Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. -Cervantes |
|
||||||||||
|
Herkes tutturmuş, “Türkiye nasıl kurtulur?” diye soruyor. Yahu bu konuda doğru soru nedir, önce ona bakalım. Kurtulması gereken bir devlet mi yoksa onu oluşturan birey mi? Bir bireyin kurtuluşu, içinde yaşadığı ve bedenen, ruhen etkileşim içinde olduğu toplumun da kurtuluşu sayılmaz mı? Yanlış sorudan doğru yanıt çıkmaz. Temel sorun, bir konuya yaklaşırken doğruya nasıl ulaşabiliriz üzerine fikir jimnastiği yapmaktır. Bunu yapmadan yazmaya kalkışmak abdestsiz namaz kılmaya benzer. Özetlersek, doğru soru sormayı ne zaman öğrendik ancak o zaman doğru kurtuluş reçeteleri yazmaya başlayabiliriz. Örneğin bu soruyu şöyle sorsak belki çözüm arayışı kolaylaşır ve doğru bir yolda ilerleyebilir: “Mehmet nasıl kurtulur?” Devlet, bir toplum sözleşmesidir. Devlete vatandaşlık yoluyla bağlı olan herkes bu sözleşmenin tarafıdır. Hem sözleşmeden doğan sorumlulukları vardır hem de sözleşmeyle devletin yapması gereken kamu hizmetlerinden yararlanandır. Bir yanda sınırları bekleyen ve bu uğurda şehit olandır; öte yandan köyüne yol, su, elektrik vb. hizmetlerin gelmesini isteyendir. Jean Jacques Rousseau, “Toplum düzeni doğadan gelmez, anlaşmalara dayanır.” derken, bu toplumsal sözleşmeye dikkat çeker. Üzerinde yaşadığımız toprakları belirleyen sınırlar nasıl uluslararası anlaşmalarla çizilmişse, insanın kendi sınırsız özgürlüklerinin sınırı da anayasanın biçimlendirdiği yasalarla çizilmiştir. Ki, onu da anayasanın yasama yetkisi verdiği TBMM gerçekleştirir. Bu durumda kişisel kurtuluş reçetesi yazmadan toplumsal reçete yazmaya koyulmak bizi kısa sürede çıkmaza sürükler. Bu çıkmazı aşmanın biricik yolu, bireyi keşfe çıkmaktan geçer. Bireyi tanımadan, devlet gibi karmaşık bir yapının analizine girişmeye kalkışmak, okyanus dalgalarına terk edilmiş bir sandala döndürür ki, çık çıkabilirsen içinden. Herkesin söylediği ama hep başkalarından beklenen: “herkes evinin önünü süpürürse tüm sokak kendiliğinden temizlenir” sözü, toplumsal sorunların başında bireyin geldiğini anlatmaz mı? Yani biz üzerimize düşeni yapmadan, her şeyi devletten beklemenin ne yeri, ne de bir anlamı var demenin kısa bir özetidir, o söz. Ben eğer bu devletin nüfus cüzdanını taşıyorsam, devlet de benim, demektir. Bu durumda Türkiye’nin nasıl kurtulacağı sorusunu birey olarak kendime sormalıyım, eleştiri oklarını başkalarına yöneltmeden önce kendime atmalıyım ki, sonra komşumun ne yaptığına bakabileyim. Mehmet, Türk toplumunun bir simgesidir. Mehmet yer, içer, oynar, askere gider, yavuklusunun ipek mendilini koynunda taşır, mektup yazamazsa da bir yazdıran bulup yazdırır… Bunları çoğaltabiliriz. Sonuçta Mehmet bu vatanın her şeyidir. Ancak devlet organlarında görev alanlar da bir Mehmet değil midir? Elbette Türkiye Cumhuriyeti nüfus cüzdanı taşıdıklarına göre onlar da bir Mehmet’tir. Mehmet, simgesel olarak yönetilen vatandaşı simgeler aynı zamanda. Bu durumda, yönetici konumundakilere Mehmet denmesi uygun düşmüyor. Onlara ayrı bir simgesel ad bulmalıyız. Aklıma geliveren de Beyefendi Mehmet diyebiliriz. Böylece aldığı unvanla yönetici olduğunu anlayabiliriz. İşte temel ayrım, Mehmet’le Beyefendi Mehmet’in toplumsal duruşunda yatmaktadır. Gerek Osmanlı ve onun öncesi Selçuklu tarihi Mehmetlerin hep ezildiği, sürüldüğü ve horlandığı dönemleri bize anımsatır. Beyefendi Memetlerse şaşaalı, debdebeli saraylarda zevk ve safa içinde iktidar kavgalarıyla günlerini gün etmekle geçirmişlerdir. Soylu yönetici sınıfı binlerce yıldır, Mehmet’in sırtından sağladığı artı değerlerle hazinesini şişirirken, kimi zaman insan olduğunu unutup, devleti koruma adına ayağının altına alıp onu rahatça ezebiliyor da. Bu geçmişte de böyleydi, günümüzde de halen sürdüğüne tanık olmaktayız. Mehmet’in kurtuluşu için Beyefendi Mehmetlerin de insan olduklarını hatırlarından çıkartmamaları gerektiğini önce ailede sonra okulda mutlaka öğretmeliyiz. Yoksa Mehmet’in kurtuluş çözümü yine bir başka bahara kalır ki; bu da, toplumsal sorunların giderek kronikleşmesine yol açar.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömer Akşahan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |