Dünyanın her tarafından öğretmenler insan topluluğunun en fedakâr ve muhterem unsurlarıdır. -Atatürk |
|
||||||||||
|
Sol partinin yönetildiği bu kadim şehrin halkına verebileceği en büyük vaat ancak kül renkli öğle vakti çer çöp ve pislikten başka bir şey olamazdı zaten. Motosikletin gidonunu şehrin en kalabalık caddelerine çeviriyorum. Esasen yok olmak istiyorum ama bu sefer de ter kokusu, erimiş asfalt, hıncahınç dolu otobüsler, susuz çiçek ve böcekleri görüyorum. Herkesin yüzünde yalnızca şu ana devam edebilmek kaygısı var sanki… Şu an ise uzak ile yakın arasında bir vehim. Devasa bir buğunun ardına gizlenmiş şehrin kristal aynaları gibi, kim bilir… Belki! Şehir ve hız! Birbirine ruh ve ten gibi bağlı. Yavaşlığın keşfi bu şehirde belki de yüzyıllar alacak sanırım. Yani bir ağaç gibi durmak, gökyüzüne, çatı ve pencerelere, toprağa odaklanmak gerçekten mümkün değil.. Baktığım her şey seyyal bir görüntüden ibaret. Acele ettikçe daha da hızlanıyor zaman.. Kendini İlahi ritme teslim etmiş kimseyi de göremiyor, bulamıyorum… Zaman! Ah o zaman!! Bütün cüretkârlığıyla çözülüp gidiyor ellerimden… Hiçbir şeye yetişemiyorum ve kahroluyorum… Yol boyunca etrafımda hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan insan türlerini görüyorum. Her tür var ; Türk, Kürt, Laz, Acem, Arap, Çerkez, Afgan, Çeçen.. ilaahir… Hepsi zamanı tenlerinde dondurarak ölümü alt edebileceklerine inanıyorlar sanki. Çok sevdiği kedisinin ölümünü kabullenemeyerek, cesedini samanla dolduruyor ve süs diye divanlarına yerleştirebiliyorlar örneğin bazı türler. Ya da sevilen nesnenin kalplerde bir ömür boyu yaşayabilmesindeki mucize onları tatmin etmiyor. Gömmeye kıyamadıkları taş kedilerle avunuyorlar. Dünyaya kendini anti aging haplarıyla, botoks ve estetik operasyonları ve bakım setleriyle çapalayan birtakım “dünya yaltakçıları”nı görüyorum etrafımda! Bunlar da yaşam mücadelesini yaşlanmaya karşı veren türler. Bu dünyayı kendilerinin icat ettiğine inandıkları için dünyada olmak kendi ellerindedir filan sanıyorlar. Artık tabutun hiç gerekmediği bir gelecek inşa edeceklerinden emin gibiler; yaptırdıkları o kalın ve dolgun dudak, minik ve sivri burunlarıyla! Oysa insanın kendi sanrılarına tapınması bir batıl inanç. İster inanın, ister inanmayın. Bu böyledir! Böyle olsa bile onlar en gerçekçi tür olmakla da övünüyorlar. Çok yazık, çok acınası… Nihayet, tekerlerim beni ışıkta parıldayan bir kubbenin altına ulaştırdı. Şehrin şakaklarında, Süleymaniye Camii’nin o geniş avlusundayım. Sütunlardan, kapılardan, sessiz karaltılardan geçiyorum. Egzoz kokuları, araç gürültüleri, bağırış çağırış dışarıda kalırken, avlunun gerisinden davudi bir ses duyuluyor.. Çevremde olup biteni unutturan ve beni kendi içime bakmaya zorlayan bir ses; “sahip olduğunuz her şey size emanettir”, “Mülkün gerçek sahibi Allah’tır” diyor! Daha duyarlı bir kımıldanış yaparak kaskı kafamdan tek hamlede çıkartıyorum. Tekrar dirilip boynumu yeniden doğrultmaya çalışıyorum. Canım gibi, ruhum da emanet bana! Bu iki emanete çok kez ihanet etmeye yeltendim. Düşündüm demiyorum. Yeltendim diyorum. Peki niye? Canım ve tenim olmuş biri için elbet. Şimdi öyle değil miyim? Gene öyleyim. Aslında anlayanlar için bu yazı bile içimdeki aşkın, muhabbetin bitmediğini gösterir bakmasını bilene ama köre ne! İnsan okuduğunu, okudukları arasında kendisine ithaf edilen sözleri anlamayacak kadar aciz mi acaba? Ve dünyam ve zamanım da bana emanet. Zaman, bize emanet edilmiş nimetlerden en tuhafı. Zira onu da biz yapmadık. Ve ölümü de biz yaratmadık ama ölümsüzlük iksirinin peşinde koşanlar; su, hava, toprak, ateş onların emrinde olsun istiyorlar ne hikmetse. Hep bu dünyayı kutsuyor ve ebediyetin merkezi rolünü veriyorlar ona. Oysa gaybı inkâr ederken bile aslında yalnızca itaat ediyorlar insan yazgısına. Üstelik de adını bile bilemeden, koyamadan yapıyorlar bunu. Üzerine bastığım taş birazdan tenimle birlikte ruhumu isteyecek benden. Emekle sınanmayan inançları, ameli olmayan niyetleri kuşkusuz dışarıda bırakacağım bugün. Benim gereksindiğim bu taş, bu kemerli avlu. Kulağımda dualarla yüzümü tevhid abidesine çevireceğim. Bugün günlerden Cuma! İçeride boş yer bulmak çok zor. Aynı niyetteki insanlar alınlarını yere koyacaklar vakti geldiğinde. Cennetle cehennemin bizi burada beklemediğini bilerek kişisel miraçlarına yükselecekler. Ancak herkes ayrı ayrı uçacak bu kesin… Yani o cenneti kazanmak için değil, O’nun sevgisini kazanmak, O’nu daha çok sevmek için secdeye varacaklar yeniden. Ölümü son nokta olarak görüp iyice dünyanın kenarına süpürülenler ise ona yalnızca bir şiddet, kaçınılacak bir son gibi bakıyorlar. Ben öyle bakmıyorum, öyle bakamıyorum. Kendi ölümünden korkanların başkalarının ölüsü üzerinden kâr ettiği, reyting yaptığı bir dünyada ölmek, en çok, estetik bir kötülük olarak sanal âlemlere yakışıyor. Ötesi de laf-ı güzaf zaten. Cuma namazını dışarda bir gölgelikte kılıyorum. Ve ölümü şiddet olmadan, füze, bomba, kalaşnikof olmadan tasavvur etmeye çalışıyorum. Yaşamdan çok daha takvimsiz bir seyri var sanki ölümün. Son nefese dek devam etme zorunluluğu, ölüm ile dirim arasında dar bir yolda tutuyor beni. O dar yol ki, ucu olmayan bir önceye ve sonraya uzuyor, uzanıyor… Bu dünyayla sınırlı olmadığımı sezdiğimde insan olarak burada bulunmanın sorumluluğunu yükleniyorum. Yeniden kaldırılacağını bilmenin sorumluluğuyla kıyam ettim omuz omuza. Kıyam ile kıyamet. Bu dünyada ölümsüzlüğü yakalama telaşındakilerin toprak korkusundan çok daha aşina geliyor bana. Cuma günü bu kavurucu sıcakta Süleymaniye’de aldığım nefesin bana bir lütuf olarak emanet edildiğini idrak ediyorum. Belki 5 vakit, zamanı düz bir çizgide ilerletmez ama o döngüseldir. Yani her yeni vakit, her devam ediş, sizi İlahi bir iple öz kaynağınıza bağlı tutar. Buna sımsıkı tutunursunuz. Çünkü tutunacak başka birşeyleriniz yoktur artık. Ölüme karşı koyma mücadelesi verenlerin yanında, ölüm gerçeğiyle birlikte devam edersiniz sizde yaşamaya. O’ndan emanet aldığınız akıl ve iradeyle mutlak hakikatin bin bir yansımasına yer açarsınız gönlünüzde. Sonrasında hakiki bir özgürlükle emanetin sahibine yürekten teslim olursunuz. Dışarıda bu cuma buluşmasına vesile olan motosiklet süren dostlarım, kardeşlerim var. Hepsinde bolca muhabbet ve zaman var… İkindi vakti yaklaşırken bu dünyada olacak mıyız diye bir kez daha düşünüyorum! Sonra bunu hiç bir zaman bilemeyeceğime, bilmediğime kani olup tekrar teslim oluyorum.. Bunca faşizanlığın, haksızlık ve hukuksuzluğun, ayrılığın, aşk acısı ve geçim derdiyle içleri yanmış insanların ortasında teslim olma duygusunun bana umut olduğunu fark ediyorum. Ve avludan yavaş yavaş teker kesiyorum. Şehrin sıcağı esenlik veren bir serinliğe dönüşüyor artık.. Ve ben bir kez daha hamd ediyorum, şükür ediyorum… Gidonu Beylikdüzü istikametine çeviriyorum. Bu sefer eve sahilden yol alıyorum… Kalın sağlıcakla…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |