Umutsuzluğa düşmeyin. -Charlie Chaplin |
|
||||||||||
|
Hava sıcak mı sıcak. Gölgeleri izleyerek yürüyorum. Emekli Sandığı Bölge Müdürlüğü’nün camlarına yapıştırılmış yazıları okudum. Telefon danışma hattı kurmuşlar. Bilgilendiriyorlar bizleri. Terslik ve kaza, bela olmazsa bir yıl sonra emekliyim. Asker sabırsızlığıyla gün sayıyorum. Güneş değdiği yeri yakıyor, bunaltıyor. Kravatımı gevşettim. Sokaktaki vatandaşlar gömlekli ve düğmelerini bile açmışlar. Ben takım elbise içindeyim, iyi halin göstergesi olarak mahkemeye böyle çıkmak gerekiyormuş. Artık vaktidir deyip dosdoğru Adalar vapur iskelesine yöneldim. Oldukça kalabalık bekleyenler. Denizin ve güneşin tadını çıkarırcasına yayılmışlar bankların üzerine, güneşliyorlar. Gün normalin üstünde aydınlık, hayat bildiğimden daha cilveli ve yaşanılası. Tarifeye baktım. 11:30 da vapur. Gişe kapalı. Vapur saatine yakın açılıyor olmalı. Yeşili ve gölgesi bol olan bir banka iliştim, çevremde olan biteni izliyorum. Bahçıvanın karıştırdığı toprağın kokusu burnuma kadar ulaştı. Kışkırtıyor insanı üst üste dizilen canlılık çığırtkanlığı. Ama ben yalnızım. Oysa bu havada, bu duygular içindeyken yalnız olmamalı insan. Sıkıntılarımı ve heyecanımı paylaşacak kimsenin olmaması burdu içimi. Burgazada’da rakı içmeliydim. Uzun süredir böyle düşünüyordum. Neden başka yerde değil de burada içmeliydim bilemiyorum ama takıntı halini almıştı. Okul kaçkını liseli öğrenci heyecanıyla bekliyorum vapur saatini. Sabah kahvaltı yapmamıştım. Açlık, kemirmeğe başladı midemi. İskeledeki büfeden atıştıracak bir şeyler almayı düşündüm, sonra erteledim. Adaya sakladım iştahımı. Gişe açıldı, sıraya girip biletlerimizi aldık. Epeyce de turist var bu mevsimde. İçlerinde yalnız olan yok. Sokulmuşlar koklaşıyorlar, günün güzelliğini paylaşıyorlar. İnsani olan duyguların en hoşu ve doyulmaz haz vereni dokunmak, paylaşmanın tescili. Hüznüm çığ gibi büyüyor. Üşümekten korkup kamarada, cam kenarında oturdum. Anadolu yakasını seyre daldım. Ne kadar da çok yüksek bina var. Amerikan filmlerinden sahneler izliyor gibiyim. Martılar yarışıyor bizimle. Pike yapıyorlar güverteye, kanatlarını hareket ettirmeden süzülüyorlar. Vapurla aynı hızda olmalılar, sabit bir noktaya tutturulmuş gibi duruyorlar üzerimizde. İnanılır gibi değil, adeta tatlı bir masalı canlı olarak yaşıyorum. Kadıköy’e uğradı vapur. Birkaç yolcu da bu iskeleden aldı. Kımıltısız, kocaman mavi bir çarşaf deniz, eğilip avuç avuç içesim geldi. Hararet, açlık, yalnızlık harmanlanmış benliğimde. Dünüme gidiyorum, bugünüme geliyorum, yarınımı aralamayı deniyorum. Ortaya aklı başında bir şey çıkaramıyorum. Bölük pörçük her şey, çekip çıkaracağım bir uç yakalayamıyorum. Şimdi, birdenbire olmuş gibi vapurun ritmik ve düzenli makine seslerini duyuyorum. Garson dönme dolap gibi durmadan geçiyordu önümden. “Çay var!...sandviç var!...” Vapurun makine sesiyle aynı tempoyu tuttururcasına yineliyordu nakaratını. Ne bardakların kırmızısından yükselen dumanlar, ne de garsonun davetkar nameleri beni kararımdan döndürmeğe yetmedi. Kınalı Ada’nın bir ucundan yaklaşıyoruz Sahil pırıl pırıl . Gökyüzünde sinek gölgesi kadar bile bulut yok. Denize akan güneşin parıltısı çam ağaçlarına yansımış, üzerine bal damlamışçasına canlanmış yaprakların yeşili. Aydınlık bütün ışıltısıyla kapladı içimi de, dışımı da. Doğanın yaşama dair yoğun bir propagandası altındayım sanki; ben olmak, bir başıma da olsa yaşıyor olmak yetiyor, anlamlanıyor, tatlanıyor Ada’ya yaklaştıkça pencerelerin kapalı, sokakların bomboş olduğunu görüyorum. Terkedilmişlik, yalnızlık ve sessizlik hiçbir şey eksiltmemiş güzelliğinden, büyüsünden. Oysa yaz aylarında insan kaynar sokaklarında, gövdeler sarkar pencerelerinden. Mayolu, mayosuz yarı çıplak insanlar tıkış tıkıştır sahil boyu. Adanın hüznünü paylaşırcasına acı acı öttürdü düdüğünü birkaç kez üst üste ve paramparça ederek sessizliği, iskeleye yanaştı vapurumuz. Birkaç yolcu bıraktı Kınalı’nın terkedilmişliğine. Ayrılış düdüğünden sonra yine yükseldi makine sesleri, Burgazada ’ya çevrildi rotamız. Burgazada, Kınalı’dan kalabalık. Vapur yolcularının büyük çoğunluğu indi benimle. Sıcak kemiklerime kadar işledi. Kentin kalabalığından, insanı hapishane duvarları gibi kuşatan apartmanların koyu gölgesinde kaybolan sokaklara alışık belleğim bilinmeyen bir dünyayı keşfediyor gibi şaşkına döndü. Önce sağ tarafa doğru gitmeyi düşündüm; müşteri bekler durumda görünmüyordu boş sokaklara kepenklerini kapatmış dükkanlar. Hemen sola doğru ilerleyince iki büfe görebildim. Beklentilerimin altında kalıyorlardı. Onların önünden geçtim, sahil boyu yürüdüm ilerilerde köfteci benzeri lokantalara rastlarım umuduyla. Büyükçe bir lokantaya ait gibi görünen geniş çatılı bir yapı ilişti gözüme adanın sol ucunda. Cüzdanıma uygun bir şeyler tasarlamağa koyuldum, rahat adımlarla yürüyorum. Yaklaştıkça kimselerin dolaşmadığını fark ettim. Bu tip yerlerin çalışanları içerde olur genellikle. Ada’da motorlu kara taşıtı da olmadığından otopark görevlisi de bulunmayacağına göre, dışarıda personel olmaması normaldi. Açlığım iyice artmış olarak bahçeyi dolanıp giriş kapısına kadar sokuldum. İnler ve cinler top oynuyordu. Çok önceden terk edilmiş veya sezon dışı olması nedeniyle geçici olarak kapatılmıştı. Kafelerden uzaklaşmış olmanın verdiği pişmanlıkla açlığım bir kat daha arttı. Güneşin altında yürümektense gölgeye kaçmak ve ufaktan turlayarak adayı tanımak amacıyla mahalleye girdim. İki yaşlı kadın, kocaman, kendilerinden çok daha yaşlı bir ağacın gölgesinde laflıyorlardı. Belki de gözlerinin iyi görmemesinden, ben yokmuşum gibi davrandılar. Bense, benimle ilgilenmelerini, gözlerini dimdik bana dikmelerini bekliyordum; onlara soracaklarım vardı. İlgilenmeseler de yaklaştım yakınlarına, “Buradan yukarı çıkarsam, sahile dönmek için çok gitmem gerekir mi? Bazı sokaklar vardır otoban gibi hiç çıkış vermeden uzayıp gider. Böyle bir sokağa girip adanın tepesine kadar çıkmak zorunda kalırsam ölüm gelir geriye diye korktum. Nedense açlık takıntıya dönüşür kimi zaman ve anlamsız biçimde derinleşir, perişan eder insanı. Mide fesadının eşiğinde debeleniyor, kıtlıktan çıkmışçasına abarttıkça abartıyorum açlığımı. Kadınlardan şişmanca olanı sorumu yinelememe fırsat vermeden, “Böyle devam et, Cem Evi’nin yanından sonra soldan aşağı inersin” dedi. Burada, küçücük adada Cem Evi olabileceği aklımın köşesinden geçmezdi. Yanlış duymuşumdur diye düşündüm ama, sağır ve anlamaz muamelesi görmemek için “teşekkür” edip patika yolun çimenlerine basarak ilerledim. Yolun her yanı dikenlerle, kocaman ağaçların dibine kurulmuş gecekondu gibi evlerle doluydu. Denizden görülen sıra sıra sokakların iki yanına sıralanan düzgün, beyaz badanalı evlere hiç mi hiç benzemiyordu bunlar. Nerdeyse otların arasında kaybolmuşlardı ve yeni kurulan gecekondu mahallelerini çağrıştırıyorlardı. Kırık dökük, yağmurdan ve bakımsızlıktan çürümüş çitlerle çevrilmişti kimi bahçeler. Yol iyice ıssızlaştı, adanın küçüklüğünü unutsam kaybolma korkusuna kapılacağım nerdeyse. Büyükçe bir dağ başında kurulmuş mahalledeyim de, azıcık açılsam ormanın içine düşeceğim gibi duygulara kapılıyorum. Ada’yı villalarla kaplı düşledikten sonra, basit yapıları görünce elbette şaşırmıştım. Açlık başıma iyice vurdu. Kan şekerim düşmüş olmalı.Bir yandan sıcak, öte yandan açlık ve yorgunluk gücümü tüketti. Yığılıp kalacağım.Dizlerimde derman kalmadı. Ayaklarım istem dışı ve otomatiğe bağlanmış kendiliğinden adımlıyor. Bakkal benzeri yerler arıyor feri kaçmış gözlerim. Pişmanlık çığ gibi büyüyor ve yemek yemeden gezinmeğe çıktığım için küfürler ediyorum kendime. Umutsuzluk ve hırs iyice kesti soluğumu. Yüzümün kirece döndüğünü, kanımın çekildiğini sanıyorum. Kocaman ağaçların gölgesi dayanma gücümü arttırıyor olmasa adımlarım duracak, boş çuval gibi yığılacağım oracıkta. İn, cin top oynuyor. Şaşkın, yorgun ve telaşla sekerek yürürken az ilerimden gelen insan sesleri duydum. Umut kapladı içimi. Birkaç adım daha atınca kulübemsi bir evin köşesini dönmüştüm ki, sekiz, on metre uzağımda oturan, gezinen, masalarda yemek yiyen, dumanı tüten yemek dolu tabakları taşıyan kalabalığı gördüm. Midemin geçtiğinden, ağzım sulanıp boğazım düğümlenircesine yutkundum. Öylesine sıkmışım ki gırtlağımı, kıkırdağın acıdığını hissetim . Masalardan birine ilişip bir kaç lokma atıştırmayı nasıl da umutsuzca hayal ettim. Ne var ki bu insanlardan birini bile tanıyor olamazdım. Aslında bunca ıssızlığın ortasında bu kalabalığın gerçek olup olmadığından kuşku duyuyor, serap görmüş olduğumu düşünüyorum bir yandan da. İyice yaklaştım, insanlar gerçekti, et kavurması, pilav ve ayran yiyorlardı.Özellikle etin kokusu burnumdan giremeden tüm benliğimi sardı.Canım baldırıma kadar inmiş ve beni terk edip, akıp gidecekti az sonra. “ Ne oluyor burada?” dedim en yakınımda, ayakta dikilen adama. “Yasımız var, yemek dağıtıyoruz.” Dedi, adam. Bu tür yemekler hayrattır ama. Dedemin, “Bu İstanbul’da su çerken bile parasını sormadan içme” sözünü kulağıma küpe yaptığımdan, utana sıkıla “Kaç lira?” diye sormaktan kendimi alamadım. Adam sorumu nasıl karşıladı pek anlayamadım bakışlarından fakat, yanıtladı ara vermeden, “Buyurun, siz oturun bir yere, hayrattır. Servis yapalım” dedi, saygılı bir ifadeyle. Boş bir masaya oturdum. Adam koşar adımlarla uzaklaştı yanımdan, yandaki eve girdi, naylon tabaklar içinde pilav ve et kavurması ile bir kutu da ayranı bıraktı önüme. “Afiyet olsun” dedi ve biraz önceki yerine geçti. Ne olduğunu anlayamadan silme dolu iki tabak yemekle baş başa kalmıştım. Yabancı olduğumu anladığı için midir bilemiyorum ama, tabağım diğer misafirlerinkinden çok doluydu. Ekmeği de biraz büyük dilimlerle yiyince,gözüm de midem de doymuştu. Et, doğrusunu söylemek gerekirse oldukça güzel yapılmıştı. Hele de ölümüne açlığımın perişan ettiği bedenime böylesi bir mucize tarif edemeyeceğim kadar mutluluk katmıştı. Eminim ki kimin ruhuna verilmişse bu yemek onu da sonsuzluğa kadar mutlu edecektir. . Bu yemek en büyük engeli aşmama yetmişti. Şimdi doyumluk değil, tadımlık bir şeylerin eşliğinde rakımı yudumlayabilirdim. Diri ve neşesini bulmuş adımlarla sahile doğrulttum yönümü. Beklediğim güzellikte evlerin bulunduğu sokaklara çıkmıştı yolum. Ama sokaklar boştu buralarda da. Kimi evlerin tamiratını yapan işçilerin dışında kimsecikler yoktu ortalarda. Küçük bir eczanenin yanından kıvrıldım. Adet olduğu üzere bu eczanenin kapısı önünde de iki kişi tavla oynuyor, üçüncü ve dördüncü kişiler de onları izliyorlardı. Artık, tartmanın, doldurup boşaltmanın anlamı kalmamıştı. İskelenin yanındaki kafenin bahçesindeki denize yakın masanın beyaz verzalit sandalyesine oturdum. Oldukça zengin donanmış olan yanımdaki masada son günlerin ünlüsü stand-up da yapan aktör, bayan arkadaşı ve bir erkekle oturmuş yiyip, içiyorlardı. Önlerindeki balıkların etleri ile kılçıkları yarı yarıya gelmişti. Küçük bir yudum aldı bayan rakısından ve çatalın ucunu batırdığı beyaz peyniri dilinin ortasına kadar uzatıp bıraktı ağzına. Dudaklarını yukarı çekmiş, bembeyaz porselen kaplamalı dişleri ortaya çıkmıştı. Peynirin dudaklarına sürülmesini istemiyordu her halde. Gülmüyordu yüzleri, Cem Evi’nin matemli insanları bunlar kadar somurtkan değil-diler. Çevreden rahatsız oluyorlar desem; üç, beş kişiden fazlası yoktu yakınların-da. En yakınımızdaki beş balıkçı önlerindeki mangalla didişiyorlar, ızgaraya dizdikleri hamsilerin dumanlarıyla uçuyorlardı kendi dünyalarında. Kendi aralarında oradan buradan konuşuyor olmalıydılar. Arada esprili sözlere gülüyormuş gibi yapıyorlardı ama, gülücükler ansızın donuveriyordu yanaklarında, gözlerinde, dudak kenarlarında ve buruk bir hüzne dönüşüyordu. Ağız dolusu gülemiyorlardı nedense. Hüzünleri de, neşeleri de olgunlaşamadan uçup gidiyordu. İçlerinden birinin durumu diğerlerinden halliceydi, kılık kıyafetinden böyle anlıyordum. Üstelik sinekkaydı tıraşını da olmuştu. Diğerleri birbirine yakın konumda idi. En yoksulları ya da derbeder görünen hamsilerle ve mangalla didişendi. Püsküllü yün kavuğunun uzun yıllardır başını örttüğü renginin atmasından ve tamir görmemiş söküklerinden okunuyordu. Düğmeleri açık gömleği tamamen eprimiş ve solmuş renkleri en son tonunu bulmuştu. Kirli sakalı, pantolonunda kocaman bir yama gibi duran balık yağı lekesi ve çiroz gibi bedeniyle en yoksulları olduğunu haykırıyordu. Büyük bir dikkat ve özenle ve önemseyerek yapıyordu işini. Deniz kenarı olmasına karşın esinti yoktu; mangalı üflemek ve yellemek zorunda kalıyordu. Kırk-kırk beş yaşlarında gösteren kadın parmaklarının arasındaki sigaradan bir nefes çekti, oturduğu masanın üzerindeki kül tablasına bıraktı, bana geldi, “Hoş geldiniz” dedi. “Teşekkür ederim” dedim. “Ne alırdınız?” “Neleriniz var?” Çok şeyler yiyecekmiş de seçme şansım varmış ciddiyetiyle soruyordum. Epey bir şeyler saydı kadın. Ben sayılanlar arasından sigara böreğini çoktan seçmiştim. Kadın listesini tamamlayınca, “Bir kadeh rakı ve beş sigara böreği” diyebildim. Aklımdan beyaz peynir söylemek de geçti ama parama güvenip dillendiremedim. Nem oranı oldukça düşüktü ve göz alabildiğine pırıl pırıldı her yan. Güneş sakindi ve yakmıyordu. Vapur gelene kadar oturup keyifle demlenebilirdim. Çok beklemeden getirdi kadın servisini. Rakı bardağının boşluğunu su ile doldurdum. Üzerine bir tane buz koydum. Bembeyaz oldu bardak. Sıcak sigara böreğinden küçük bir parça ısırdım. İki, üç kez çiğnedikten sonra küçük bir yudum da rakı aldım, ağzımın içinde gezdirdim, rakı değmedik yer bırakmadım ve yutkunup boğazımdan sonra. mideme kadar inişini hissettim. Aktör ve arkadaşları kalktılar. Tabaklarında bıraktıklarıyla birkaç kişi daha do-yardı. Az ilerde bekleyen sandala bindiler. Sandalın motorunu çalıştırıp rolantiye aldılar. Aheste kürek tadındaki hızıyla, mavi atlastan yorgan gibi kımıltısız uzanan denizi yarıp, arkaları sıra beyaz bir çizgi bırakarak açıkta demirlemiş bembeyaz yata doğru süzüldüler. Vapurun gelmesini istedim, adanın sessizliği yormuştu beni. Büyük Ada’ya doğru baktım uzun uzun. Yapacak işim, beşikte bekleyenim var gibi huzursuz oldum. Bir parça daha ısırdım sigara böreğinden, bir yudum da rakı aldım; yine gezdirdim dişlerimin dibinde ... Murat Mehmet UĞURLU
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Murat M. UĞURLU, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |