Gene gel gel gel. / Ne olursan ol. / ... / Umutsuzluk kapısı değil bu kapı. / Nasılsan öyle gel. -Mevlânâ |
|
||||||||||
|
Ben’in Tanrı sorgusu: Nasıl bir Tanrı “Bir zamanlar başkaların var ettiği bir tanrıyı tanıdım. İnsanların akıllarına, duygularına göre şekillendirdikleri ve kendi çarklarını döndürten bir tanrı idi. Küçüklüğümden beri bana anlatılan ama hissetmediğim, baş başa kalamadığım, beni heyecanlandırmayan, korkutmayan bir tanrının varlığı üzerimde kendini hissettiriyordu. Benden anlamını bilemediğim ve kavrayamadığım bir yaşantı istiyordu. Bende içini dolduramadığım, ama kulak aşinalığı kazandığım tanrıdan günlük ihtiyaçlarımı gidermek için arada bir hatırlıyordum. daha çok işimin düştüğü bir anlayışla yaklaştım. Çünkü bana ait değildi. Hissetmediğim, zihnimde arada bir kedini hatırlatan tanrı benim tanrım değildi. Birilerinin bana öğrettiği tanrı sürekli beni huzursuz ediyordu. Varlığını inkâr etmeyi zihnimin ucunda geçirmekten ürpersem de derinliklerimde tartıştığım, hesaplaştığım bir hali üzerimden atamıyordum. Kimdi, neyin nesi idi. Beni arada bir yoklayan tanrı, yalnızlığımda, umutlarımda, karamsarlığımda karşıma çıkan ne uzak tutabildiğim ne de bütünleştiğim varlık, sembollerin ardına gizlenen, benim dışımda benim için olduğunu fısıldayan sesler, benimle sürekli savaşıyor. Sahi tanrı insanla savaşır mı? Masumiyetin hüküm sürdüğü dönemlerde her şey tozpembe idi. Tanrıya dair bir sorun yoktu. Düşünceler ve duygular arasında fırtınalar esmezdi. Sadece var olana tabii olur, kendi çapında eylemlerde bulunurdun. Bilgi ya da bilinç olmayınca rahatsızlık yaratacak durumda yoktu. Bütün bunlar özden uzak, belki öz bilincinden yoksun ama varmış gibi lanse edilen düşünceler üzerine inşa edilen bir inanış, temeli olmayan ip halatlarla yüksekliklere tutuşturulan havada asılı olan bir mabet haline dönüşmüştü. Beşik misali sağa sola savrulmak masumiyetin lekelenmesi ile başlar. Buna büyümek mi desek. Varlığını sessiz sürdüren yanardağ hareketlenmeye başlayınca, yer sarsıntıları da sık sık kendini hissettirmeye başladı. Artık tanrı için kendiliğinden korkutucu sorular gelmeye başladı. Zor idi. Kalıpları yıkmak. Huzursuzluk, kaçış ve şekilden öteye geçmeyen eylemler. Çelişkiler ve kâbuslar ardından gelen durgun hal. Bana ait olmayan ne soruları? Hesaplaşma dönemi art arda gelen sorular, çözüm yolları için tanrıdan acil yardım dilekleri: somut cevap yok. Tereddütler işte o zaman anlıyorsun bu tanrıda bir sorun var. Bedenimdeki kana karışmış parçanın korkmadan üzerine gidiyorsun. Afakanlar basıyor, sorgudan korkuyorsun. Kalıpları aşmak imkânsız geliyor. Günaha buluşmaktan korkan sen inkâra mı gidiyorsun acaba? Hayır, sen kendi tanrını arıyorsun, başkaların var ettiği, inanmış gibi yaşadığın, sahte tanrıyı parçalamaya başlıyorsun. Varlığından sıfatlarına kadar her şeyi baltalıyorsun. Başkalarının tanrısını hissetmiyor, arzulamıyorsun ve seni rahatsız ediyor. Temeli yok. Neden inandığını neden sahiplendiğini bilmiyorsun. Bilmediğin şey huzurunu kaçırıyor. Ve haykırma noktasına geliyorsun tanrım tanrım beni neden terk ettin diye sitemler, şikâyetlere başlıyorsun. İşte o zaman anlıyorsun ki sorun var ya bu haliyle mutsuz, anlamsız bakışlarıyla yıllarca boşlukta sallanarak yaşayacak ya da kendi tanrını bulmaya çalışacaksın… Arayışlar, sorular kendi özünde olana yaklaşmana, kendi özünde olanı tanımaya götürüyor. Kopya ve yapay tanrılardan kendini yavaş yavaş kurtarıyorsun. Gölgenin sahibine kavuşuyorsun. Yanardağ acımasızca köpürdükçe yanmaya başlıyorsun. Hissediyorsun, yanmanla birlikte sana ait olan filizlenmeye başlıyor. Özüne aitti bulma arayışı, seni varlığına yaklaştırıyor. Soluksuz okumalar seni yeniden yaratıyor. Artık asıl dikişlerin üzerine atılan gevşek dikişleri sökmeye başlıyorsun. İnandığın, taptığın, hissettiğin, baş başa kaldığın, yalnızlığını, boşluğunu dolduran tanrıyı buluyorsun. Her şeyiyle sana ait olan yaşayış seni huzura ve sakin denizlerin kıyılarına bırakıyor…” Tanrıyı kimin var ettiği bilinmez ama insanın tanrıyla yaşama ihtiyacının gerekliliği vardır. Ben’de tanrıyı kendinden uzaklaştırmanın yahut öldürmenin ötesinde tanrıyı var etme mücadelesi vardır. Tabii her şeyden önce arındırılmış tanrı… Bu nasıl olacaktır? Lekelenen zihinler ve yürekler kargaşasının içinde kendine ait olanı nasıl bulacaktır? Sorularıyla birlikte, her şeyden önce tanrının kendi üzerindeki etkisi ve peşini bırakmayan hesaplaşması gerekmektedir. Ben’in nasıl bir tanrı ile yaşanması gerektiğini söylendi. Ancak o tanrıyı üzerinde atıp, yüreğinden sökmenin zorluğunu hep yaşadı. Bu zorluk bulanık günahla hep var oldu. Günahlarla süslendirilmiş bir hayatın içerisinde kulaç atarken, aslında suyun kendisini günah günahlaştırdığı bir durumla karşı karşıyadır. Kendisine ait olanı bilmeyenin, nesi günahtır? Günah için sahiplenilen değerlerin, erdemlerin olması gerekir. Ki ölçüsü varolsun. Ama Ben için şimdiye kadar ortaya konanlar, sahiplenilen değerler değil, günah idi. Böyle olunca, yaşamın kendisinden korkar hale geliyordu. Acaba yaptığım günah mı? Cezası var mı? Sorularıyla sonu gelmeyen her davranışın günahla özdeşleştirmesi doğal olanı yıpratıyor, hatta öldürüyordu. Yaşanması gereken, zararlı hale geliyordu. Böylece yaşam, süngerlerle, kapalı kaplara sığdırılıyordu. Süngerleşen yaşam, arkasında sürekli boşluklar bırakıyordu. Yaşam köprüsünde oluşan gedikler yarınları sakat bırakıyordu. Duygular kendine ait zamanı yaşamayınca, erken yaşlılık(olgunluk demiyorum) belirtileri gösteriyordu. Koltuklarında sallanan ihtiyarların ah! keşke! demeleri gibi özlemler, hayal kırıklıklarının getirdiği acılar süsler hayatı. Böylece hayattan alınmayan tatların yerine şikayetler ve umursamazlık baş gösterir. Zamanın getirdikleriyle yaşamayana ne, nasıl anlatılabilir ki. Yorgunluk hissini üstünden atamayan biri, ölüdür. İşte Ben, bu farkındalıklar nedeniyle, bedeli kendi aitlikleriyle ödemek istiyordu. Ben’de bulanık günahlar yüzünden birçok güzellikten mahrum kaldı. Ama yalnızlık O’na sorgulamayı öğretmişti. Bu sorgu, Ben’e sürekli kendisini yenilemeyi ve diri kalmayı öğrettiğinden, düzeltme yoluna ve tekrarların yaşanmamasının peşindeydi. Ve bunda başarılı idi. İzleri silmek zordur. Ancak dün başkasının elinde olan yaşam, en azından bugün kendisinin eline geçmiştir. Bugün için bir şeyler değişmemiş gibi görünse de yarınlarda bunun karşılığı göreceği inancı vardı. Ben’in rahatlığı birazda, benliğinin her şeye rağmen kabullenmemesiydi. Bulanık günah anlayışını o zamanlarda fark etmesinin pişmanlığını kendisine yaşatması anlamsızdı. Bilmemenin bedelini insan kendisine ödetmemeli diye düşünüyordu. Önemli olan uyandıktan sonraki durumdur… Günah kavramı yitirilirse ne olur?(Bulanık günah ile günahın kendisini karıştırmamak gerekiyor. Bunun ayrımı Kaf Dağı’na gidende saklıdır.) Yitirilme, merhametin, hassasiyetin ölmesi; acımasızlığın, sömürmenin, benciliğin, büyüklüğün, kötülüğün vb… uyanması demektir. Günahın yitirilmesi demek, doğuya yol alan yolcunun, batıya dönüş alması ama kendisinin hala doğuya gittiğini sanması gibidir. Doğru olanı, doğru kulvara koymak gerekiyor. Yanlışlıklar, yanlışı doğru görmeye neden olabilmektedir. Ben adımlarını atarken, ne günahı düşünmek ne de günahı dışlamaktadır. Eğer yanlış ve kötü olan zaten günah ise, bunun için kendimizi yaşanması gerekenden mahrum bırakmanın anlamı yoktur. Bazen günahı yaşamak, tanrının üzerimizdeki hakkını görmemizi kolaylaştırır. Çünkü günah pişmanlığı yaşatır. Pişmanlık sevgiyi ve saygıyı içerir. Sevgi duyulanın karşısında pişmanlık duyulur. Pişmanlık yoksa zaten hiçbir şey yok demektir. Onun içindir ki Ben günahtan korkmamaktadır. Çünkü dua varsa, günah da olmalıdır. Günah tanrıdan uzaklaşma değildir. Günah, inançtan kopma da değildir. Dolaysıyla günah işleyen bireye de tepki olmamalıdır. Ben’e göre, insan hayatında günah olmalıdır. Bu zaten tanrının var ettiğidir. Ve tanrının af kapılarının açtığı eylemdir. Öyleyse günahtan korkmamalı ama günah endişesi de yitirmemeli… Ben bulanık günahlarla, ruhuna işkence etmemeyi öğrendi. Bulanık günahlar yüzünden ruhunu hapishanelerden çürütmüyor. Kendisine ait olanı bilen, günahtan zaten uzak durmaya çalışan değil midir? Ötekiler hep olmayanı var göstererek tanrıyı ve günahı kendirleştirmişlerdir. Bunları ayıklamak hem zor hem kolay. Zor olan ötekilerin etkin olduğu, Ben’in zayıf olduğu dönemleridir… Ben, renkleri birbirinden ayrıştırırken, önündeki en büyük engel olan korkuyu yenmenin yolun öğrenmişti. Bu durum, tanrıyı ve günahı aynıymış gibi gösteren anlayışı yıkmasının altında derinliklerine yerleştirilen korkuyu söküp atmasını sağlamıştı. Görülen o ki korku, her şeyden uzaklaşmaya ve yapaylaşmaya neden olmaktadır. İşte Ben tanrı ve günaha dair kendisiyle savaşırken sevgiyi ön plana çıkarıyordu. Sevgi yüreğe yerleştikçe her şey yeniden filizleniyordu. Belki filizlenen yeni bir tanrı, yeni bir günah… Osman Tatlı msn: suskunsinemayazilari@hotmail.com
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © osman tatlı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |