Dünyayı isteyen bilime sarılsın, ahireti isteyen bilime sarılsın; hem dünyayı hem ahireti isteyen yine bilime sarılsın" -Hz. Muhammed |
|
||||||||||
|
Beton zemine çömelmiş oturuyordum. Arkamdan duraklayarak yaklaşan ayak sesi tepemde durdu. Gözlerimdeki bağı tutan biri, bağın düğümünü çözdü. Usulca açtım, araladım kirpiklerimi. Başımı döndürmeden bakındım. Uzunca bir koridorun ortalarında, saf tutmuş halde arka arkaya dizilmiş, çömelmiş durumda oturuyorduk. “Kalkın!” diye bağırdı arkalardan biri. Soğuk betonda tutulan kaslarım dik durmama direndi. Dizlerimden altı yoktu. Uzun süren çömelme kan dolaşımını kesmiş, bacaklarımı uyuşturmuştu. Milyonlarca karınca etlerime üşüşmüş için için didikliyorlar, ayaklarımın gücünü ve basmamı, adım atmamı engelliyorlardı. Düşüp bayılacak kadar yorulmuştum. Kıpırdanmamıza izin yoktu. Beynim zonkluyor, kulaklarımdan dumanlar çıktığını hissediyordum. Bıraksalar, pelte gibi yayılacaktım soğuk betonların üzerine. Ama yığılmanın da yasak olduğunu biliyordum “Yürüyün” komutuyla hemen sağ yanımızda bulunan yarı aralık kapı işaret edildi. Her yanımın tutulmasına karşın bir yerlere yaslanmak umuduyla, duvara sürünerek yürüdüm. Başım döndü, dünyam halka kalka griden karanlığa doğru renk değiştirdi, düşmemek için sıkıca kapattım gözlerimi. Kirpiklerimi aralasam, koyu karanlığın içinde geri dönmemek üzere topaç gibi kendi etrafımda dönerek, yok olup gidecektim. Oysa ayağa kalkmayı, adım atmayı nasıl da istiyordum. Dizlerim kas katı olmuştu ve artık ayaklarımı kımıldatamayacağımı, oracıkta çakılıp kalacağımı sandım. Biraz önce kıpırdamak suçtu, şimdi dikilip durduğum için azarlanacaktım. Dışarı sızan uğultulardan, kapının ardında kalabalık bir insan kitlesi olduğu anlaşılıyordu. Çokluğun arasında olmak; uyku, yatıp uzanma, güven ve emniyet demekti. Bacaklarıma arsızca dadanan iğneli uyuşukluğa inat, uzun adımlarla içeri attım canımı. Koğuş kocaman. Yüz metrekare kadar veya daha büyük. Oldukça kalabalık. On altı-yetmiş arası her yaştan elli-altmış kişi kimi, ranzaların üzerinde, kimi duvarlara yaslanmış, kimileri pencere kenarlarına ilişmişler, gruplar halinde sohbetteler. Kapı ardına kadar açıldı ve yorgunluktan bitkin halde doluştuk koğuşa. Uğultu aniden kesildi, biraz önceki koyu sohbetler dudaklarda dondu, birbirine karışmış sesler duruldu. Bebeklerinde gülücükler uçuşan bütün gözler donuklaştı, merakla bize çevrildi. Boş çuval gibi bir kenara düşecek durumda olmama karşın, üzerimize çevrilen bakışların anlamını okuyabiliyordum. Onlar için orijinal bir görüntü sergilediğimiz kesindi. Öyle ya, bu saate buraya çeşit olsun diye getirilmemiştik. Bizler birtakım yasadışı eylemler yapmış veya yapma hazırlığı içindeyken yakalanmış olmalı idik. Nasıl bir örgütlenme modelini gerçekleştirmiştik, kimi veya kimleri kapsıyorduk, merkez miydik, uzantı mı? Hangimiz liderdik? Örgüt kadromuz görüldüğü kadarıyla; üçü altmış, ben yirmi sekiz ve diğer üç elemanımız on sekiz-on dokuz yaşlarında olup, yedi kişiden teşekkül etmekteydi. İkisini tanıyorum gençlerin, kardeşlerimin arkadaşlarıydılar. Yaşlı adamları tanımıyordum buraya gelinceye kadar. Asıl aranan çocuklarıymış, operasyonu fark edip, evlerinden kaçmışlar. Çocukları bulamayan görevliler de babalarını almışlar. Yaşlılardan biri Belediye’de temizlik işçisi, diğeri Tekel Kibrit Fabrikası’nda, öteki kalorifer tamircisiymiş. Koğuşa girdikten birkaç gün sonra öğrendim. . Üçünü de o güne kadar görmemiştim. Karanlığın içinde yok olup gideceğim düşüncesi, bütün adalelerimi kasmış, midemde toplanan uçları kocaman bir ura dönüşmüştü. Kalabalığın içine girince rahatladım. Açlık, yorgunluk, uykusuzluk algı yeteneğimi zayıflatmış ve sarhoş gibiydim. Yolculuğun kazasız bitmesi sonucu kısmi bir güvenlik duygusuyla kuşatıldım. Yalnızlıktan kurtulmakla karamsarlığımın dağıldığını, rahatlamanın verdiği aydınlığın yüzüme yayıldığını hissediyordum. O günlerde gözaltında kayıplar, işkencede ölümler çokça anlatılıyordu. Asıl endişem bu tip bir olayla karşılaşma olasılığı idi. Bunca insana göründükten sonra tehlike bir ölçüde de olsa atlatılmıştı. Midemde toplanan düğümler çözüldü. Kaslar gevşeyerek ensemden beynime kadar ulaştı. Kan akışım normalleşiyor, büzüşen damarlarımın çeperleri genleşiyordu. Koğuşun tavanı yükseldi, duvarları genişledi. Nefesim düzeldi. Hatta yok oldu duvarlar ve pencereler. Birbirimizi tanımamamıza rağmen, hiçbir şey konuşmadan bir ekip ruhuyla yan yana dizildik. Kapıya en yakın pencere kenarında oturup dışarıyı seyre daldık. Kimse, bize, ne hoş geldiniz, ne de geçmiş olsun dedi. Biz de onlara “merhaba” ya da benzeri sözlerden birini söylemedik. Sanki buranın kuralı konuşmama üzerineydi ve girişte bu kurallar imza karşılığı duyurulmuştu hepimize. Koğuşa girerken şöyle bir göz ucuyla ve birçok gözle aynı anda temas kurmuştum yasak bakışlarla. Daha sonra sadece önüme bakarak ve kulaklarımı açarak izledim koğuşu. Bizden önce gelenlerle aynı koşullarda olmamıza rağmen, bakışların üzerimde gezinmesinden oldukça rahatsızdım ve kaçıp saklanmak istiyordum. Pencereye dönüp bulunduğum yeri tanımak için bakınmak en uygunuydu şimdilik. Bembeyazdı dışarısı. Sabaha karşı evden alındığımda hafiften atıştıran kar çoğalmıştı ve tutmuştu demek ki. Üşütmeyecek kadar sıcaktı içerisi. Canımızın, kanımızın çekildiği sırada yaşanacak hava. Bitkinliğimizin üstüne can tohumu gibi serpiliverdi. Ayrıca, Aşırı sıcaktan nefret ederim. Böylesi her bakımdan iyi geldi doğrusu. Tembihlense bu denli uygun bir koğuş hazırlatamazdım. Çevremiz ormanlıktı. Ne bir tek ev ne küçücük mahalle ne de yol göremiyordum. Göz alabildiğince, ufka kadar uzanıyordu orman. Karlı dallara konup uçuşan ürkek saka kuşlarını izledim bir süre. Başlarını kanatlarının içine çekmiş olmaları ve tüylerinin kabarıklığı üşümüş olmalarındandı. Buz gibi bir soğuk dalgası içimde dolandı ve aynı hızla uçup gitti. Elektrik çarpması gibi bir şeydi. Bulunduğumuz yerin neresi olduğuna ilişkin bir fikrim yoktu. Hemen salıverilmiş gibi, buradan çıkınca nasıl gideceğiz endişesine bile kapıldım bu arada. Saatler ilerledikçe çevremizdekilerle bakışmağa, tanışma isteğimizi gözlerimize yansıtmağa başladık. Kısa bir süre sonra çoğunluğun ilgi alanının dışında kalmıştık bile. İyice çözüldüm ve bakışlarım normale döndü. Hadi biriniz çıkın ortaya da konuşalım dercesine bakınmağa başladım. Giderek, ben hanginizle konuşmalıyım, gösterin kendinizi bakışlarına geçtim. Sanıyorum bu mesajım alındı. ”Merhaba”, dedi orta boylu, saçları sıfıra vurulmuş memur olduğunu söyleyen biri. “Nereden geldiniz.” Dedi kısık sesle. Sormakla sormamak arasında gidip geldiği belliydi. “Sarıyer’den, Çayırbaşı gecekondularından sabaha karşı evlerimizden alındık. Sen nerden getirildin.” “Ben, banka memuruyum, Beşiktaş’ta sendika toplantısından çıkmış durakta otobüs bekliyordum, alıp getirdiler.” Yanımıza başkaları da sokuldu. Sıraya girmiş gibi kendiliklerinden anlatmağa başladılar, kim olduklarını ve nasıl getirdiklerini. Aslında herkes ötekinden çekiniyordu. Doğru dürüst bir şeyler anlatmıyorlar, karşısındakinin durumunu öğrenip, kendi durumlarını anlamaya yarayacak bilgiler edinmeye uğraşıyorlardı. Kimini sokaktan, kimini birahaneden, kimini bizim gibi evinden alıp getirmişler. Radyoda ve televizyonda verilen “Beşiktaş meydanından yirmi kişi gözaltına alındı, Alibeyköy’de yapılan gece operasyonunda altmış kişi toplandı” türü haberlerinin ne anlama geldiğini anlıyor ve sonuçlarına tanıklık ediyordum şimdi. Konuşmak, duruma açıklık getirmek yerine, bilinmezleri katmerleştiriyordu. Yorgunluk belirtileri baş vermişti bir yeniden. Hangi ranzada kim yatıyor, hangileri boştu. Kimseye soramıyordum. Birkaç ranza vardı ki üzerlerinde yatak yoktu. Bunların kimseye ait olamayacağını düşünerek, en yakında olanın üzerine oturmakta karar kıldım. Azıcık daha bekleyip yatacaktım ki, kapı açıldı, içeri giren subay göz ucuyla ve hızla bakındı koğuşa “yeni gelenler yataksız ranzalara yatabilirler” dedi. Subayın dışarı çıkması seneler sürmüş gibi geldi. Oysa bir dakika bile beklememişti. Çıplak ranzaya attım bedenimi. Kuş tüyü yatak halt etmişti yanında. Yatar yatmaz uyuduğumu sanıyorum. Uyandırıldığımda akşam karanlığı bastırmıştı. “Yemeğe gidiyoruz” dediler, merdivenlerden indik, bahçeye çıktık. Kar soğuğu yüzümden, ellerimden bedenime yayıldı. Ürperdim, silkindim ve kendime geldim. Yaşadığımı daha içten duydum, sağlığımı yitirmeyeceğime olan güvenim güçlendi. Yok olma kuşkum iyice dağıldı. Ayağımızın altında kütürdeyen taze kar soğuğu ve kokusuyla hücrelerime kadar işledi. Tepeden tırnağa sarsıldım sükuna boğulup, yavaşça yenilendim, kendime geldim tatlı ürpertilerle. Acıkmış bir yurttaş olarak ulaştım yemekhaneye. Karavana ve asker kokusu, kar soğuğunun açtığı burnuma doluşunca Tuzla’da geçen yedek subay öğrencilik günlerimi anımsadım. Kuru fasulyenin yanında soğan isterdik askerlerden. Bazen verirler, bazen yok derlerdi. Soğan almanın ayrıcalığına erdiğimizde mutlu olurduk Yemekten dönünce daha rahatlamış olarak girdim koğuşa. Hemen ranzamın üzerine uzandım. Ayakta durmak, duvara yaslanmak canıma yetmişti. Kendi kendimize olmak kısmi bir özgürlük, güven ve huzur veriyordu. Koğuşun tamamına yayılmıştı bu iyimserlik. Sesler iyice yükseldi, konuşmalar şakalaşmalara kadar açıldı. Kahkahalar ağız dolusu çınlamağa başladı ve dışardan “ gürültüyü kesin” uyarısı bile aldık. Uğultu durulur gibi oldu ise de, yok olup gitmedi. Korku kovulmuştu ve geri dönmesi zorlaşmıştı. Tekel işçisi ihtiyarımız çok konuşkan ve rahattı. Hemen kaynaştı şamatacı guruplarla. Biraz şaşı olan bakışları yaptığı esprileri olduğundan çok etkili kılıyordu. Her geçen saniye koğuşun sıcak atmosferini katlayarak artırıyordu. Sadece neşe vardı artık. Koğuşun en dibinde, üstü başı perişan, başındaki şapka toza bulanmışçasına kirli ve eski, gözlükleri şişe dibi kadar kalın, pantolonun paçasını çorabının içine atmış, benim yaşlarımda, kısa boylu, yorgun ve bitkinliği ile ezim ezim ezilmiş bir yurttaş, bu hengâmeye aldırmadan duvarın dibinde büzülmüş oturuyor. Tamamen kendi dünyasına kapanmış. En büyük, en ağır suçu o işlemiş izlenimi yaratıyor. Başı dizlerinin arasından çıkmıyor. Uzun aralarla ve isteksizce kaldırıyor başını, ağrıyan boynunu dinlendirir gibi hareketler yapıyor. Sormuyor, konuşmalara katılmıyor. Bizim ihtiyarların bile dili çözüldü. Duvar dibindeki, yurttaşta tık yok. Kimdir, nedir, bu haliyle kime zararı dokunmuştur diye kendi kendime tartarken yüzünü anımsar gibi oldum. Başka işim olmadığından ve onun da kimseye aldırmaması nedeniyle olsa gerek gözüm hep üzerinde kalmıştı. Dikkatli baktıkça tanıdık birine benzedi yüzü ve giyimi. Ama nerden, nasıl tanıdığımı çıkaramıyordum. Uzadıkça bakışım perde aralanmaya, yurttaşı çevreleyen mekân da yavaş yavaş belirmeye başladı. Bu adam, birkaç ay önce Şişli Camii’nin karşı tarafında gördüğüm sütçüye benziyordu. Otobüsle Taksime gidiyordum. Trafik sıkışık olduğu için yoldan geçenleri, kaldırımları seyrederek vakit geçiriyordum. Bu hırpani zavallı adam, içinde üç süt güğümü olan el arabasını iteleyerek, insanlara ve otolara vurmadan sürmenin zorluğu içinde kaldırımın kenarında yürüyen adamdan başkası olamazdı. Hava oldukça sıcaktı o gün. Eksozların ve tekerlerin çıkardığı toz duman içinde nefes almak ne kadar zordu kim bilir. ” Bu güneşin altında sütler çabucak bozulur, müşterilerine bozuk süt satıyordur” demiştim kendi kendime. Çileli yolculuğuna da üzülmüştüm. Benim sırtımda gömlek vardı. O ise bugün giydikleriyleydi. Yine çoraplarının içindeydi pantolonu. Sıcaktan ve tozdan perişan olduğu okunuyordu her halinden. Kenarları simsiyah yağla kaplanmış şapkasının siperliği gölgeliyordu yüzünü, başı sıcaktan ter içinde kalmış, alnından yanaklarına sızıyordu. Şimdi,1980 Mart ayı ortaları. Önümüzde giden otobüsün egzozundan çıkan simsiyah duman ve sıcak asfalttan yükselen tozlar vatandaşı içine aldı. Gözlerini kapatarak kafasını geri çevirdi. Birkaç kez üst üste öksürdü, duman genzini yakmış, gözlerine, burun deliklerine dolmuştu toz, duman. Abandı arabasına, hayalet gibi devam etti yoluna. Süt satmaktan başka iş yapacağına ihtimal veremediğim bu vatandaş ne arıyordu burada. Burada bulunan vatandaşlarla tek tek konuşma olanağım yoktu. Bu koşullar altında sorgucu pozisyonuna soyunmak yanlışların en büyüğü olurdu. Ama durum değerlendirmesi yapma gereği de duyuyordum. Sütçü bu merakımı doyuracak en doğru örnek gibi göründü. Getiriliş gerekçesini öğrenirsem başımıza gelecekleri ölçebilirmişim hissine kapıldım. Sütçü olduğunu düşünüyordum ama yanılmış da olabilirdim. İçine kapanıktı, çevresine ilgisiz duruyordu. Ona ulaşmak kolay gibi görünmüyordu. Yine de yaklaşmayı ve burada oluş gerekçesini sormayı denemeliydim. Kalabalık nerede olduğunu tamamen unutmuş, yıllardır tanışıyormuş gibi gevezelik ediyordu. Varoşların yarattığı öyküler, espriler, şakalar amansız bir yarışma temposuyla dökülüyorlardı dudaklardan. Bu ne zenginlikti, bitmek tükenmez, defterlere sığmaz, yazacak kalem bulunamazdı. Süngülerin gölgesi yoktu üzerlerinde. Mahalle kahvesinde bu rahatlığı sergileyemezlerdi belki de. Gülmekten ve güldürmekten yorgun düşenler sigaralarına sarılarak dinlenmeyi yeğliyorlardı. Bu sıcak havadan aldığım cesaretle sütçüye yaklaştım. Şişe camının dibi kalınlığındaki gözlüklerinin ardından gözlerini, bana diktiğini görebildim. Şekilsiz ve kocamandı gözleri. Yorgunluk, umutsuzluk, duyarsızlık ve merak çökmüştü yorgun bakışlarına. “Merhaba” dedim. Beklemeden, “merhaba” dedi. Birinci aşamayı geçmiş olmanın rahatlığıyla içimdeki şişkinlik indi. Doğrudan girdim konuya; “seni neden getirdiler” diye sordum başka konulara girmeden. “Süt satıyordum el arabasıyla. Çevirdiler, kimlik sordular. Üzerimde kimliğim yoktu. Süt güğümlerimle reoya attılar. El arabamdan biraz uzakta idim, onu sokakta bıraktım. ” “Peki, araban ne oldu biliyor musun?” “Beni tanıyan esnaflardan biri saklamıştır belki.” Köseydi. Yüzü sapsarı ve küçüktü. Uzamış seyrek sakalları derin yüz çizgilerine batırılmış gibi duruyordu. Başka soru sorsam eriyip yok olacaktı. Başka sorun yoksa rahat bırak dercesine baktı yüzüme. Ben de uzatmak niyetinde değildim. İstediğim yanıtı ve sonucu almıştım. Kim olduğunu ve geliş nedenini öğrenmiş olmam, endişelerimi dağıtmaya yetti. Bu toplama operasyonu güçlü bilgilere dayanmıyor, tombaladan ne çıkarsaya benziyordu. Uykumun kalanını tamamlamak üzere çıplak ranzanın üzerine çıktım. Ne yatak, yorgan düşündüm ne de yastık. Havanın soğukluğunu düşünerek paltonun altına cekette giymiştim, şimdi yatak ve yorgan yerine geçiyordu. Atkımı şapkanın içine sıkıştırınca yastığımı da yapmış oldum. Yatıp sakinleşince kendi kendime kaldım. Durumumu tartmağa başladım. Ne biliyorlardı, kimin tarifi üzerine alınmıştım. Hiç kimseyi tanımadığıma göre konumum ne idi? İkinci gün birkaç isim okundu ve dışarı götürüldü. Tuvalet ihtiyacının dışında dışarı çıkılmadığından, çağrılı olarak çıkmanın başka anlama geldiğini tahmin etmiştik. Konuşmalar, şakalaşmalar kesildi aniden. Buz gibi bir hava kapladı koğuşu. Bıçak gibi kesildi sesler. Yeniden ortaya çıktı duvarlar, küçüldü koğuş. Sabahın köründe sıcak yatağımdan kalktığımı, görmediğim yollardan, bilmediğim bu uçsuz bucaksız ormanın ortasında beklediğimi anımsadım. Kanım çekildi yine... İflah olmaz gevezeler ufaktan atıştırıyordu ama tat tuz kalmamıştı. Tüm gözler kapıya, düşünceler gidenlerin, geriye dönüşlerine odaklanmıştı. Dışarı giden geri dönecek miydi, dönerse ne halde olacaktı? Sıra kime gelecekti. Zaman yok olmuş, sadece beklemek kalmıştı. Koğuş kapısı gıcırdayarak açıldı bir kez daha, gençten biri geri geldi. Elleri şişmiş, yüzleri kızarmıştı. Alnının kırışıklarında acının izleri. Fakat kirpiklerinden yanaklarına doğru cesaret dağıtan gülücükler süzülüyordu. Yorucu bir oyundan çıkmış, onun yorgunluğunu ve heyecanını yaşıyordu sanki. Dışarı çıkmanın, aşağı inmek olduğunu, şiddete yönelik, dozu öldürücü olmayan eylemlerle karşılaşıldığını öğrendik. Bu haberler, üzerimize sinen bilinmezin korkusunu dağıtmaya yetti. Elbette koşullarımızı biliyor, içimizi saran sorular dizgesinden kurtulamıyorduk. Her giden bu kadar kolay kurtulabilecek miydi, gencin durumu tümümüze örnek olabilir miydi? Diğerlerinde ağırlaşabilir miydi sorgu? Sessizlik sürdükçe, içimize döndükçe, yüzlerdeki karamsarlık beklenmedik ölçüde artıyordu. Tek çözüm vardı, şamataya dönmek. Birkaç kişiden, birçok kişiye ulaşınca aşağı gidip, gelenler; giz çözüldü ve her şey normale döndü. Bilinmez bir el işaret vermiş gibi, tek tek, birbiri ardınca açıldı varoşluların ağızları, çözüldü dilleri. Başka seçenek yoktu, durumun gerektirdiği işlemlere maruz kalınacaktı aşağıda. Bu yukarıdaki hayatı biraz sekteye uğratmıştı o kadar. Gidilecekti aşağıya ve dönülecekti yukarıya... Sıra sütçüye gelmişti, gitti, geldi. Dokunmamışlardı ona. Fakat daha çok kapanmıştı içine. Dokunmaları da umurunda olamazdı. Asıl sorun evde süt parasını bekleyenlere ne diyeceğiydi. Çocuğu var mıydı acaba? Bu kış günü odunu kömürü ne durumdaydı. Bu soruların yanıtı üç-beş tokatla verilebilir miydi? Süt arabasını bulabilecek miydi? Şiddete maruz kalmaktan kurtulmuş olması kaybettiklerini yerine getirecek miydi? Bu ve daha birçok “midi”li sorular çıkarılabilirdi mutlaka, ne yazık ki hiçbir yanıt, sütçünün verdiklerini geri getiremeyecekti. Ertesi günün öğlen öncesi saatlerinde tekrar çağırdılar sütçüyü. Bazı kişileri iki, üç kere sorguladıkları oluyordu. Sütçüyü de ikinci kez sorguya çektiklerini sandım. Acaba bize yalan mı söylemişti, yeni bulgulara mı ulaşılmıştı... Kuşkulu beleyiş uzun sürmedi bu kez. Elinde iki süt güğümü içeri girdi sütçü. Öfke dolu gözleri, kalın gözlük camlarının arkasından dışarı fırlamak üzereydi ve ağzını kocaman açarak kükrer gibi bağırdı; “Sütlerimi içmişler, güğümümü de delmişler!” Patlayıp, duvarlara oluk oluk kanlar fışkırtacak kadar kabarmıştı boğazını saran damarlar. O sakin, ürkek, saygısından duvarlara bakamayan zavallı vatandaş şiddet nöbetine tutulmuştu. Güğümleri duvarlara vuracak, yanına yaklaşacak olanların kafasında paralayacak duruma gelmişti. Şaşkınlık içinde, gık çıkarmadan izliyorduk. Bu ses, bu tavır onun olamazdı. Varlığı ile yokluğu belli olmadan sessizce ve tevekkülle beklemişti. Kimliksiz olarak sokağa çıktığı için buralara getirilmesini normal karşılıyordu. Ama güğümünün delinmesi, sütlerinin içilmesi tevekkül sınırlarının dışına atmıştı sütçüyü. Destek bekleyen bakışları, kalın camları deldi, aradığı bakışlarla buluşamadan yuvalarına çekildi. Sesine, ses veren olmadı. Duvarlara ulaşıp yankılanmadan, kalabalığın arasında kayboldu isyankâr haykırışları. Önünde durduğu duvara benzedi yüzü. Ruhu uçup gitmiş, anlamsız bir et yığını kalmıştı sessizliğin ortasında, dimdik duran birkaç telden ibaret sakalları bile eğilmişti. Havaya kalkmış güğüm taşıyan kolları yanlarına, bağırırken yukarı kalkan başı göğsüne indi. Omuzları çöktü içi boşalınca ve yavaş hareketlerle, zavallı bir hayalet gölgesi kapıya doğru, ayaklarını sürüyerek yürüdü. Dibi delik iki güğümü elinde son kez bakıp koğuşa doğru kapıdan çıktı. Mart ayazının iliklere işlediği karlı buzlu, güneşe ve sıcağa hasret uzayıp giden karanlık sokaklarda bıraktığı el arabası ve umutlarıyla buluşmak üzere, ayrıldı aramızdan. İlk bırakılanlar arasında ve hiç şiddet görmeyenlerdendi sütçü.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Murat Mehmet UĞURLU, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |