Gerçeği arayan bir insan, öncelikle her şeyden gücü yettiğince kuşku duymalıdır. -Descartes |
|
||||||||||
|
Özellikle mevsim değişiklikleri sırasında esen rüzgârı sevmem. Çünkü gözüme sürekli, geçen mevsimden kalan şeyler kaçar. Ve gözüme birşey kaçınca birçok diğer şey de dikkatimden (gözümden?) kaçar. Yani tozlar bir tür dikkat dağıtıcıdır, ŞAP hastalığı dağıtıcısı olmalarının yanı sıra... Dün de böyle oldu. Yolda gider ve herşeyin yolunda olduğunu düşünürken, yer köpeği misali yerden aldıklarını savuran bir esintinin taşıdığı küçük bir toz parçasının hedefi oldum. Bilincim bu durum üzerinde yoğunlaşmış ve vücudumun bu tür durumlarda otomatik olarak işleme koyduğu prosedürlerin, başarıya ulaşıp ulaşmadığıyla ilgilenirken (göz yaşarması, göz ovuşturma vb.) o sırada gitmek istediğim yerin yolun karşı tarafında olduğu gerçeği, bir şekilde araya girmişti. Sinir bozucu bir reklamın (bkz. reklam) yaptığını yapan bu anlık düşünce, dikkatsizliğimle birleşince, o an gözümde olup bitenle meşgul olan vücudum, kendisini karşıdan karşıya geçirmek üzere araç yoluna indirmişti. Camları kapalı arabasında gözüne toz kaçma ihtimali olmadığından dikkati dağılmış olmaması gereken ama belli ki yola aniden birinin fırlaması olasılığını dikkate almayan sürücü ile koordinatlarımız kesişmişti işte... Bana neyin çarptığını anlayamadım. Şoför de birşeye çarptığını anlamamış olacak ki durmadı. Ya da anlamak istemedi. Veya durmak... Hepsi aynı. Ölmem fazla zaman almadı. Sanırım. Tam bilmiyorum. Çünkü teorik olarak ölüm, bir süreç değil noktasal bir sonuçtur. Noktasal dememin nedeni boyutlarla ilgili. Ölüm ve yaşam arasındaki sınır bir tür alan (2 boyutlu) değil bir nokta (boyutsuz) dır. Dolayısıyla, yaşadığımız sürece aslında ölmüyoruzdur. Öldüğümüzü ise bilemeyeceğimiz için (bkz. Lucretius) tüm bunlar üstünde düşünmezsiniz. Çünkü o sırada yerde yaralı yatıyorsunuzdur. Yerde can çekişen hiç kimsenin "ölümünün ne kadar süreceği" ile ilgileneceğini sanmam. Gereksiz bilgi diye tek bir bilgi varsa o da budur her halde... Benim aklımdan geçenlerse sırasıyla şöyleydi: "Ah! Hey! Ne oldu? Araba çarptı! Durumum kötü. Buraya kadarmış. Annem çok üzülecek... İnsanlar toplanıyor başıma... Neyse ki gözümdeki şey çıktı. Umarım etrafımdakiler ağladığımı sanmıyordur. Gözüme bişey kaçtı! Ağlamıyorum HEEY! Konuşuyorum ama dudaklarım kımıldamıyor sanırım. Beni duymuyorlar. Neyse... Eşhedü... Amaaan boşver!" Daha önce de ölüme yaklaşmış biri olarak (ayrıntı vermeye gerek yok) ölümün nasıl bir şey olduğu hakkında; "uykuya dalıp uyanamamak ve bu sırada rüyâ falan da görmemek" şeklinde tahminler yürütüyordum. Ama yanılmışım. Aslında ölüm bir tür "cevap anahtarı" gibiydi ve bana yanlıştan başka birşey yapmadığımı söylüyordu. Çünkü asla inanmadığım "öteki dünya" karşımda duruyordu. Oradaydım. Elbette Tanrı, melekler, cennet ve en kötüsünü sona sakladım, cehennem de... Bense yaşamım boyunca bunların gerçek olup olmadığı ile ilgili tüm sorulara "hayır" yazan seçeneği işaretleyerek yanıt vermiştim. "Bilinemez" şıkkı bana şaşırtmaca gibi gelmiş, olumlu yanıtın ise "öylesine" konduğunu sanmıştım. Araf'da, kıyametin kopmasını ve ilahi yargının başlamasını bekliyordum. O sırada yalnız olmadığımı farkettim. Milyarlarca insanı farketmemin bu kadar zaman alması, dikkat konusunda oldukça kötü bir gün geçirdiğimin bir diğer kanıtıydı. Söylenenler (bkz. İncil, Tevrat, Zebur, Kuran) doğruysa, doğruca cehenneme gidecektim. Dolayısıyla sevdiğim ünlülerden imza istemek ve onlarla tanışmak için son şansımdı Araf'da geçireceğim bu süre... Gerçii bir çoğuyla cehennemde birlikte olacaktık ama alevler içinde yanarken, hayranlarına karşı ilgi ve sabır göstermeleri beklenemezdi. Madem acı dolu bir gelecek beni bekliyordu o halde anın tadını çıkarmalıydım. Her ne kadar cehnneme gidecek olmamın altında buna benzer bir düşünce şekli yatıyorduysa da bu noktadan sonra neyi değiştirebilirdim ki? Sadece ilginç bir ironiydi bu durum. Ben de ironik (İngilizce'den Türkçe'ye çevirirsek; Demirimsi) olmaya karar verdim. Hem demirin ergime noktası yani ısıya dayanımı yüksekti. Gideceğim yerde işime yarayabilirdi. Fakat bu yazıda daha önce rastladıklarınıza benzer (bkz. araba çarpması, ölmem vb.) garip bir şey oldu. Tanışmak üzere Elvis özentisi şişko bir adamla (bkz. Elvis) konuşan Douglas Adams'ın yanına giderken, üzerime hapisanelerdekine benzer bir tür ışık tutuldu. Aslında bu ışıklar (bkz. ruhani ışık hüzmesi) her tür hapisane projektöründen daha eski olduğundan, kronolojik olarak hapisanedekilerin onlara benzediğini söylememiz gerekir.Ama boş verin. Hem bu tür iddalar (benzerlik iddaları) hapishanelerde yeni, tuhaf tarikatların oluşmasına veya kaçmaya çalışan mahkûmların, ilahi bir deneyim yaşamakta olduğunu sanıp, planlarının suya düşmesine neden olabilir. Ben, çay kaşığıyla 10 yıl uğraşarak tünel kazan birinin hayallerini yıkma riskine giremem. Neyse... Ruhani projektörün altında bekler ve ne olduğunu anlamaya çalışırken aklıma, karşıdan karşıya geçerken, yaklaşan arabanın farlarına baka kalan hayvanların hikâyeleri geldi ve bugün yaşadığım benzer deneyimin de etkisiyle kafamı hafifçe, ellerimle koruyacak pozüsyona getirdim. Ama birşey (Allah, Kurân, kamyon vs.) çarpmadı. Bu iyiye işaretti. Daha da iyisi yükselmeye başlamam oldu. Işığın kaynağına doğru yükseliyordum. Yükseldim, yükseldim... Sanki Tanrı bana "Yüksel ya kulum!" demişti. Biraz sonra bu düşüncemin tam olarak doğru olduğunu anladım. Onun huzurundaydım! Huzurunu kaçırmayacak ürkek adımlarla yaklaştım. Neye benzediğini ya da benim karşıma hangi şekilde çıktığını anlatmayacağım. Muhtemelen saçma bulursunuz. (bkz. 42) Espiri anlayışı olduğunu görünce bir parça rahatladım. İlk o konuştu. Hem de bir soru sordu. Burada soruları o soruyordu ki bu normaldi. - İlahi Yargı nedir, bilir misin? - Evet efendim... - Neymiş o halde anlat! Okulda sözlüye kalkmaktan korkar mıydınız? O korkuyu alın ve Tanrı ile "çarpın!" Ne durumda olduğumu gözünüzde canlandırabildiniz mi? - Şey... İnsanların bir bütün olarak yani düşünce, duygu, niyet ve istekleriyle, davranışları, yaptıkları ve yapmadıklarıyla ve en önemlisi İNANÇLARI ile Tanrı huzurunda yani sizin huzurunuzda yargılanmasıdır efendim... - Yazdınız mı? Tamam... O halde sana durumu açıklayayım. Yargılanma aslında akıl baliğ olduğunda başlar. Buradaki görevli melekler, omuzundaki meslekdaşlarının geçtiği verileri derler ve AMEL dosyana yazarlar. Bu sırada yargının sonucu da yavaşça belirir. Öldüğünde dosyan kapanır ve hakkında verilecek hüküm yazılır. Tanrı yani benim önümdeki yargı, işin "şov" kısmıdır. Senin dosyanda ise durum biraz karışık. - Benimkinde mi? - Kötü biri değilsin. Düşünce ve isteklerin de bir kötülük yok. Davranışların da koyduğum kurallara uygun. Ancaaak! Senin de dediğin gibi İNANÇ konusunda... - Tahmin etmiştim! - Sözümü mü kestin? - Affedin, özür dilerim... - Önemli değilmiş. - "Miş" mi? - İlk kez oluyor da... Her neyse... İnancın zayıf bile değil. Tamamen yok! Yani hiçbir şeye inanmıyormuşsun. Hatta tuttuğun futbol takımının şampiyon olması gibi konularda bile "inanmak" denen fiilden uzak durmuşsun. İstemiş, umudetmiş, tahmin etmişsin ama inanmamışsın. Açıkla! - Örnek verebilir miyim? - Ver! - Mesela bir çikolata var. Arkadaşınızla siz onu yemek istiyorsunuz. Ama paylaşmak yerine, kazanan hepsini alır diyerek yazı/tura atmaya karar veriyorsunuz. Şimdi diyelim ki ben "yazı" dedim. - Niye yazı? - Tamam tura olsun. - Niye değiştirdin? - Siz dediniz ki... - Birşey demedim! Sordum. Bilmediğimden değil kayda geçsin diye. - Peki efendim. Şimdi diyelim "yazı" dedim. Çünkü birini seçmezsem parayı atamayız. Bu noktada yazı gelmesini isteyebilir, umudedebilir veya atış pozüsyonu vs. gibi değişkenleri düşünerek tahmin edebilirim gelecek belli bir sonucu... Ama "yazı" geleceğine inanmam! Bu çok akıl dışı ve mantıksız. Ben "inancı" daha çok histerilerin (aşırı-fanatik duyguların) beyinde yarattığı; algı, sağduyu ve akıl yürütme bozukluğu şeklinde tanımlıyorum. - Sorun da bu noktada çıkıyor zaten! İnançsız birini cehenneme atmalıyım. Ama seni bütün olarak yargıladığımda bu sonuca bir türlü ulaşamıyorum. İnançsız değilsin. Fakat inanmıyorsun. Kendi içinde öyle tutarlısın ki ilahi yargımın dışında gibisin. Bu imkânsız. Çünkü seni ben yarattım. Dışında olamazsın. Sen ne düşünüyorsun? Gerçi ne düşündüğünü biliyorum ama kayıtlara geçsin! - Şey sanırım bir cevap buldum efendim. Bunun tek olası açıklaması var: Siz beni değil, ben sizi yarattım! Bunları söylerken, bir anda herşey bulanıklaştı. Sonra da tam tersi oldu ve berraklaştı. Aydınlık bir yerdeydim. Hastane gibi kokuyordu. Birinin seslendiğini duydum: - Hastamız uyandı! - Oh! Tanrıya şükür! The End
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © ömer kırat, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |