..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Ben bir öğretmen değil, bir uyandırıcıyım. -Robert Frost
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Deneme > Sevgi ve Aşk > Seval Deniz Karahaliloğlu




2 Mart 2004
Aşkın Üreme Mevsimi  
Seval Deniz Karahaliloğlu
Aşk, benim çocukluğumun yazlık sinemalarında seyredilen Yeşilçam filmlerinin unutulmaz jönleriydi. / Herkesten gizli kurduğumuz rüyalarımızın ‘esas oğlanlarıydı’. / Yeşilçam filmlerinin nostaljisi ve film yıldızlarının romantizmi bir yana


:CIJC:
Aşkın Üreme Mevsimi

Seval Deniz Karahaliloğlu

Aşk, benim çocukluğumun yazlık sinemalarında seyredilen Yeşilçam filmlerinin unutulmaz jönleriydi.
Herkesten gizli kurduğumuz rüyalarımızın ‘esas oğlanlarıydı’.
Yeşilçam filmlerinin nostaljisi ve film yıldızlarının romantizmi bir yana, bu şiirsel söylemi, biraz da lirik doğasından bağımsız düşünelim.
Hadi bir maceraya atılalım.
Onu, kavramların kuru ve soyut dünyasına indirgeyelim.
Hatta kısaca, asırlardan beri süre gelen toplumsal ve sosyal dayatmalar zincirinin davranışlara dönüşümü olarak tanımlayalım.
Yani, sokak diliyle basitçe ifade edecek olursak, ‘aşk’ hap gibi bir şeydir.
Bir bardak su vasıtası ile içilir, siz içmek istemeseniz de size zorla içirilir.
O nedenle, direnmenin bir manası yok. Çaresiz içecekseniz. Yani öğreneceksiniz.
Nam-ı diğer bu ‘hap bilgi’, sadece öğrenilmez aynı zamanda ‘öğretilir’.
Daha doğrusu, küçük yaşlardan itibaren bize, o savunmasız, saf beyinlerimize zorla sokulan ve adına ‘masal’ denilen kodlamalar bileşkesi ile tıkıştırılır.
Her gece milyonlarca ebeveyn, sanki matah bir şey yapıyorlarmışçasına, 5 yaşındaki çocuklarına tüm zamanların en tehlikeli ve muzır yayınını okurlar.
Hem de takındıkları en ‘melek’ tavırla.
Bir dostumun deyimiyle, tüm zamanların en erotik öyküsünü.
Yani, ‘Pamuk Prenses ve Yedi Cücelerin’ ibret-i alem hikayesini...
Hadi öyküyü birlikte hatırlayalım.
Neydi ana tema?
Üvey annesinden kaçan iyi kalpli bir prenses, onu kurtaran yedi cüceler ve hikayenin ‘esas oğlanı’ beyaz atlı prens.
Hikayenin başlangıç, gelişme ve sonuç bölümleri ile sizi sıkmayacağım.
Çünkü, büyük ihtimal beş yaşından beri size o kadar çok okundu ki bir kez daha okursanız bunalıma girebilirsiniz.
Daha kötüsü, büyük ihtimal şimdi de siz o meşum ‘masalı’ çocuklarınıza okumaktasınız.
Sonuç olarak, kocaman bir koro halinde hikayeyi kelimesi kelimesine ezbere burada tekrarlayabiliriz.
Hikayenin tek ilginç ve can alıcı noktasını, yani bütün kadın ve erkeklerin hayatını mahveden bölümü bir kez daha hatırlayalım.
Pamuk Prenses baygın bir halde cam tabutun içinde yatıyordur . Ve tam da prensimiz o can alıcı anda, beyaz atı ile dıkıdık dıkdıdık gelir.
Tüm zamanların en arzulanan prensi tavrıyla, (bu arada, Rudolf Valentino hikayesinin nereden çıktığını bir kez daha sorgulamanız için size mükemmel bir fırsat) Prensesin anlına kondurduğu (saflığı da bakın hele sevsinler) o ‘büyülü’ öpücükle, Pamuk Prensesi ‘hayata’ tekrar geri döndürür.
Nokta.

Çocukluktan yetişkinliğe geçişte, kadınlar ve erkekler kendilerine empoze edilen bu ‘fikre’, yani ‘aşık olma fikrine’ öylesine aşık olurlar ki, bu ‘aşk’ hastalıklı bir biçimde hayat boyu yakalarını bırakmaz.
Bu arada ‘şartlandırılma’ ve ‘eğilim’ meselesinin de üzerinde durmakta fayda var. Çocukluktan ergenliğe geçiş evresinde, görsel ve işitsel imgelemler tarafından adeta bombardımana tutulan birey, aşık olma fikrine kontrolü dışında ‘şartlandırılır’.
Beyaz perdeye yansıyan filmlerden, okunan edebi eserlere kadar zengin bir materyal yığınıyla her an burun buruna gelir.
Üstelik okul ve arkadaş çevresinde herkesin bir sevgilisinin olduğu gerçeği, kişi için ‘işi’ romantik olmaktan çıkarır, üyesi olduğu topluluktaki saygınlığını koruma yolunda vermesi gereken bir ‘sınava’, tabiri caizse bir ‘savaşa’ yada düpedüz ‘kabusa’ dönüşür.
İş, artık sevimli romantizminden tümüyle sıyrılıp, acıtan bir ‘zorunluluğa’ dönüşmüştür. Bakınız ergenlik dönemindeki, bir ergene sorulabilecek olan ‘daha senin sevilin yok mu?’ türünden, tüm zamanların en ‘aşağılayıcı’ sorusuna.

Modern zamanlarda, evimizin baş köşesine kurulan, aptal kutusundan izlenen filmler, kalitesi tartışma götürür dizi filmlerin ana teması daima aynı ‘leziz’ konudur, aşk.
Ayrıca, ihanet, kıskançlık, aşk üçgeni gibi ekstra ‘soslarla’ bezenen ve desteklenen ana temanın ‘lezzetine’ lezzet katılarak, aşk daha çekici hale getirilir..
Böylelikle, işitsel ve görsel olarak sürekli bir saldırıya maruz bırakılan ve aynı zamanda sosyal ilişkiler yumağı tarafından da kuşatılan birey, yetişkinlik döneminde aşk fikrine tamamen ‘uyum’ sağlamış, bir anlamda aşık olma fikrine ‘şartlandırılmış’, en azından ‘eğilim’ gösteren bir pozisyona itilir.
Kendi hikayesini yazmak, hadi konunun özüne uygun olarak daha romantik bir dille ifade edelim, kendi ‘aşk öyküsünü’ oluşturmak zorunda kalan birey, kendini öykünün baş ‘öznesi’ pozisyonuna oturtur.
Artık o, Pamuk Prenses yada Prens’tir. Daha ötesi, oynadığı veya ‘özdeşleştiği’ karakteri oynamanın ‘hazzını’ tatma sırası, artık ona gelmiştir.
İşte bu nedenle bütün kadınlar, taaa beş yaşından itibaren, bilinç altlarına kazılmış olan bu öğretiyle, hayatları boyunca asla gelmeyecek olan ‘beyaz atlı’ prensi bekleyerek kendilerini avuturlar.
Gelmeyeceğini anlayınca da zaten artık ‘iş işten geçmiş’ demektir.
Bakınız, evde kalmış fal meraklısı hanım kızlarımız.
Yada hayalinde yaşattığı beyaz atlı prens tipine uygun bir prototip bulduklarını düşündüklerinde, ‘Ah, işte en nihayet buldum, Evreka, Evreka diye bağırarak’, adamı ‘legal’ yollardan, ilk önce nikah masasına, sonra da yatağa atarlar.
Sonuç, genellikle kocaman bir ‘hüsran’ ve hayat boyu mutsuzluk olur.
Adına da nazik bir dille, ‘aradığı adamı bulamamak’, ‘yanlış seçim’ veya ‘ayrı dünyaların insanı olmak’ denir.
Yeşilçam filmlerinin unutulmaz repliği olan ‘Biz ayrı dünyaların insanıyız Müjgan’ cümlesinin neden bu kadar popüler olduğunu da böylelikle anlamış bulunuyoruz.

Bir de durumu, hayal meyal fark eden fakat yaşadıkları dar çevrenin sosyal kurallarını kıramayan ‘az gelişmiş mahallelerin, çok gelişmiş hatunları’ vardır ki, en zor durumda olan grup da onlardır. İnatla, bekledikleri beyaz atlı Valentino nedeniyle, kimseleri beğenmezler ve bunların da akıbetleri maalesef aynıdır.
Üstelik modern zamanların ‘Pamuk Prenses’ masalı daha ağdalı bir dille artık ‘beyaz cama da’ taşındığı için kaçış yoktur.
Her ‘aptal kutusunu’ açışta, hemen her kanalda düzinelerce gösterilen adına ‘soap opera’ denilen ve Türkçe’ye ‘sabun köpüğü’ olarak da çevirebileceğimiz, beyaz dizilerle hepten ‘aptallaştırılırlar’.
Bu arada, her gün bir yenisi çevrilerek, zaten var olan düzinelerce yerli melodrama sürekli olarak eklenen dizileri de dikkate olacak olursanız, işin vardığı ‘trajik boyutu’ daha iyi anlayabilirsiniz. Düzinelerce pamuk prenses ve beyaz atlı enflasyonunun yaşandığı bu sanal dünyaya ait dizileri, gerçek hayat zanneden hanımlarımız için maalesef artık yapılabilecek bir şey kalmamıştır.
Sosyal statüsü, diğerlerine nazaran iyi olan ve mürekkep yalamış olanların da hali pek iç açıcı değil. Biraz ileriki yaşlarda duydukları ve nedenini bir türlü keşfedemedikleri ‘tatminsizliği’, sürekli depresyonlara girerek ifade eden bu hanımlarımız için tek çıkar yol ise sürekli olarak psikiyatristlere taşınmaktır.
Bu arada parantez içinde, Pamuk Prenses masalı yazarı ile psikiyatristlerin arasında öyle pek de ‘hoş olmayan’ bir ticari anlaşma olduğunu düşünebiliriz ama bu da maalesef bir varsayım olmaktan öteye gidemiyor.

Gelelim erkeklerin cephesine.
Bence onların durumu daha berbat.
‘Beyaz Atlı Prens’ olmanın ne kadar büyük bir sorumluluk olduğunu düşünebiliyor musunuz? Her önüne gelen kızı, ‘Pamuk Prenses’ sanarak ‘kurtarmaya’ kalkmanın faturasının ne kadar ağır olabileceği hiç aklınıza geldi mi?
İnsan, büyük ihtimal, kendisini uluslar arası Kızıl Haç teşkilatı gibi hissediyor olmalı.
Yardıma koş, hayat kurtar, kızları öp.
Bu arada, kendi hayatın ‘kayabilir’ ama artık olacak o kadar.
Aynı şey erkekler için de geçerli. Pamuk Prenses prototipine benzeyen birilerini bulunca tamam ‘hayatımın aşkını’ buldum zannederek, hayatların ‘hatasını’ yaparlar.
Lütfen, kendi evliliğinizi anımsayınız.
Daha sonra başlarını duvarlara çok vururlar ama artık iş işten geçmiştir.

Kendimizi sınırlamayalım.
Olayı büyük ölçekte dünya bazında düşünelim.
Dünyada 300 ila 350 devlet var. Her bir ülkede var olan çeşitli etnik gurupları da ele alırsak. Ortaya 4000 kadar ayrı etnik kültür, buna bağlı olarak, bir o kadar gelenek, görenek ve sosyal toplumsal davranış kodları ortaya çıkar.
Her topluluk kendi ‘kültür elbisesini’ bireylere giydirerek, bu masaldaki doneleri kendi kültürünün masal söylemi içinde gelecek nesillere aktarır.
Hem de genlerine işlenen bir miras şeklinde, nesilden nesile aktararak ‘sürekliliği’ sağlar.
Buna dürüstçe ‘hayatın devamlılığını sağlamak’ yerine kısaca ‘aşk’ denir.
Kabul edin, ‘üremek’ kelimesinin soğukluğu mu daha iyi, yoksa ahlaksal olarak toplum tarafından ‘kabul görmüş’ olan ve aynı ölçülerde onaylanan naif ‘aşk’ tanımı mı kulağa daha hoş geliyor.
Tabii ki ikincisi.
Dünyadaki her kültürde mutlaka ‘aşk’ hikayeleri vardır.
Hayatın devamlılığı esasına dayanan bu eylemi, en iyi allayıp pullamanın yolu ise masallardan geçiyor.
Yani yazının en başına dönüyoruz.
Çok küçük yaşlardan itibaren masallar yoluyla kadın ve erkeğe toplum tarafından biçilen klasik ‘role’.
Ve bu ‘rolün’ parlak kağıtlarla ambalajlanmış haline yani ‘aşka’.
Özetleyecek olursak, Aşk, ‘aşık olma fikrine ‘aşık’ olmaktır’. Ve bireyleri ‘özendirme’ yoluyla var olan, toplumlardaki sosyal davranış kodlarının bir bileşkesidir.
Bunun ekonomiye tahvil edilmiş haline de ‘sevgililer günü’ denir.
Yılbaşı hediyeleri gibi parlak kurdeleler ile paketlenmiş ekonomik dayatmaların cilalı yüzü bugün bize ‘sevgililer günü’ olarak kakalanmaktadır.
Özet olarak bu durumda Aşk, kimi zaman gece uykuya dalmadan öce bize okunan Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masalıdır yada beyaz cama yansıyan ‘Casablanca’ filmi.
Alanın da satanın da razı olduğu bir dünyada, bu naif dayatmalar zincirine neden ‘aşk’ demeyelim ki?

.Eleştiriler & Yorumlar

:: Çok faydalandım
Gönderen: Ömer Faruk Hüsmüllü / , Türkiye
6 Mart 2010
Öncelikle paylaşım için teşekkürler."Aşk tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır" dediğimde çocuklarım bana gülüyorlar.Aslında bu ifadeye "bulaşıcı bir hastalık" ibaresini de eklemem gerekirdi.Bir de mahkeme kayıtlarına geçen ve günlük yaşamda da hemen hemen tüm boşanmaların nedeni olarak anlatılan "şiddetli geçimsizlik"i bir türlü çözebilmiş değilim.Duyduğumda güleyim mi,gülersem ayıp mı olur,sorularını sormadan edemiyorum.Bu sitede henüz birbuçuk aylığım.Arkadaşları çok iyi tanıdığımı söyleyemem o nedenle.Çok sayıda eserinizin olduğunu gördüm.İnşallah fırsat buldukça yavaş yavaş okuyacağım.Saygılarımla.




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın deneme ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
"Tiyatronun Sesi Radyosu" Canlı Yayında Sevgili Dinleyiciler…
Tiyatro, Gabriel Garcia Marquez, Üç Silahşörler Balesi ve Annem
Tarla Cadısı, Anneanne ve Neveser Hanım
Çocukluğunu Cebinde Taşıyan Adam : 60. Sanat Yılında Prof. Dr. Özdemir Nutku
"Farz Edelim ki Ben Schubert"im"
Astor Piazzolla Dinlenecek, Tango Öğrenilecek ve Sonra da Öl
Saksafoncu Sevgilim
Piyano Taburesindeki Kurt : Emre Elivar
Özgeçmiş...
Küçük İşler Büyük Düşler

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
İbneler ve Çocuk Cesetleri [Şiir]
Komşu Çocuğu [Şiir]
Bir Bardak Soğuk Suyun Hatırına… [Şiir]
İhtiyaçtan [Şiir]
Deli mi Ne? [Şiir]
Sakız Reçeli Seven Yare Mektuplar [Şiir]
Bir Nefes Alıp Verme Uzunluğunda… [Şiir]
Lord'umun Suskunluğunun Sebeb-i Hikmeti... [Şiir]
Pimpirikli Hanımın, Pimpiriklenmesinin Nedeni… [Şiir]
Yere Göğe Sığamıyorum… [Şiir]


Seval Deniz Karahaliloğlu kimdir?

Bazı insanlar için yazmak, yemek yemek, su içmek kadar doğal bir ihtiyaçtır. Yani benimki ihtiyaçtan. Bir vakit, hayatımla, ne yapmak istiyorum diye sordum kendime? Cevap : Yazmak. İşte bu kadar basit.

Etkilendiği Yazarlar:
Etkilenmek ne derecede doğru bilemem ama beyinsel olarak beslendiğim isimler, Roland Barthes, Jorge Luis Borges, Braudel, Anais Nin, Oscar Wilde, Bernard Shaw, Umberto Eco, Atilla İlhan, İlber Ortaylı, Ünsal Oskay, Murathan Mungan,..


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.