Fırtınalar insanın denizi sevmesine engel olamaz. -Maurois |
|
||||||||||
|
Kariyere sokulduğumda sabahın karanlığı idi ve gün dakikalar ilerledikçe aydınlanacağına, yaprak yaprak atıştıran karın altında iyiden iyiye kararıyor; hüznün, kaygının, doyulmamış uykunun üstüne kabus olup çöküyordu. Evden alındıktan sonra üç dört dakika yürümüş olmam ısınmama yaramıştı. Kar yağışı düşürüyordu Şubat soğuğunun şiddetini. Askerlerin arasına, adeta buzla kaplanmış olan tahta koltuklara oturdum. Ne benimle, ne de kendi aralarında konuşmuyorlar, ayin havasında sürdürüyorlardı görevlerini. Belli ki çok önemsiyorlardı yaptıkları işi. En az benim kadar yorgun ve bıkkın olmalarına karşın, beni ve diğer araçlardaki vatandaşları toplayabilmiş olmanın kıvancıyla kaplarına sığamadıklarından emindim. Mutlaka çok uzaklardan geliyorlardı; genç yaşlarında, günün bu saatinde tam teçhizat gecekondu mahallelerinden birinin çamurlu sokaklarında kovalamaca oyna-maktansa, derin, dipsiz uykulara dalıp yataklarının sıcaklığında tostoparlak yatarken şeytan aldatmalarının hazzını yaşıyor olmayı isterlerdi. Şimdi yorgun avcıları oynuyorlar ve avlarını yakalamanın tadını çıkarmakla avunuyor olmalıydılar. Yaşamın bizim gibi adamlar nedeniyle çekilmez hale geldiğini düşünüp tekme tokat girişemediğine hayıflanalar da vardır mutlaka. Ben de aralarında olmaktan mutluluk duymuyor, onları üzerimize salan insanlar olmasa yaşam daha bir güzel olurdu diye düşünüyorum. Yönünü, adresini, nelerle karşılaşacağımı bilmediğim, istemim dışı bir geziye çıkarılmıştım. Hiç bir şey sorulmadan, hiçbir gerekçe gösterilmeden, adım bile kaydedilmeden acele giyinip katıldım aralarına. Hiç bir şey bilmemenin, tahmin edememenin verdiği aymazlık içinde, küçücük korku ve merak kırıntıları da olmasa rüyada sanacağım kendimi. Gerçi soğuk ve insan yüzleri gerçekliği vurguluyor ama, bu kadar duygusuz ve bomboş hissetmemiştim kendimi. Az sonra yalnız olmadığımı fark ettim. Onlarca araçlık bir konvoyun arasında olduğumu motor homurtularının değişik uzaklıklardan geldiğini anlayarak öğreniyorum. Değişik seslerden kurulu bu korodan meçhule doğru açılan kapıdan başkalarıyla birlikte gireceğim anlamını çıkarıyorum. Bir süre düz gidip yokuşa tırmandığımızı söyledi homurtular. Büyük araçlar vardı konvoyda, zorlandıkları haykıran seslerinden Hacıosman Bayırı’na vurduğumuz geriye doğru kaymamdan anlaşılıyordu. Yokuş çıkılıp tekrar düze gelinmişti. Demek ki Fatih Ormanı’nı geçiyorduk. Buradan sonrasını zamanın boyutuna göre değerlendiriyor, evden uzaklığımı kestirebiliyordum ama, nerede olduğumu tahmin edemiyordum artık. Homurtuların yankı yapmasından yüksek apartmanların arasında yol almakta olduğumuzu düşündüm. Araçlar durdu, yankılar kulakları rahatsız edici doza ulaştı. Birkaç metre daha gidince içinde olduğum araç motorlarını da stop etti. İndirildim araçtan. Dakikalar hiç ilerlememiş, zaman geriye işlemişti sanki. Karanlık daha da koyulaşmış, soğuğun şiddeti artmıştı. Meğer, Mecidiyeköy viyadükleri ile stadın arasına inmişiz. Her halde sabah sporu yapmayacaktık. O yıllar jogging yeni moda olmuştu ama evlere servis yoktu, olsa da böylesi makbul olamazdı. Soğuktan büzüşmüş, boynumu omuzlarımın arasına gömmüş, uçacakmışım gibi titriyordum soğuğun etkisinden. Önümdeki kalabalık stadın açık kapısından giriyordu. Herkes tostoparlak olmuş dondurucu soğuk altında, uzaylı filminde garip vücut yapılarıyla yürüyen yaratıklara benziyorlardı. Yürüdük, girdik demir parmaklıklı kapıdan birer birer ve itişip kakışmadan, izdihama yol açmadan, birbirimize saygılı. Loş ışıkların altında düşmeden, bir yere çarpmadan ayakta durabilmek için ürkek kuşlar gibi çırpınıyorduk. Kırık, dökük, badanaları rutubetten kabarmış, fayansları kırılmış, yer yer sökülmüş. Yerlerde ağaç, taş, beton kırıntıları, kumaş parçaları, bok öbekleri ve sidik birikintileri ışık fakiri aydınlığın altında görülecek kadar belirgindi. Pis kokular burun direklerini kıracak kadar keskin, görüntüler mideleri kaldıracak iğrençlikteydi. İlerde üst kapağından taşan uzun odunların alevlerinin aydınlattığı ilkel bir soba pisliğin üstünü örtercesine dumanlar saçıyordu. Beton direklerin yanında gözleri kurbanlık koyun gibi bağlanmış yorgun, üşümüş, mutsuz insanlar nerede ve ne için getirildiklerini çözemedikleri bu yerde ölüm sessizliğinde, kaderlerine razı olmuş bekleşiyorlardı. Son derece sağlıksızdı ve görevliler de burada olmaktan memnun görünmüyorlardı. Görevlerini layıkıyla yapabilmek için en uygun yerlerden biri olmalıydı stadın kalın duvarlarının gizlediği koridorlar. Kapı kapı dolaşarak topladıkları onlarca insanı ahırlara doldurur gibi tıkacak başka mekan bulamamışlardı demek ki. Amigoların tribünlerinde coşturduğu on binlerin sevinç ve öfke nöbetleriyle inlettiği koridorlar, şimdi ilkel insanların sığındığı mağaraları andırıyordu. Taraftarlarının coşkulu tezahüratlarından aldıkları enerjiyle motive olan futbolcular hırslarını buralarda mı taktiğe döküyorlardı? Bu muhteşem stadın son halinden habersiz nerelerde fink atıyorlardı kim bilir? Bilseler de umursarlar mıydı acaba? Nice maçlar izleyip, nice yıldızların hırslarına eşlik etmiştim. Kaç sağanak yağmura aldırmadan, boğazım yırtılırcasına bağırırken, bakışlarım nasılda çakılıp kalırdı çıkış tünelinin ucuna. Futbolcuların yerden mantar biter gibi teker teker sahaya çıkışlarında heyecanım, maçlardaki pozisyonların verdiğinden kat kat fazla olurdu. Önce kafaları, sonra formalarının içindeki tafralı bedenleri görünür ve mağrur, kıvrak hareketleriyle sahanın dört yanına yayılıp ısınma turları atarlar. Yıldız olanlarsa, kendilerini alkışlayan seyircilere şahsi selamlarını verirlerdi. Velhasıl soyunma odaları düşüncesi heyecanımın temel tetikleyicisiydi. Santrada yan yana dizilip taraftarlar selamlanınca kendime gelir, gerçeğe dönerdim. Maç nasıl olursa olsundu, sonuç şu ya da bu şekilde yazılacaktı ve gözlerimin önündeydi. Sahanın altında neler oluyordu, nasıl bir yerdi orası. Atılan her çalımın, gösterilen estetik ve sert şutların gizi göremediğim bu mekanda kotarılıyordu ve ben orayı tarif edemediğim kadar çok merak ediyordum. Ayrıca da oraya asla inemeyeceğimin farkındaydım. Ömrümün hiç bir döneminde giremeyeceğim yasaklı bir yerdi orası. Maç biter ve tekrar yerin altına inerdi futbolcular. Hayranlıkla seyrettiğimiz, kendi sitilimizi en ünlüsüne benzettiğimiz bu insanların kaybolduğu bu mekan, öteki maça kadar gizleriyle baş başa kalırdı. Neler oluyordu orada, dinmek bilmeyen merakımı nasıl giderebilirdim? Maç biter, stad boşalırdı ama, aklımı toprağın altına gömülmüş soyunma odalarından alamazdım. Beklenmedik bir anda kendimi bu soyunma odalarında, loş bir aydınlık ve rutubetle beslenmiş dayanılmaz kokular içinde yürüyor bulmuştum. Maç öncesi taktikler burada verilir, maç sonrası yenginin sevinci ve yenilginin hüznü burada yaşanırdı. Şampuan kokularıyla yıkanırdı ter kokuları. Taraftarların yarattığı ilginç küfür ve sevgi tezahüratlarına boğulurdu bu koridorlar. Nasılda tertemiz yıkanır, donanır hazırlanırdı maçlara. Kim tahmin ederdi ki, bir gün gelecek bu güzide stat, mezbeleliğe ve harabeye çevrilecek ve insanlığın en iğrenç emellerine hizmet edecek. Gözü bağlı birçok insan, bok, amonyak ve rutubet kokusundan, Şubat’ın dondurucu soğuğundan perişan düşmüş loş ışıkların altında utanç abideleri gibi dikiliyor, meçhule açılan yolculuklarını bekliyorlardı. Zoraki getirildikleri bu berbat yerin üstüne kaç tanesi taraftar olarak gelmiş, tezahürat şarkılarıyla coşmuş seyircilerdi. Göz bağlarının altından stadın soyunma odalarında çile doldurduklarını görüyorlar mıydı? Burunlarına dolan iğrenç kokuların en büyük statlarımızdan birinin soyunma odalarından geldiğini biliyorlar mıydı? Bilseler ellerinden ne gelirdi ki, onlara gelinceye kadar bir şeyler yapması gerekenler razı olmuşken. Coşkulu heyecanların yerini başka türlü heyecanlar almış, koridorlarda atılan kısa mesafeli ısınma turlarını yansıtan krampon takırtılarının yerini başka sesler almıştı. Sert ve insafsızca “anlat...anlat.. anlat bakalım.. konuş..” diye bağıran bir ses beton direklerin arasından dolanarak kulaklarıma kadar geliyordu. Bu öfke, kin ve nefret dolu sesin anlamsız sorularına, feryat mertebesine bile ulaşamayan, kedi yavrularının yalvaran cıyaklamalarına nazire yaparcasına yürekleri parçalayan körpe insan sesleri “oooyyy... ooooooyyyy... ooooyyyyy” sözcüklerinden kurulu yanıtlar veriyorlardı. Bu rezilliğin içinde sözüm ona bir takım bilgiler almak adına genç bedenler örseleniyor, insanlık onurları ayaklar altına alınıyordu. Masörlerin tekniği, antrenörlerin taktiği değişmiş, adaleleri yumuşatmaya yönelik masajların yerini acı ve ilkellik kusan, kaba kuvvet almıştı. Taraflar eşit koşullarda mücadele etmekten uzaktı. Adı konulmamış, sonucu başından belli çirkin bir oyun eli kolu bağlanmışlarla, hiçbir kurala uymak zorunda olmayanlar arasında hakemsiz, seyircisiz ve gözlerden uzak oynanıyordu. Yüzlerini ve eylemlerini açıktan açığa yapmanın utancı içinde iş yapanların gönlü razı olabilirdi stadın bu hale gelmesine. Pisliklerin gizlenebilmesi için güzelim stat çöplüğe çevrilmişti. Stat çaresiz, insanlar çaresiz. Şöhret arenası olarak kullandıkları bu stada sahip çıkmayanlar tarih önündeki hesaplarını nasıl vereceklerdi, bu insanlık suçundan nasıl aklanacaklardı.Hiç düşünmüyorlardı demek ki. Üzülerek tanıklık ediyordum, tarihin utanç satırlarıyla dolan sayfalarının yazılışına. Elbette yıllar boyu görmek isteğiyle kavrulduğum soyunma odalarında bu koşullarda bulunmak istemezdim. Bu kadar terkedilmiş, aşağılanmış duruma düşürüleceğini de düşünemezdim ve birisi bu halini tarif etse, gördüğüm kadarını hayal edemezdim. Ülkenin yüz akı bir stadın adının en ağır insanlık suçuyla anılmasına fırsat verileceğini olasılıklar listesinin en sonuna bile yazamazdım. İnsanların olduğu kadar, binaların da onurlarının olduğunu, binaların taş, toprak yığını olmanın ötesinde çok özel anlamlar da taşıdığını fark ediyordum. İnsanlara yapılan kötü muameleyi okumuş, dinlemiş ve bir çok kez yakından görmüştüm. Şimdi, onurlu, görkemli ve milyonlarca insanın göz bebeği bir yapının, milyonlara rağmen ne derecede kirletildiğini ve kangrenleşmiş bir sistemin kendisini aklama mücadelesinin nerelere ulaştığına tanıklık ediyordum. Bu kendine dönüp bakmaktan aciz sistem, varlığını sürdürmek uğruna sadece bozuyor, yok ediyor ve iflah olmaz paranoyasının anaforunda kendi yarattığı değerlere de acımasızca saldırıyordu. Elbette beni buraya getirenler içimdeki özlemi bilmiyorlardı. Günün hangi saatinde, mevsimin hangi ayında, pisliğin kaç çeşidinde, iğrençliğin hangi derecesinde olursa olsun; hayallerimin bittiği yerde duran stadın soyunma odalarına girmiştim. Buradan ne zaman ve hangi koşullarda ayrılacağım belli değildi. Stat gibi harabeye dönmek veya tek parça çıkmak... günün ilerleyen saatleri bir çok olasılığa gebeydi.. Her şeye rağmen üst üste birikmiş merakımın verdiği coşku içimde çırpınıp duruyordu. Endişe ve korkunun içine sinmiş bu ürkek merak cesaretimi besleyen küçücük bir kor parçası gibi içimi ısıtıyor, duvarların kirini, sorgucuların öfkesini yumuşatıyordu. Loş karanlığına, pis kokularına rağmen soyunma odalarının gizine kapılmıştım. Normal koşullarda asla giremeyeceğim bu viranenin havasını solumakla teselli bulduğumu hissediyordum. Murat Mehmet UĞURLU .
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Murat M. UĞURLU, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |