese hastalığından öldü. Artık önündeki bir büyük engel daha kalkmış oldu. Bir fırsatını bularak Mekke'den ayrılıp Medine-i Münevvere'ye hicret etti. Ebu Leheb'in oğullarından biri Peygamberimizin (a.s) duasına maruz kaldı. Bir aslan tarafından parçalandı. Diğer iki oğlu ve üç kızı İslâm'la şereflendi. Kendisi gibi karısı Ümmü Cemil de imansız olarak öldü" Hatta Hz. Muhammed, Ebu Leheb'in kızı Dürre'nin uğradığı bir sözlü kınama karşısında şöyle bir cevap vererek akrabalık bağlarına düşkünlüğünü ortaya koymuştur: "Hz. Peygambere (a.s) biat etmiş olduğu halde, her nasılsa, ziyaretine gelen bazı kadınlar ona şöyle söylediler: "Sen Aziz ve Celîl olan Allah'ın, hakkında, 'Ebu Leheb'in eli kurusun, kurudu da.' dediği Ebu Leheb'in kızısın. Hicretinin sana ne faydası var?" Onun bu sözlerle kınanması ve rahatsız edilmesini Hz. Peygambere haber verdiler. Bunun üzerine Resûlü Ekrem Efendimiz (a.s) bir öğle vakti halkı toplayıp namaz kıldırdıktan sonra şöyle buyurdular: "Ey insanlar! Sizin nesebiniz var da benim yok mu? Dürre benim amcamın kızıdır. Onun hakkında hiç kimse hayırdan başka bir şey söylemesin. Haberiniz olsun ki, kim benim soyumdan gelenleri ve akrabalarımı incitirse beni incitmiş olur. Kim beni incitirse Allah'ı incitmiş olur." Rasûlüllah (a.s) daha sonra şöyle buyurdu: "Diriler ölen yakınları yüzünden rahatsız edilmezler." http://www.mumsema.com/ahlak-iyi-ve-kotu-ahlaki-soru-ve-cevaplari/89658-peygamberimizin-kizi-rukayyenin-rukiyyenin-ebu-lehebin-oglu-ile-olan-evliligi-h.html http://islam-dini-ahlaki.blogspot.com/2010/08/efendimizin-as-amcas-ebu-lehebin-kz-hz.html Ebu Leheb’in karısı “Hammeletel Hatab” (Odun taşıyıcısı) olarak zikredilmektedir devam eden ayetlerde… Burada kastedilen elbette Cehennemin yakıtı olacak odunlar değildir. Zira Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle sabittir ki Cehennem ateşi odunla ya da kömürle yakılmamaktadır. Odun tabiri devamlı mecazi şekilde kullanılmıştır… Mesela zalimler ve Allah’ı inkar edenler için de kullanılmıştır bu tabir. “Siz ve Allah’ı bir yana bırakarak taptığınız ilahlar Cehennem odunusunuz. Hepiniz oraya gireceksiniz!” (Enbiya-94) ayeti kullanılan odun kavramının sembolik olduğunun kanıtıdır… Zaten var olan bir Cehennem ve orada ceza görecek zalimler… “Hiç kuşkusuz (Evrendeki ve Kutsal sözlerimizdeki) ayetlerimizi inkar edenleri ileride ateşe atacağız. Derileri kavruldukça azabın acısını duysunlar diye kendilerine başka deriler giydireceğiz. Hiç şüphesiz Allah üstün iradelidir. Hikmet sahibidir.” (Nisa 56) Bu ayetlerde derilerindeki sinirleri yanan canlıların acıyı hissedemeyeceğini bilen bir Zat konuşmaktadır… Elbette bu zat, o derileri yaratandan başkası olamaz. Zira o derilerin benzerlerini yine o derileri yaratan verebilir… Hikmetiyle bunu bildiğine ayetin sonunda da bir işaret vardır. Elbette böyle devamlı olan bir azabın odunla ya da bilmem hangi yakıtla sürekli olamayacağı açıktır… Güneşteki ateşi kimyasal reaksiyonlarla milyonlarca yıldır devam ettiren Yaratıcı kimse, ancak böyle dehşetli bir ateşi yaratabilecek olan da elbette odur… Bu ateşin yoğunluğunu anlatan başka bir ayete daha bakalım. “Orada ateş yüzlerini yalar, bu yüzden dişleri sırıtır” (Muminun Suresi-104) Bir deyişiyle insanları iskelete çeviren bir ateş… Elmalılı Hamdi Yazır’ın bu ayetler hakkındaki oldukça doyurucu tefsirleri de meseleye açıklık getirmektedir: 1- Kelimesinden hal yapılmasıdır ki, karısı da odun hammalı olarak cehenneme girecek, Ebu Leheb'i götürecek veya onun ateşini artırmak için, dünyada küfrüne, arzusuna hizmet ettiğinden dolayı cehennemde de azabına iştirak ile hizmet edecek demektir. Çünkü "O halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının." (Bakara, 2/24), "O inkâr edenler var ya, ne malları, ne de çocukları onlara, Allah'a karşı hiçbir fayda sağlamaz. Onlar ateşin yakıtıdırlar." (Al-i İmrân, 3/10) âyetlerinde buyurulduğu üzere cehennemin odunu, çırası kâfirler olduğundan küfre hizmet etmek, cehenneme odun taşımak mânâsına gelmektedir. Buna göre onun sırtındaki cehennem odununun da, Ebu Leheb'in kendisinin olması en uygun bir mânâdır. 2- Kınama anlamında mansuptur. "Yani o odun taşıyıcısı karı" mânâsındadır. Bu durumda, kelimesi üzerinde durmak câizdir. Burada da "hatab"dan maksat Ebu Leheb'dir. Bundan başka bir de tâbiri, koğucu, ona buna laf taşıyan bozguncu şeklinde mecâzî bir anlam da taşımaktadır. Keşşaf sahibi ez-Zemahşerî der ki: "İnsanlar arasında koğuculuk yapan bozgunculara, "Aralarında odun taşıyor." denilir. Bu cümle, insanlar arasında ateş yakmak, şerre sebeb olmak anlamında kulanılmaktadır. Nitekim "Beyaz insanları, yani yüzleri ak temiz kimseleri avlamaya çalışmadın, Alçaklığın sırtına binerek oba arasında yaş odunla yürümedin." diyen şair de bu mânâyı ifade etmiş, dumanı çok olmasından dolayı şiirinde "yaş odun" tabirini kullanarak şerrin çokluğuna işaret etmiştir." Lisanımızda bu mânâ, "kundakcılık etmek" şeklinde ifade edilmektedir. "Yangına körükle gitmek" sözünde de aynı anlam söz konusudur. Ancak, Türkçe'de "odun hamalı" tabirinden bu mânâ anlaşılmaz. Onda sadece küçümsemek anlamı vardır. Zira izzet ve servet içinde büyümüş bir kadının odun hamallığı yapması, acıklı bir sefâlet demektir. Esasen bundan, koğuculuk ve bozgunculuk mânâsını çıkarmak için ya "kundakçı" demek, yahut "hammâlete'l-hatab" tâbirini terceme etmeyerek darb-ı mesel tarzında aynen söylemek daha uygundur. Bu anlam, cehenneme girmenin sebebi olan dünyadaki durumu göstermiş olmaktadır. Fakat asıl mânâ, dünyadaki aile şerefine, zenginlik ve üstünlüğüne rağmen, ahiretteki sefâlet ve hakaretini duyurması ayrıca Ebu Leheb'in arzusuna boyun eğenler içinde en sakınması gereken karısının bile cehennem ateşinde hakaretle onun azâbını şiddetlendirmeye hizmet etmekte olduğunu ifade etmesi sebebiyle, diğer anlamlarını da dikkate almakla birlikte, "odun hamalı" diye terceme etmeyi daha uygun gördük. Nitekim İbnü Zeyd ve daha başkalarından gelen rivayetler de, bunu kuvvetlendirmektedir. Denildiğine göre, Ebu Leheb'in karısı, Resulullah (s.a.v.)'in geçeceği yol üzerine geceleyin diken dalları bıraktırmak suretiyle ona eziyet etmek isterdi. Onun için bu tabirle kınanmıştır. Mamafih bu rivayet de onun Peygamber'e eziyet vermek ve dinin yayılmasına engel olmak için kocasının fikrine hizmet etmek üzere gizlice koğuculuk ve benzeri işler yapmak suretiyle rahatsız etmeye çalışması tarzında temsilî bir ifade olarak düşünülürse, yukarıda söylenen mânâların hepsine uygun düşmüş olur. http://www.kuranikerim.com/telmalili/tebbet.htm TEBBET SURESİNİN BİR BAŞKA TEFSİRİ ÂYETLERİN MEALİ: RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA. 1. Ebû Leheb'in iki eli/iki gücü yok oldu. Ve o da yok oldu. 2. Malı ve kazandığı şeyler ona fayda vermedi. 3. Yakında alevli ateşe atılacak. 4-5. Karısı da... Boynunda liften bir ip odun taşıyıcısı olarak... ÂYETLERİN TAHLİLİ: 1-2. Ebû Leheb'in iki eli/iki gücü ve kendisi kesinlikle yok olacak, helâk olacak, kuruyup gidecek, malı ve kazancı [edindiği gücü, kurduğu teşkilâtı ve çevresi] ona yarar sağlamayacak. Birçok tefsir ve mealde birinci Âyet beddua anlamı verilerek "Ebû Leheb'in iki eli kurusun!" diye açıklanmıştır. Bunun sebebi klâsik Arap dilinde haber cümlesinin inşa veya dilek kipi olarak da anlaşılabilme özelliğidir. Böylece haber cümlesi, asıl anlamı yanında dua ya da beddua anlamı da kazanabilmektedir. Örnek olarak, رضى اللّهعنه - radıyâllahü anhu ifadesinin asıl anlamı "Allah ondan razı oldu" demek iken, Arap dilinin yukarıda açıklanan özelliği gereği "Allah ondan razı olsun" şeklinde anlaşılır. Yine رحمهاللّه - rahîmehullâhu ifadesi de "Allah ona rahmet etti" demek olmasına rağmen "Allah ona rahmet etsin" şeklinde anlaşılır ve bu anlam kast edilerek söylenir. Beddua anlamına ise اللّه لعنه - le'anehull'ahu ifadesi örnek olarak verilebilir. Esas anlamı "Allah ona lânet etti" demek olan bu ifade de "Allah ona lânet etsin" anlamıyla söylenir ve anlaşılır. تبّت - tebbet kelimesinin kalıp anlamı "kurudu, yok oldu, helâk oldu" demektir. Bu kelime de haber cümlesi içinde kullanıldığında yukarıdaki örneklerdeki gibi "Kurusun, yok olsun, helâk olsun" anlamında beddua olarak kullanılabilir. Ancak burada tebbet sözcüğünü beddua manasıyla alıp gerekeni yapmaktan acizmiş gibi Allah'ın "Ebû Leheb'in iki eli kurusun" diye beddua ettiğini düşünmek anlamlı değildir. Lütuf da kahır da kendisine ait olan Allah, bunları kimden isteyecektir? Allah'ın dua ya da beddua etmesi, iyi ya da kötü bir şey istemesi söz konusu olamaz. O, her şeyi kendisi yapar. Dolayısıyla ister dua, ister beddua anlamında olsun, bu tür sözcüklerin Allah için kullanılması akıl ve mantık dışıdır. Burada tutulacak yol, Kur'ân'ın birçok Âyetinde olduğu gibi bu Âyette de, anlatılan olayın ileride mutlaka gerçekleşeceğini vurgulama amacıyla fiilin gelecek zaman kipi yerine geçmiş zaman kipiyle kullanıldığını düşünmektir. Bundan dolayıdır ki, Ebû Leheb'in güçlerinin ileride kesinlikle yok olacağı, kendisinin de aynı kesinlikle helâk olacağı kastedilerek Âyet "Ebû Leheb'in iki gücü yok oldu, kendisi de helâk oldu" şeklinde geçmiş zaman kipiyle indirilmiştir. Bu anlatım tarzının Kur'ân'da yüzlerce örneği vardır. Bunlardan biri de Kamer Sûresinin 1. Âyetindeki انشقّ – inşekka = yarıldı fiilidir. Bu fiil "Gelecekte muhakkak yarılacak" anlamında kabul edilmediği için, daha sonraki dönemlerde bir takım rivayetler ortaya çıkmış ve İslâm tarihine "Şakk-ı Kamer [Ay'ın yarılması] Mucizesi" diye bir mucize kaydedilmiştir. Bu konuya örnek olarak Rahmân Sûresinin 37; Hakka Sûresinin 14–16; İnşikak Sûresinin 1–5; İnfitar Sûresinin 1–4; Nahl Sûresinin 1; A'râf Sûresinin 38, 39, 44, 50; Duha Sûresinin 3; Neml 87. ve Zümer Sûresinin 68–74. Âyetleri gösterilebilir. Özellikle Zümer Sûresinin 68–74. Âyetlerine dikkat edilecek olursa vurgulu fillerin tümünün geçmiş zamanlı olduğu görülür. (Zümer; 68- 74) Ve sura نف - üflendi. Allah'ın dilediklerinin dışında göklerde kim var, yerde kim varsa hemen çarpılıp صعق - yıkıldı. Sonra ona bir daha نفخ - üflendi. Hemen onlar da kalkmış bakıyorlardır/bekliyorlardır. Ve yer, Rabbinin nuru ile اشرقت parladı. Kitap وضع- kondu, peygamberler ve şahitler جىء - getirildi ve onlar zulme uğramadan aralarında hak ile قضى - hüküm verildi. Ne amel yaptıysa herkese karşılığı tam olarak وفّيت - ödendi. Ve O, [Allah] onların yaptıklarını en iyi şekilde bilendir. İnkâr edenler cehenneme bölük bölük سيق - sevk edildi. Nihayet oraya جاؤها - vardıklarında kapıları فتحت - açıldıve bekçileri onlara: "İçinizden size Rabbinizin Âyetlerini okuyan, bu gününüzle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?" قا - dediler. Onlar da: "Evet geldi" قالوا - dediler. Ve lakin kâfirler üzerine azap kelimesi حقّت - hak oldu. [Onlara]"Sürekli olarak içinde kalmak üzere girin cehennemin kapılarından قيل - denildi. Büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür! Rablerine karşı takvalı olanlar da bölük bölük cennete سيق - sevk edildi. Nihayet oraya جاؤها - vardıkları zaman kapıları açıldı ve bekçileri onlara: "Selâm sizlere, ne hoşsunuz! Ebedî olarak içinde kalmak üzere haydi girin oraya!" قال - dediler. Ve onlar da: "Hamd olsun o Allah'a ki, bize vaadini doğru çıkardı ve bizi cennet arzına vâris kıldı. Cennette istediğimiz yerde oturuyoruz قالوا - dediler. -Yapıp edenlerin ödülü ne güzeldir! - Yukarıdaki Âyetlerde orijinalleri de verilen fiiller, "Üflenecek, yıkılacak, parlayacak, konacak, sevk edilecek, diyecekler…" şeklinde gelecek zamanlı olarak anlaşılmalıdır. Bu anlatım tekniği, tembih [uyarı] amacıyla uygulanır. Gelecekteki bir olayı böyle ifade etmenin gerekçesi, anlatılan olayın mutlaka ve mutlaka gerçekleşeceğini beyan içindir. Bilindiği gibi, bazı Türkçe ifadelerde de gelecek zaman kipi yerine geçmiş zaman kipi kullanılmaktadır. Örnek: Gerçekleştirilmesine kesin karar verilmiş şeyler için bazen henüz o işe başlanmadan bile "yaptım gitti" denir. Oysa kişi o işi ileride yapacaktır. Ya da hata etmiş, suç işlemiş birisi için "şimdi belâsını buldu" denir. Hâlbuki o kimse henüz yaptığı hatanın, işlediği suçun cezasını tatmamıştır, ileride tadacaktır. Bu ifade tekniği Tebbet Sûresinin ilgili Âyeti için de söz konusudur. Oradaki geçmiş zamanlı fiil de gelecek zamanlı olarak anlaşılmalıdır. Bu takdirde Âyetin anlamı şöyle olur: "Ebû Leheb'in iki gücü ve kendisi kesinlikle yok olacak, kuruyup gidecek." Malı ve kazancı [edindiği güç, kurduğu teşkilât] ona yarar sağlamayacak. İbn-i Mes'ud'un وتب - ve tebbe kelimesini وقدتبّ - ve kad tebbe olarak okuması da bu manayı teyit etmektedir. Âyette geçen ve tebbe ifadesi aslında "kendisi de kurudu" anlamındadır. Yani "Ebû Leheb'in iki eli kuruyacak, kendisi de kuruyacak, yok olacak" demektir. Âyette geçen يدا - iki el ifadesinin "Cüz'iyyet Mecaz-ı Mürsel"i olarak anlaşılması, yani iki elin zikri ile bizzat ellerin sahibinin kastedilmesi ikinci plândadır. يد - iki el ifadesi Ebû Leheb'in iki gücünü temsil etmektedir. Sûrenin 2. Âyeti bu güçleri ماله وماكسب - onun malı ve kazandığı şeyler olarak açıklamaktadır. Ebû Leheb'in varlıklı bir kişi olduğu göz önünde tutulduğunda, "kazandığı şeyler" ile kastedilenin de çevresi, kurduğu teşkilât, oğulları, uşakları ve yetiştirdiği militanlar olduğu akıl yoluyla çıkarılabilir. Kur'ân'da yed = el يد sözcüğünün mecazî kullanımı ile قدرة – güç 'ün kastedildiği bir çok örnek vardır: Fetih Sûresinin 10; Al-i-Imrân Sûresinin 73; Hadid Sûresinin 29; Ya-Sin Sûresinin 83; Mülk Sûresinin 1 ve Sad Sûresinin 75. Âyetleri gibi. 3. O, yakında alevli ateşe atılacak. Sözlük anlamı itibariyle "alev babası" demek olan ابو لهب - Ebû Leheb, şahıs için kullanılan bir künye niteliğindedir. Künyeler aslında özel isim olmakla beraber, yerine göre sıfat haline de gelebilirler. Bu nedenle "ateş babası" anlamına gelen Ebû Leheb sözcüğü, kinaye yolu ile "cehennemlik" sıfatını kazanmış herkes için kullanılabilen meşhur bir örnek haline gelmiştir. Ebû Leheb künyesi Abdül Uzza'ya başlangıçta övgü maksatlı olarak yüzünün canlılığı, yanaklarının kırmızılığı ya da hiddet ve şiddeti sebebiyle verilmişti. Zaten Âyetteki cinas sanatından da bu anlaşılmaktadır. Bu Sûre ise bize Abdül Uzza'nın peygamberimize ve davet ettiği İslâm'a karşı adeta ateş püskürmek suretiyle cehennemdeki yerini hazırladığını bildirmektedir. Böylece "ateş kaynağı olmak", "ateşi sevmek" vasıflarını da içeren Ebû Leheb ismi "cehennemlik" unvanı ile özdeşleştirilmiş, ortaya koyduğu iş ve davranışları itibariyle bu unvanı hak edenler için "cehennemin babası" anlamında bir özlü söz olarak kullanılmıştır. 4-5. Karısı da boynunda liften bir ip, odun taşıyıcısı olarak alevli ateşe atılacak. Bizim toplumumuzda olduğu gibi, Araplarda da odun hamallığı fakir ve sefil insanların yaptığı bir iştir. Bu sebeple Ümmü Cemil gibi izzet ve servet içinde büyümüş bir kadının odun hamallığı yapması, acıklı bir sefaleti simgelemektedir. حمّالةالحطب - odun taşıyıcısı tabiri ayrıca koğucu, ona buna lâf taşıyan bozguncuların özelliklerini dile getirirken mecazen de kullanılır. Bunun nedeni, bozguncuların "insanlar arasında ateş yakmak, şerre sebep olmak" gibi fiillerle nitelendirilmiş olmasıdır. Nitekim Zemahşerî, Keşşaf adlı eserinde bu özellikteki insanlar için "Aralarında odun taşıyor" deyimini kullanmıştır. Ancak Âyet, Ümmü Cemil'in cehennemde odun taşıyacağını söylemektedir. Cehennemin odunu ve çırası kâfirler olduğu için, küfre ve kâfirin arzusuna hizmet etmek de bir anlamda cehenneme odun taşımak demektir. Buna göre Ümmü Cemil'in cehennemde odun taşıyıcısı olması, gerek dünyadaki küfrü nedeniyle cehennem odunu olan kocasını sırtında cehenneme taşıyacağı, gerekse kocasının cehennemdeki azabına hem hizmet hem de iştirak edeceği anlamlarına gelmektedir. Ebû Leheb ve karısı için verilen örnekler Kur'ân'da Firavun ve avenesi için de dile getirilmektedir: Mümin Sûresinin 41, 45, 46. Âyetlerine bakınız. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. http://www.istekuran.com/index.php?page=tebbet
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Oğuz Düzgün, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |