Mermere sıkışmış bir melek gördüm ve onu özgürlüğüne kavuştuncaya dek mermeri oydum -Mikelanjelo |
|
||||||||||
|
Yerküre yarılıp okyanuslarla, sıra dağlarla bezenince; insan türü de dağıldı, uzaklaştı , tarumar oldu. Homologous, antropomorph, homo habilis, homo erectus, homo sapiens evrimleşmesi derken, gele gele bin bir suratı ve bir o kadar da karakteri olan insan çıktı ortaya. Kökendeş canlılardan uzaklaşarak insan özelliklerine ulaşmanın tarihini, J. Daimond, “İnsanlık tarihi bundan yaklaşık 50.000 yıl önce, benim Büyük Sıçrama dediğim şeyle birlikte başladı” diye belirliyor. İnsan türü kendisiyle ve dışındaki dünya ile didişirken, İletişim ağına takıldı. Sıkışan ve çıkış yolu arayan insan bedeninin büyüsünü keşfederek; gözünü, kaşını, burnunu, elini, kolunu, tüyünü, derisini vs kullanarak anlaşmayı öğrendi. “Büyük Sıçramanın” önemli ayaklarından biri dil olsa gerek. Birbirini izleyen yüz yıllar, insanı ikinci kez yaratan bu muhteşem görsel yetiyi geliştirerek ve nesillerden nesillere aktararak geçti. Asırlarca işlenen vücut dili öyle ezbere alınıp öğrenildi ki; belleklerden taştı ve insan genetiğine sızarak şifreler arasına kazınıp, silinmemek üzere yerini aldı. Evrimleşme; renkler, boylar, tipler, yaşam biçimi olarak sürdü bu kez. Kıtalar ve uzak, yakın coğrafyalar arasında yayıldıkça insanlar; renklerin, boyların, tiplerin ve yaşam biçimi spektrumunu aşacak sayıda diller yarattı. Göçlerin, işgallerin yıkımına uğrayan onlarca dil öldü, kimileri bir yolunu bulup yeniden canlandı. Canlı diller yoksullaştı, eridi, yeryüzünden silinmesine ramak kalmışken bilinçli çabalarla zenginleşti. Ulusal, etnik dillerin yanında aynı dilin birden çok lehçesi ve ağızı türedi. Zaman geldi aynı dili konuşanlar bile anlaşmakta zorlandı. Söz ve yazı dilinin çeşitliliğine karşın, vücut dili hangi coğrafyada, hangi ırkta ve hangi uygarlık düzeyinde olursa olsun tek tip ve tıpa tıp benzeşen figürleri kullanarak şaşırtıcı bir bütünlük sergiliyor. Ağlamak, gülmek, öfkelenmek, sıkıntıdan terlemek, kızarmak benzeri fizyolojik tepkiler ve el, kol, dudak (dudak bükme) burun, kafa hareketleri, göz kırpma, gözleri büyütme vd onlarca mimik en ilkelinden, en gelişkin topluma kadar değişiklik göstermeden kullanılmakta, insanlığın ortak kazanımı olarak varlığını sürdürmektedir. “Tarzanca” adı altında varlığını sürdürerek ve karşısındakinin dilini bilmeyen insanlar arasında halen ortak dil olarak kullanılan vücut dili, insanlığın önemli bir eksiğini karşılayarak işlevinin vazgeçilmezliğini, yerinin doldurulamaz olduğunu kanıtlamaktadır.. Sözü ve yazısı ile birbirinden yalıtılmış ve uzaklaştırılmış olan insan, nasıl oluyor da vücut dilinde birleşiyor, aynı görsel malzemeyi kullanıyor birebir; eksiltmeden, artırmadan? Milyonlarca yıl süren insanlaşma sürecinin başında, insan, vücut dilini hazır bulmadı genlerinde. Yani ezeli olarak insan varlığına bu yeti işlememişti. Koşullar dayattı ve yaşamın asli unsuru olarak ortaya çıktı dil Vücut hareketleri durumları aktarmaya, olguları anlamaya yetişemeyince, ses eklendi bedene; sesin takati kesilince de yazı döküldü kalıba. Sesin ve anlamlı sözcüklerin gündelik yaşama girmesi; insanlaşma sürecindeki milyon yıllar ölçü alındığında, birkaç yüz bin senelik geçmişe dayanır ve yakın tarihimizin ürünü sayılırlar. Milyonlarca yılda gelişen vücut dili, kim bilir hangi engelleri, ne gibi yasakları aştı da varlığını sürdürüp insan doğallığına yerleşti? Yazı ise henüz yedi bin yılcık uzağımızda olduğuna göre bebeklik dönemini yaşıyor demektir. Bu kısacık ömrüne karşın, unutulan, yok edilen o kadar çok yazı ve dil var ki insanlığın geçmişinde, barbarlar ve Vandallar öylesine bayraklaştırmışlar ki yakıp yıkmayı... Bırakalım uzak tarihi, bugün bile kitaplar, filmler, heykeller ve nice insan emeği gözlerimizin önünde kıyıma uğruyor, yakılıyor, yıkılıyor, toplatılıyor, yasaklanıyor; sanatkarlar cezalandırılıyor; yaratmaya karşı akla gelmedik cinayetler işleniyor Akla gelmedik engellemelerle karşı karşıya kalan söz ve yazı istikrarlı bir rota çizerek normal gelişme sürecine giremiyor. Hep azınlıkların elinde kalmış ve çok önemli bir silah olarak kıskançlıkla saklanmış kitlelerden. Okuma yasaklanmış, öğrenenler cezalandırılmış; genel hak olması bile çetin mücadeleler sonunda elde edilmiş. Bakmayın şimdilerde okuma çağına gelen çocukların zorla dersliklere sokulmasına. Sistem o kadar baştan savma ki; yıllarca süren okullu eğitim; adını, doğum tarihini ve iki ekmekle, üç kilo elmanın hesabını yapmayı öğretemeden diploma vermeyi başarır. Üstüne üstlük sınıflı toplumların çatışkı ve çelişkileri, çekişmeleri de tüm ağırlığı ile dil üzerine abanınca ortalık iyice toza dumana bürünüyor. Kirleniyor, yıpranıyor, bozuluyor dil. Kah iyi niyetle , kah kötü niyetle. Şimdilik insan genetiğine işlenmesi bir yana genel kabul görmüş sözcüklere bürünmesi bile olası görünmüyor. Gerek bir takım sığ kurullar tarafından, gerekse oto sansürden geçerek hadım edilince, gürleşip gelişemiyor. Dile ilişkin yaratımların kotarıldığı doğal atölyeler harabeye çevrilirken, usta eller titrekleşiyor, hastalıklı ortamlara düşüp mikrop kaparak ve gelişimi sekteye uğruyor. Giderek dejenere oluyor, unutuluyor ve kalıcılık yeteneğinden uzaklaşarak ha bire yeniden yaratılıyor. Ne denli üzücü olsa da bütün ulusal diller henüz yap boz dönemindeler; yumuşak çömlekçi hamuru kıvamında ve önüne gelenin gönlüne göre biçimlendirmesine elverişlidirler. O nedenledir ki her gün yeniden yaratılıyorlar. Değişim deposu sözlük ve ansiklopediler keşiflerin ve icatların hızına yetişemeyerek, neredeyse altı ayda bir güncellenmek zorunda kalıyorlar. Bu nedenle de dil henüz oturmuş ve kalıcı özellik kazanmış bir araç olmaktan çok, emekleme dönemindedir. Çok yönlü ve çok taraflı etkenlerin saldırısına uğrayan dilin korunması, doğru rotada yürütülmesi sandığımızdan da güçlü engellerle karşı karşıya. Yazılı, sözlü ve görsel arşivlere, belgelere karşın tutunamıyor, buharlaşıp uçuyor diller. Henüz çok genç olmaları nedeniyle ele, avuca sığmıyorlar. Yap boz oyununa çok elverişliler ve delişmen bir yapıları var. Ayrıca çok da nazeninler; yaşı nedeniyle olsa gerek bir nefeslik havadan nem kapıyor, çabucak kırılıyor, eğilip bükülüyorlar. Bütün dillerin yapısı resmi, gayri resmi, bireysel, kurumsal birçok müdahalenin kurbanı olmaya uygun. Yetmezmiş gibi bu masum ve ertelenemez gereksinme, ticari metalar arasına alınarak pervasız, giderek büyüyen verimli bir sömürü kaynağı olarak değişim pazarındaki saygın yerini almıştır. Gerek kendi dilini, gerekse bir başka dili öğrenmek için kaç milyar dolar veya bilmem hangi ulusal paralar ne miktarda akıtılıyor bu çarka? Bu olumsuzlukların bertaraf edilmesi insanlığın kullanımına sunulacak ortak bir dil ile hafifletilebilir, sıcak çatışmalar soğumaya alınabilir sanıyorum. Ulusal dillerin yanında, ortak fakat egemenliği reddeden, anlaşmanın masumiyeti ile yüklü bir misyonla donatılı semboller sunulabilir. Ve olayın tarafları da vardır. Polonyalı doktor Ludwik Zamenhof 1887’de uluslar arası kullanıma sunulmak üzere bir dil geliştirmiştir. Stalin tarafından da destek gören bu dil, halen canlıdır. Belki de bu destek nedeniyle lanetlenmiş ve hak ettiği ilgiyi bulamamıştır. AnaBritannica (1988 baskısı) kaynaklarına göre Esperanto olarak bilinen bu dili konuşanların sayısının 100 bini aştığı ve 53 ülkede Evrensel Esperanto Derneği ile 50 ulusal Esperanto derneği vardır, 22 uluslar arası kuruluş Esperanto kullanmaktadır. Her yıl değişik Avrupa ülkesinde Dünya Esperanto Kongresi yapılırmış. 30 binden fazla kitap ve 100’ü aşkın dergi yayınlanmış. ( Türkçe’de “tr.wikipedia.org” e-sözlük) Her nedense bu oluşum bir rivayet gibi anlatılır, üzerinden atlanır ve dikkatlerden uzak tutulur. Antik tarihte görülmüş, kalıntılar arasına gömülmüş, hatta, varlığı bile kuşkulu izlenimi yaratılır. Ben de bu tür ifadelerle haberdar olmuştum yıllar önce ve çocukça bir girişim olarak değerlendirerek, unutmuştum. Ayağa dolanan sıradan olayları haber formatına sokan ekipler garip teknikler ve tekrarlarla beyinleri bombardımana tutarlarken, Esperanto’nun rutin yıllık kongrelerini görmezden gelirler, çalışmalarını sergilemekten sakınırlar. İnsanlık gayri ciddi kurumlara odaklanıp fanatikleştirilirken, bu tip barışçıl kanalları es geçmek ve dalgaya almak kolaylaşmaktadır. Dil, insanın kendi varlığından sonra sahip olduğu ve keşfettiği ikinci önemli; çok esnek ve çok seçenekli, yaşama ilişkin bütün kilitleri açan yegane araçtır. İnsanın kendi bedenini unutturacak derecede öne çıkacak kadar güçlüdür. O nedenle hep yasaklara, sınırlamalara uğramıştır söz ve yazı (dil). En korkunç, en ağır ceza olan idam uygulanmıştır konuşanlara ve yazanlara. Sözlerinin bedelini, bedenleriyle ödemiştir insanlar. İnsanlığın kolaylıkla anlaşmasının önünde, dil üzerindeki baskılar kadar, dil çokluğu da başlı başına bir engeldir. Coğrafi dağılımın zorunlu uzantısı bu durum, son derece normal ve doğal seyri içinde bir gelişmedir. Diller uzmanların elinden kurtulup, berraklaşıp güzelleşerek, ayrımsız tüm yurttaşlarca anlaşılır düzeye gelerek işlevlerini sürdüreceklerdir. İtirazımız ve duyarlılığımız bu kutsal, zorunlu ve doğal oluşumun istismara, çatışmalara ve savaşlara payanda yapılması ile öğrenme isteği ve eğiliminin ticari alana katılması noktasındadır; diller yelpazesinin cenneti yeğlemeyip, cehennem ateşini yellemesinedir. Öte yandan ortak dil mayasının tutmasına yönelik bilinçli, planlı ve bireysel çıkarlardan arınmış, insanlığı kapsayıcı çalışmalara ağırlık verilmelidir. Dil sıyrılarak yurttaşların anlayacağı, konuşacağı niteliğe ve netliğe kavuşturulmalıdır. Ortak bir dil, hemen bugünden yarına ebedi barışının teminatı olabilir mi? Söz ve yazı vücut dili gibi insan genetiğine işlenerek, insanlığı, başka boyutlara götürüp barış ve özgürlük çağını açabilir mi? O zaman insan, insanın kurdu olmaktan kurtulur mu? Geçmişi milyon yıllarla ölçülen insanlığın; eğer birkaç sapığın aklına ve kışkırtmasına uyulmazsa, gelecek milyon yıllarda ortak bir dile ulaşması ve bu dilin bozulma olasılığından kurtularak, insan genetiğine işlemesi kaçınılmaz gibi. Kanımca, aynı dili konuşuyor olmak insancıl problemleri anında ve kökünden çözmeyecektir ama, dehşet bataklığını kurutmada sağlam ve büyük bir adım olacaktır. Murat Mehmet UĞURLU
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Murat M. UĞURLU, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |