"...öyküyü yazan bilge, beşinci ya da altıncı göbekten kral torunu olduğumu ortaya çıkaracak şekilde belirleyebilir soyumu." -Cervantes, Don Quijote |
|
||||||||||
|
Kırata binmişim. Sadece kulaklarını, kulaklarının arasından sarkan perçemini ve kar beyazı yelelerinin uçuştuğu boynunun bir kısmını görüyorum. Dimdik duruyor kulakları ve ara sıra oynayan başı resmin durgunluğunu bozarak, imgeye yaşanmışlık boyutu katıyor. Dut ağacının yemyeşil yapraklarıyla gölgelediği serinliğin içinde, Şabanların yolunun başında, Aligil’in duvarının dibinde öylece duruyoruz. Ağaçların ve otların rengi körpe bitki yeşili olmalı. İlkbahar sabahlarından biri ve güneş epey yükselmiş. Otların, yaprakların üzerine çöken sıcaklık bahar kokusuna boyanarak yükseliyor havaya ve hoş kokular doluyor burnuma; yaşama coşkusuyla göğe doğru yükseliyorum. İçine durduğum gölgeye bakılırsa erken ağaran günün sabahından biraz sonrası. Kimsecikler yok yanımızda. Saka kuşları cıvıldamıyor dut ağacının yaprakları ara-sında, karga sürüleri kaplamamış göğün maviliğini. Yel esmiyor, ot kıpırdamıyor. Dut yapraklarının arasından görünen gökyüzü yüzü pırıl pırıl ve para kadar bulut yok. Dut ağacının altı ile evimizin arası yetmiş metre kadar var. Beni bu ata kim bindirmiş, oraya kadar nasıl gelmişim, ileri mi gideceğim, gerimi, birilerini mi bekliyorum? Belli değil... İkinci görüntü; Çanakçı dönüşü, Küçük Köprü’yü gördüğüm anı resmediyor. Yine aynı kır atın üzerindeyim, Küçük köprüyü, İstanbul’a kadar uzanan şose yolu görüyorum. Aklımın yönü Görele’ye doğru. Büyük köprüyü geçip, dutluktaki hanı dönünce, ortaokulun altından Görele’ye gireceğiz. Fakat ben ve at ne ileri gidiyoruz, ne geri... Yanımda, sağımda, solumda yine kimseler yok bu görüntüde de. Kırat ve ben anayola doğru dönmüşüz cephemizi, duvara asılı tablo gibi aynı noktaya doğru bakıyoruz. Atın perçemi ve kulakları arasından görüyorum önümü. Bu görüntünün,dut ağacının altında başlayan yolculuğun devamı ve aynı günün, dakikalar sonrası olduğundan eminim. Çanakçı sapağı ile dut ağacının arası yedi kilometre kadar. Bu yedi kilometrelik yolculuğun hiçbir santimini anımsamıyorum. Kemer köprü yok, Osdu Mamud'un değirmeni yok. Değirmen yanına kadar hep iniştir ve burası inişin, yokuşa döndüğü yerdir. O yaşta, at sırtında tutunabilmem, altmış-yetmiş derece eğimli yolu selametle tamam-lamam asla söz konusu olamazdı. Yokuş inerken atın boynundan aşağı düşmem gerekirdi, Demek ki yanımda birileri vardı ve bana yardımcı olmuştu. Gacaru çeşmesinden aşağısının yetmiş derece eğime ulaştığını düşünürsek, Kemer Köprüye kadar süren tehlikeli yolculuğu at sırtında bir başıma tamamlamadığım açıkça anlaşılabilir. Bu anıya bakılırsa, günlerden Salı ve ben 2-3 yaşlarındayım. . Salı günleri Görele’nin pazarıdır ve köylüler için resmi tatil gibidir. Köylerdeki işler bırakılır ve Görele çarşısına inilir. O gün çarşıya gelmiştik ama ne yolculuğun orta yerinden, ne de Kemer Köprü’ye (değirmenin hemen yanı) kadar olan inişi nasıl bitirdim, şoseye indi-ğimde at motorlu araçlara nasıl tepki verdi, Görele çarşısında ne yaptım, hiçbirini anımsamıyorum. Halen, bu olayın içinden çıkabilmiş değilim; bunlar yaşanmadı da ben mi uyduru-yorum; gerçekten benim gözlerimden mi aktı belleğime, yoksa birilerinin kulağıma üfledik-lerini kendime mi mal ediyorum? Temelini yayla hevesinin doldurduğu bu at sevgisi, kurgu-larımla gerçeğimi birbirine mi karıştırdı, karar vermiş değilim. Çocukluğumun, masalla gerçek arası bir yerine kazılı bu anısı, hiç bir zaman terk et-medi beni. Bu masalımsı anının gerçek olmasını bekledim yıllar boyu. Bir atımız olmalıydı, yükleri ben değil o taşımalıydı, sırtına binip dörtnala koşturmalıydım yollar boyu. Asıl önem-lisi yaylaya gitmeliydim. Aynalı başlığını takmalı, sağrısına allı, kırmızılı, yeşilli örtüsünü örtmeli; boynuna gorunu takmalı ve ceniğe (köye,cenik denir) dönerken bir elimde çam sakı-zı, ötekinde pestil dağıtmalıydım yolumun üzerinde dizilenlere. Yayla mevsimi geldiğinde dört yanımızı gor, çan, kelek sesleri, koyun kuzu mele-meleri ve sığır böğürtüleri kaplar. Bu sesleri duyduğumuzda dışarı fırlar, geçit töreni izler gibi, ağzımız açık, içimiz buruk beklerdik muhteşem göç katarlarını. Cılız sığırlar, benzi soluk insanlar tatlı bir telaşla umutlarını yanlarına alarak uzaklaşırlardı köyümüzden. Kızıl ağaçlar ve fındık dalları yer yer kapatır inişi, çıkışıyla kıvrılarak uzayan yoldaki görüşü. Bir görünür, bir kaybolur yolcular tepenin, tümseğin, alafın ve paldırın arasında. Çanlı Kirse (Çanlı Kilise)’ den sonra hiç görünmez olurlar ve oraya kadar bakardım yaylacıların ardından. Sonrası hayal dünyamın kurgularıyla ve tamamlanmamak üzere uzayıp giderdi. Aradan günler geçer yaylacının biri, yayla yanığı kızarmış yüzüyle yollara uzanan ye-şil yapraklı fındık dallarının arasından görünür, yayla havasını yayarak önümüzde durur. Biz ağzımızı açmadan vakur ve görev bilinci içinde bir çiğniyim çam sakızı ile bir ısırım pestili ellerimizin arasına bırakıverir. İşte mutluluğum,heyecanım, coşkum, şükran duygum ve imrenmekten içimin eridiği an. Kırat öyküsü yeniden canlanır bu günlerde , yaylaya gitme isteğim midemde yumruk yumruk ağrılar olurdu. Bizim ailede yaylacıymış ben doğmadan. Dedem ve babaannem İstanbul’a, halamlar kocaya gidince yaylacılık bitmiş. Güya, kır at da o günlerde satılmışmış. Bir ucumuz İstanbul’a uzayınca elimiz, kolumuz bağlanmış ve bizim ailenin yaylacılığı anılara hapsedilmişti. Kırat'a ilişkin iki resimlik anım ve yaylacılık özlemim hayal dünyama yerleşmiş benimle birlikte büyüyordu. Yaylaya giden arkadaşlar oralarda geçen olayları anlatırken doyumsuz tatlar alır, o hayatı mutlaka yaşamak isteğiyle yanıp tutuşurdum. Yaylanın yemyeşil topuk kaplı düzleri, çam ormanları, insanın tüm hastalıklarını yok eden acı suyu, bir adım önünüzü görmenizi engelleyen sis baskınları; gerçeğe değil, masal dünyasına aitlermiş gibi gelirdi bana. Bunların hepsi tanımdan ve tahminden öte şeyler değildi, çünkü gözlerimle görmemiştim . Topuk denirmiş yayladaki ota, diken gibiymiş. Suları öylesine çok soğukmuş ki, yediğin yemeği hemen eritirmiş ve sık sık yemek yeme ihtiyacı duyarmışsın. Sıcak kavur-manın üzerine bu su içilirse, et midede donarmış ve ölüme yol açarmış. O nedenle yayla ço-cukları güçlü, kuvvetli olurmuş. Ben çok zayıf, güçsüz olduğum için de illaki yaylaya gitmek istiyordum. Babamın güçlü olmasını yayla çocuğu olmasına bağlıyordum. Beşiklerin başında, anaların, ninelerin söylediği ninnilerin en güzeli, en dokunaklısı ‘uyusun da büyüsün, yaylara yürüsün, küçük guzum oooy” ninnisidir. Doğan her çocuğun gitmesi gereken yerdir yaylalar. Beşiklerin başında yakıla yakıla yayla ninnileri, içinizi de yakmaya başlar yayla sevdası. Yaşım ilerledikçe yaylaya gidebilmek arzusu, küçücük dünyamın en büyük hayalini, belki de yaşamımın ilk ciddi takıntısını kazıyordu belleğime. Eğer atımız olursa yaylacılığın mutlaka başlayacağına inanıyordum. Gerçi gün gün yaylacıların sayısı azalıyordu. İş yapacak, yaylaya gidecek yaşta olanların kimi İstanbul’a, kimi Almanyalara kaçıyordu. Ama, ben umudumu yitirmemiştim. Günler, tarla, inek, dana, değirmen ve okul arasında geçip giderken, dedemden, ömür boyu unutamayacağım sürpriz haber geliverdi. Bir katır göndermiş bize. Köru Ali İmroz’dan bir kaç katır ve at satın alıp gemiyle Görele’ye getirmiş. İstanbul’da dedemle görüşmüşler. Dedem, “Birini bize bırak. Ama, bizim çocukların beğendiği olsun” demiş. Yüz lira vermiş. Gelen habere göre, katırlar Orta Çay’da imiş. Orta Çay, Büyük Köprü ile Küçük Köprü arasında kalır. Bir yanında Elevi deresi,öte yanında andal vardır. İki top sahası büyüklüğünde arazi çayır , çimen kaplıdır. Orta yerinde iki tane kale direği ve aşağısında (deniz tarafında) gölgesinde oturulan kocaman bir çınar ağacı göğe doğru uzanırdı. O zamanlar halka açıktı. Beşerden, altışardan kurulu, beş altı takım aynı anda maç yapardık. Ne zaman onbirli maç olur, o zaman saha boşaltılırsa da, kenarlarda bir-iki küçük takıma oynayacak yer kalırdı Trabzon İdmanocağı gelir, Görele Yurtgücü ile maç yapardı. Büyük maçlardı bunlar. Tirebolu’dan Giresun’dan takımlar gelir, o zaman sahanın çizgileri, kireçle çizilirdi. 19 Mayıs törenleri de burada yapılırdı. Koşu yarışmaları ( o zamanlar atletizm demezdik), minder hareketleri, insandan kule, yanan çemberden geçme vb. hareketler birbiri ardınca sıralanır, bu gösterileri izlemek için köyler boşalır, Orta Çay’a toplanırdı. Orta okul yıllarında , öğlen yemeğimiz olan 25 kuruşluk çeyrek ekmek ve 10-15 kuruşluk zeytin veya tahin helvasını da çoğunlukla burada yerdik.Dere boyunca dut ağaçları vardı ve gölgesinde otururduk. Koşar adım indik köy yolunu.Orta Çay’a geldiğimizde iki at , sekiz-on kadar katırın otladığını gördüm. Birkaç kişi atları ve katırları inceliyor.Özellikle ağızlarını açıp dişlerine bakıyorlardı. Babamla birlikte kalabalığın arasına karışmadan uzaktan baktık hayvanlara.Tıpkı diğerleri gibi baban da birkaç katırın dişlerine baktı.Sonra, henüz iki yaşlarında olduğu söylenen sıpaya yaklaştı. Benim de küçük olmam nedeniyle olsa gerek, onu seçti. Doğrusunu söylemek gerekirse, benim gözümde onda idi. Ağzına dişine baktıktan sonra, sıpanın yularından tutup, köye yöneldik.. Ayak tırnakları nalsız ve küçücüktü. Oysa atların ve katırların ayakları onun dört-beş katı kadar görünüyordu. Küçük bebeklerin görüntüsüyle özdeşleştirdim sıpamı ve bir küçük kardeşim daha olmuş kadar ürperdim tepeden tırnağıma. Direndi önce, bizimle gelmek istemedi. İlerde otlamakta olan atın yanına koştu kişneyerek.” Anası olmalı “ diye, düşündüm. Çocuklar da, danalar da analarının peşinden aynı tepkiyi verirlerdi. Gitti, yularını tekrar yakaladı babam. Yulardan gem yaptı ağzına. Ağzının etleri acıyan sıpa direncini sürdüremedi, babamın ayak izlerini takip edercesine yürümeğe başladı. Arkalarında ben üzüntü ve sevinci harmanlamış, yarı sarhoş, ha düştüm ha düşecek onlara yetişme çabasındayım. Sıpanın zoraki itaati, ağzına takılan gemin verdiği acı içime oturmuştu. Ufacık, evdeki dana kadar, kahverengine çalan rengi, küçücük ayakları, sinekleri kovalamak için sallanıp duran kuyruğu. Son derece sempatik , bir o kadar da öksüz havası veriyordu bana. Bıraksalar geri götürüp atın yanına salacaktım. Fakat, ona sahip olma duygusu daha ağır basıyordu. Birlikte büyüyecektik kardeş gibi, öyle hissediyordum. Ana şoseyi geçtik, Küçük köprünün yanından Çanakçı yoluna kıvrıldık. Orta Çay kayboldu. Babam gemi çıkardı sıpanın ağzından. Üzerimden kocaman bir karlı dağ kalktı. Direnmeyi bırakmış, başlığın normal haliyle çekilmeyi kabullenmişti. Çanakçı yolundan ayrıldık, köyümüzün yoluna saptık. Nasıl ve kimler tarafından yapıldığını bilmediğim köyümüzün yolu, son derecede düzgün kara taşlardan özenle dizilerek yapılmıştı. Şoseden başlayan ve tek ustanın elinden çıkmış düşüncesi yaratan bu yol, bütün köyleri dolanırdı. Hatta, bu yolun köyümüzden de eski olduğunu düşünmüşümdür zaman zaman. Taşlar parıl parıl parıldıyordu cilalanmış gibi. Bu da uzun yılların eseri olduğu izlenimini veriyordu. Sıpanın nalsız ayaklarının taşlarda çıkardığı tıkırtılar kulağı okşayan mistik nağmeler oluyor, içimde bulanık, tatlı heyecanlar yaratıyordu. Arada bir kayıyor, hemen toparlanıyordu.br> Acıma duygusu meraka ve giderek coşkuya dönüşüyordu. Kendimden geçmiş, gözlerim büyülenmişçesine ayaklarına takıl havalarda uçarken, Cami Yanı’na nasıl gelmişiz. Cami Yanı; adı üzerinde caminin bulunduğu alan, mahallemizin yegane geniş düzlüğü, hemen hemen 1,5-2 dönüm büyüklüğünde, mahalle çocuklarının oyun, yaşlıların sohbet, köylülerimizin düğün ve bayram yeri. Orta yerinde kocaman bir çınar ağacı var. Saklambaç oynarken saklanma siperi, bayramlarda salıncak ağacı. Cami yanı her zamanki kalabalıktı. Özellikle arkadaşlarım sardı çevremizi. Kimi sevdi, kimi “ne zaman büyüteceksin de yük taşıyacaksın” diye dalga geçti. Büyükler, “yuları uzun olsun” dediler babama. Evimize geldik, bahçeye bağladık ve önüne ot koyduk, kütür yemeye başladı yılardır buradaymış gibi. Tüm aile karşısına geçip seyre daldık. Hepimizin içi kıpır kıpırdı, her hareketini merakla izliyorduk. Nedendir bilmiyorum, katırın adını ‘Tarzan’ koydu babam. Ben de cesaret edip soramadım hiçbir zaman. Kendine özgü kokusu , ot yerken kütür kütür ses çıkarıp gözlerinin üstünün şişip çukurlaşması,arada sümkürmeye benzer hareketleri ile ineklerden ayrı özellikleri vardı. Bu haliyle ineklerden ayrı bir konuma yükseliyor, adeta kutsallaşıyor, onurlu bir kimliğe ulaşıyordu. Oturup dakikalarca seyre dalıyorum. Yularından tutup gezdirmek, bineceğim günleri düşünerek her an ayrı ayrı dalga boyutunda heyecanlar yaşıyorum. Sevincim ve heyecanım bu kadarla da sınırlı değildi; artık hem yükleri onunla taşıyacağım, hem binip gezeceğim, hem de başkalarına yük taşıyıp para kazanacağım. Bu sevimli sıpadan önce ‘Kop ‘ adında bir köpeğimiz olmuştu.Onu da enikken almıştık.Koyu kahve rengi, afacan bir köpek olmuştu.Başkalarının köpeklerinden korkmama karşın, Kop’la sarmaş dolaş koşmaktan oldukça hoşlanıyordum. Başkalarının bana söylediği, “korkma, ısırmaz” sözünü onlara söylemenin keyfini çıkarıyordum çoğunca Köpeklerin de kendilerine özgü kokuları vardır. Normal koşullarda tiksinmem gereken bu koku ile iç içe yaşamağa alışmıştım. Bir sabah bahçemizde ölüsüyle karşılaştık, birileri tarafından zehirlenmişti. Oturdum ağladım günlerce alışamadım yokluğuna. Daha sonra ne kedimiz ne de köpeğimiz olmadı. Babam, birkaç erkek danayı keserken de üzüntümden ağladığım olmuştu. Bizim köylerde erkek dana beslenmez, birkaç aylık olunca kesilir ve yenir. Damızlık boğa bir yada iki evde beslenirdi. Bu nedenle erkek danalar birkaç ay beslenir , büyümesine fırsat verilmeden kesilir. Büyükbaş hayvanlarla yaşıyorduk. Onlarla birçok anı vardır elbette sevgi ve üzüntü üzerine. İnekler tembel tembel gezinirler ve başınızın belasıdır. Düşersiniz ardına ve her gün otlatmaya götürürsünüz. Ya birinin tarlasına girer, ya da güvenek konar başını alıp kaçar. Çocuk duygularınıza bir şey vermez. Kaynayan kanınıza ters orantılıdır yaşamları. Köpekler ve katırlar öyle mi? Sizi, sizden daha çok eğlendirir. Kaşağıyı elime alıp sırtında gezindirmeye başladığımda yeni eğlencemi bulmuş, yeni dünyanın kapısından girmiş gibiydim. İkimiz birlikte çocukluktan gençliğe doğru adım adım yürüyecektik. Ben katırların dünyasını ve katırlarla hayatı paylaşmayı ondan, o da insanlarla yaşamayı benden öğrenecekti. Ahırda başlayan eğlenceli günümüz yollarda, bahçelerde birbirinden güzel anlarla devam ediyordu. Yemini yedikten sonra çeşme yalağına su içirmeye gidiyordum. Su içişini izlerken mutluluk ve heyecana kapılır, dalar giderdim. Kekik yemekten büyük zevk aldığını görmüştüm, kekiği bol yerlere götürüyor, hatta şelek şelek kekik kesiyordum orakla. Kekikler güneş gören, ağaç gölgesi ulaşamayan yerlerde büyür. Buraları kayalık yerlerdir ve düşme tehlikesi ile karşı karşıyasınızdır. Bu özveri demekti ve sıpa için sarf etmiş olmaktan hoşlanıyordum. Kekikleri ahırda olduğu zamanlar önüne koyuyordum. Ahır evimizin zemin katı idi. Üstü tahta ile döşenmişti ve ikinci katta bizi oturuyorduk. Yem yerken ağzından çıkan kütür kütür sesleri yatağımdan duyuluyordu. Yatakta yatmak, uykuya dalmak da başlı başına özel bir tada dönüşmüştü. Aradan geçen uzunca bir zamandan sonra yine geldik Orta Çay’a. Tarzan büyümüştü ve ayağı nallanacaktı. Kalın urganlarla bağlandı ayakları, tepinmemesi, tırnaklarını kesip nal vuranları engellenmemesi için önlemler alındı. Bıçak kesip, çekiç çivileri çakarken tepinemedi, inleyip durdu, ıkındı boşu boşuna. İşlemler bitince sıpalıktan katırlığa adım attığının bilincinde değildi ama, benim umutlarımın bir adımı daha atılmış oluyordu. Nallanma, katırlığa geçiş için önemli törenlerden biriydi. Küçücüktü ayağına çakılan nallar. Tırnakları kesilince çivilerin üzerinde yükselen küçücük ayakları tatlı bir görünüm almış, ilk ayakkabısını giyen çocukların ilk yürüyüşünün verdiği meraklı sevinci duymuştum. Diğer katırların ayakları kocamandı ve hantal duruyordu Tarzan’ın ayaklarının yanında. Sanıyorum o da acemilik çekiyordu, yere basışındaki tedirginlikten, adımlarını atışında-ki sekmelere bakınca, çıplak ayakla yere basarken birden bire çivilerin üzerinde yürümeyi yadırgamıştı. Gözleri irileşmiş, korku ifadeleri ile dolmuştu. Kuyruğunu daha sık hareket ettiriyor ve bacaklarının içine doğru çekiyordu. Tedirginliği ve korkusu her halinden anlaşılıyordu. Ayak sesleri değişmiş, başka nağmeler çıkarıyordu. Bazı köylülerimizin giydiği kabaralı iskarpinlerin çıkardığı sese benziyordu. İki kez daha gittik Orta Çay’a özel işlemler için. İkincisinde semer vurulacaktı sırtına. Hopladı zıpladı oynaşır gibi. Ard arda sıraladı çifteleri. Şaha da kalktı o arada. İlk ve son kez yaptı bu akrobasiyi. Çiftesini çokça görmüş, hatta birkaçında sırtından düşüp yerleri öptüğüm de olmuştu ama, şaha kalktığına tanık olamamıştım o ana kadar. Semere karşı gösterdiği tepki gözümü oldukça korkuttu. Bunca insanla yaptığımız işi yalnız kaldığımızda yapamayacağımız duygusuna kapıldım.. Mis gibi saman kokuyordu semeri; derisi tertemiz, kök boyalı rengarenk yün iplerden dokunmuş palanı ve yemliğinin parıltısı gözlerimi ve ruhumu kamaştırıyor bulutların üzerine salıyordu cılız bedenimi. Ben olsam böylesi yepyeni ve gıcır gıcır giysileri giyeceğim için günlerce uyuyamazdım, o, tepinip duruyor, çifteler savuruyordu durmadan.O direndikçe insanlar daha çok asılıyordu urganlarına. Direnişi boşa çıktı, semer sırtına vuruldu, kayış kuyruğundan geçirildi, palanı sıkıca çekildi ve çözülmemek üzere düğümlendi, ne yapsa atamazdı sırtından artık. Tarzan pek hoşlanmamıştı ama, şimdi katıra benzemişti ve semeri çok yakışmıştı. Başlığını da değiştirmiş, alnı aynalı rengarenk kök boyalı yün ipliklerinden örülü başlığını taktık. Seyrine doyulmaz, sıpalığı gerilerde bırakmış tam bir yakışıklı küçücük katır olmuştu artık. Tarzan erkekti; büyüdükçe erkeklik duyguları gelişip saldırganlaşacak ve zapt edilmesi zorlaşacakmış. Bu nedenle yumurtalıklarının alınması gerekiyormuş. Yine düştü yolumuz Orta Çay’a ve bu kez sımsıkı ve tor top, semerinde yükleri bağlamak için taşıdığı urganlarla bağlandı ayakları. Ustura, yumurtalıkları sıkacak kıskaç, kollarını sıvayan insanlar hazırlandı ve hepsi birden üzerine çullandı sıpanın. Bütün gücüyle tepiniyor, ayağa kalkma çabaları boşa çıkıyordu. Göz bebekleri kocaman olmuş, ağı bembeyaz belermişti. Burnundan salyalar, ağzından köpükler saçıyordu. Korku ve dehşet sarmıştı her yanını sıpanın. Acı iniltiler yorgun hırıltılar delip geçti yüreğimi. Yeşil çimenler kızıl kanlara boyandı. Göz göze geldik, imdat çığlığını olanca hüznüyle doldurmuştu masum bakışlarına. Burnumun sızısını göz yaşlarıma çeviremedim. Bir kez daha allak bullak ve bölük pörçük oldu duygularım. Dehşşet tüm şiddeti ile beni de sardı, nasıl tepki vereceğimi bilemeden, buğulu bakışlarım dondu kaldı sıpanın alev alev yanan gözlerinde. Vücudum kaskatı olmuş, ateş basmıştı her yanımı, yüreğimin atışı ile kulaklarımın uğultusu Orta Çay’a sığmıyordu. Nal çakılması ve semer vurulması tatlı heyecanlarla titretmişti bedenimi. Şimdi ise sıpanın çektiği acıların onlarca kat fazlasını duyuyordum etimde ve ruhumda. Beni doğrasalar bu kadar acı çekemezdim sanıyorum. Yine de öfke duyamıyordum ustura sallayana, üzerine çökenlere. Kutsal bir ayinde ibadet ediyorlarmış gibi değerlendiriyordum onları. Olağanüstü bir çabanın içindeydiler ve olanca gayret ve hünerlerini işlerine vermişlerdi. En az sıpa kadar yoruldukları her hallerinden belli oluyordu. Gündelik işlerinden birini yapıyor kadar sakindiler. Öyle ki, ağızlarındaki sigaranın külünü bile dökmeyi ihmal etmeyenleri vardı. Şapkasının kenarları yağ tutmuş olan adam diğerlerinden biraz yufka yürekli gibi görünüyordu. Yüzü acıyla geriliyor,gözleri üzüntüyle kısılıyordu. Sıpanın kaderinde onun belirleyici olacağında karar kılmıştım. Her şeye karşın hiçbirine kızamıyor, sadece ellerini çabuk tutmalarını, sıpayı en kısa sürede serbest bırakmalarını diliyordum..
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Murat Mehmet UĞURLU, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |