Düşünce dilden, dil düşünceden doğar. -Platon |
|
||||||||||
|
Batı, -özellikle Almanya-, etnosantrik (yani etnik merkezli) tezleri öne sürüp oryantalizmi var gücüyle savunmaya devam ediyor. Daha doğru bir ifadeyle, “istismar malzemesi olarak” kullanıyor. Bölücülüğü sadece siyaseten değil, fikren de destekleyip her koldan beslemeye devam ediyor. Malumudur ki, dünyada sayısız etnik gruplar var ama; millet sayısı sınırlıdır. Çünkü, millet başka bir kavramdır, sübjektif yapılanma değerleriyle çok özel bir önem arz eder. Objektif varlık unsurlarının çeşitli ağırlık kotlarıyla farklı bir beraberlik manzarası ortaya koyması, terkib özündeki sübjektif (kültürel, ruhi, kalbi, iradi…) birleştiricilik muhtevasının değerini azaltmaz. Hiçbir objektif unsur (dil, din, ırk vs.) yalnız başına yeterli değildir. Bir araya gelişlerindeki sentez oluşumu tam ise, hangi sırada olursa olsun, her unsur otomatikman yeterlilik kazanarak anlamsızlaşmaz ve özel anlamıyla yine var olur. İşte millet dediğimiz kavram tam olarak böyle bir olgudur. Bilmiyorum hiç okudunuz mu bazı Alman araştırmacılar, Kürt kökenli vatandaşlarımız için onların Türkmenlerden çok Almanlara yakın olduğunu söylüyorlar! (Udo Steinbach) “Kürtler, Indo-Cermen bir halk olarak biz Almanlara, dil ve kültür açısından daha yakındır.” diyorlar. Peki bunu neye dayandırıyorlar? Nevruz’a! Hiç kimse de Nevruzun, Aryen halklara mahsus olmadığını çıkıp anlatmıyor ne hikmetse oysa bu bilgiyi lise öğrencileri bile bilir. Bu zırvalara inananları da aklım almıyor. Çünkü kültür dediğimiz mefhum mahalli özellikler alışkanlıklar gibi dar anlamının dışında, “medeniyet” ve “millet” kavramlarıyla ilgili geniş ve derin bir anlam taşır. Kalple, gönülle, fikirle, hayat felsefesiyle, tarzıyla ve görüşüyle ilgili bütün “bağlılık ve yorumlama” karakteri de ne hikmetse hiç düşünülmez. Oysa kültür çok geniş ve derin bir “manevi-sübjektif muhassala”dır. Bunun en güzel örneğini evlilikten verebiliriz. Düğünlerde evlenmelerde yer alan âdet ve alışkanlık bir kültür değildir! Ama evliliğe verilen anlam veya mana kültürün ta kendisidir… Evliliği basit bir şirket gibi görmek, işine gelmeyince kolayca ayrılmak, hatta vefalı olmayı gereksiz bulmak gibi çok çeşitli anlayışlar da var. Peki, merasim biçimi bu derin farklılıklar yanında herhangi bir önem arz eder mi? O farklılığa sahip insanlar tıpatıp aynı biçimde evlenseler bile aslında birbirine hiç benzemeyen evlilikler yapmış olurlar hepsi bu… Kutsallık, değerlilik, dostluk ve sayısız yaşayış anlamları açısından bireyin toplumun duruşuna tavrına yorumuna akışına bakmak gerekir ve kültür de tam olarak işte budur. Ama adamlar, etnosantrik olmayan millet yapılarını reddediyor ve “onlar millet değil” diyebiliyor utanıp sıkılmadan.. “Türk diye bir şey yok” fikrini benimsetmek için adeta boğazlanan bir hayvan gibi çırpınıp duruyorlar. Bu akademisyenlerin içinde bebek katili Abdullah Öcalan’la görüşenler bile var. Sözde fikirlerini de techiz ediyorlar! Böyle bir ilim insanlığı, böyle bir kültür adamlığı ancak bu çağda olur diyesi geliyor insanın.. İşte bu güruh bu çağda ve dünyayı global bir köye çeviren kitle iletişim araçlarını da kullanarak sosyal bilimleri resmen ideolojik bir silah gibi kullanıyorlar. Peki bizimkiler ne yapıyorlar bu çatısız, omurgasız fikirler karşısında? Çoğu kürdili hicâkâr horlamaya, devam ediyor ne yazık ki! Tarihçiliği, Doğu’yu öteki sayan bir oryantalizm görüşüne dayandırmak için can havliyle yazıp çiziyorlar. İftira etmiyorum, inanmıyorsanız adamların yaptığı çalışmaları google dan translate edip sizlerde görebilirsiniz neler yazdıklarını. O medeniyetsizlikleri olduğu gibi değil, kavram oyunlarıyla yapıyorlar. bizim akademisyenlerimiz de bu konu hakkında ne yapılan şeyi anlayabildi, ne de bu saçma sapan konulara yönelik akademik çalışmalar yaptı… Evet şöyle bir baktığımızda görüyoruz ki tarihteki topluluklar, milletleştikçe devlet kurmuş, devlet kurdukça da milletleşmişler. Bizim cumhurbaşkanlığındaki “16” biliyorsunuz semboliktir. Aslında yüzün üstünde devlet kurmuş bir milletiz. Yani sırf Selçuklu ve Osmanlı tarihi neredeyse dünya tarihinin yarısından fazlası ediyor. “Türk diye bir şey yok” demek için bir insanın ar damarının çatlamış olması lazım. Ama bunlarda o damar filan da yok. Bu güruhun anlayamadıkları şu: Türkler Anadolu’ya 800 bin yahut bir milyon civarında bir nüfusla gelmişler. Anadolu’da daha kalabalık bir nüfus vardı. Ve karıştılar… Sonra Rumeli’ye gittiler, orada da karıştılar. Bu büyük tarih harmanı içinde nasıl bunca asır öylesine büyük devletlerle var oldular? “Onlar yoktular aslında” deyip rahatlamak istiyorlar! Asıl sırrın orada olduğunu göremiyorlar. Zira “var olmak” aslında tam olarak böyle olur! Çığırtkanlık yapmadan; ruhu bedenin ve mânâyı maddenin üstünde tutarak, unsurlara değil senteze önem vererek… Şayet tam tersini yapsalardı, yani tatmine çalışmış olsaydılar nefisleriyle beraber bizim de milletimiz yok olup giderdi. Sonra açıp “bir cengâverler etniği yaşayıp kaybolmuş” diye tarihi yazılarını okurdunuz. Oysa asıl zaafın kendilerinde olduğunu görmüyorlar. Hem niye görsünler ki? Bakınız, Hitler, “Germen Irkı’nın efsânelerinden bir din üretmek gerekir!” demiyor muydu? Din’i dışlayacak ki rahat etsin hasbam. Zira ırkçılık, ister istemez materyalisttir. Madde’nin konusu elbet değişebilir fakat materyalizmin değişmesi söz konusu olabilir mi? Biz Türklerde şovenizmin ve ırkçılığın rağbet görmesi mümkün değildir; biz kendimizden söz ederken bile utanırız… Türklerin işte Balkanlar’da huzurlu bir hayat sürmesinin tek sebebi etnik bir asabiyet sergilememesidir. Evet, huzurun tek sebebi budur işte. Onlar bizim tarihimizi incelerken Saray’ın hareminden başka birşeyle ilgilenmiyorlar. Doğru ölçü “sosyal kesit”lere bakmak değil midir? Ama onların kendilerine yakıştırdıkları ilim insanlığı, bilim insanlığı tam olarak işte bu! Alın size bir kesit Rumeli’den, Ortadoğu’dan; sonra başka halleriyle kıyaslayın arasındaki farkı bir görün. Bizim dünyada adım attığımız hiçbir yerde kesinlikle bir asimilasyon yaşanmamıştır. Biz, gittiğimiz her yerde “tamamlanma alışverişi” gerçekleştirmişiz. Üstelik kendi değerlerimizi, kültürümüzü, irfanımızı koruyarak. Niye? Çünkü ortada bir davet var. Ama iradelere hitap eden ve kabul nisbetiyle ilgili aşırılığa kaçmayan bir görev davetidir bu. O daveti dillendirmek ise elbet bizim görevimizdir. Lâkin kabul görsün görmesin, doğacak her yaşayış biçiminin bir güzelleştirme ve iyileştirme niteliği taşıyacağını bilme şuuru da bu görev anlayışının yanında duruyordu zaten esas yakışanı ve doğru olanı buydu. Biz millet olarak bunun çok farkındaydık. Diğer taraftan, elbette omurgasız olmaz! Fakat omurganın görünmesi de hiç gerekmiyor. Osmanlı’da “Türklük ve Sünnilik” omurgaydı değil mi ama ne kadar çok dallarımız, kollarımız vardı… Hatta ve hatta daha da renkliydi… Çeşitlilik, renklilik, omurgaya zarar vermemek şartıyla izinli, hattâ teşvikliydi. Siyasi eylem ve fiili müdahale karşılık görür; onun dışında serbestlik vardı kurulan devletlerimizin hepsinde… İşte bunun adı “kalıcı devlet felsefesi”dir; başka türlü “kalıcı devlet” olmak mümkün değildir. Onlar bir “inşa” yapmışlar, biz izahını yapamıyoruz! Kimlik bir kişilik ile doldurulmazsa elbette yok olup gider. Kişiliksizliğe giydirilebilecek bir kimlik bulunamaz. Bugün içinde bulunduğumuz çağın probleminin artık kimlik olmadığını, kişilik problemi olduğunu yedi yaşındaki çocuklar bile anlamaya başladı. En üst ve en tartışılmaz kimliğin “insan” kimliği olduğunun farkında herkes. Bu kimliği taşımak için insan doğmak elbette yetmez; insan olmak, insani varoluşu gerçekleştirmek o şuura ulaşmak da gerekir. Bunun yerine başka bir kimlik arayabilir misin? Mecbursun insan kimliğinin hakkını vermeye, “gayeli, şuurlu, sorumlu” birey olmaya. Olamıyorsan, insan da olamazsın zaten. İnsan doğma nasibinin mutluluğundan mahrum kalırsın ve yaşadığının da farkına varamazsın. Bununla birlikte etnik kimlik “insan” kimliğinin çok altındadır. Müslüman kimliğinin de çok altındadır… Hatta ailevî kimliğin de altındadır. Benim eşim, her etnik kimlikten olabilir. Eşim, gelinim, damadım… Bir aileyi birlikte oluşturuyoruz da bir milleti beraberce oluşturuyor olmaktan niçin sıkıntı duyalım? Bu gönül de değil, akıl mantık meselesi ve bunun cevabını sıkıntılı olanlar veremez. Albert Sorel, Yahya Kemal’a şöyle demiş: “Bilir misiniz ki henüz iki şey tamamen keşfedilmiş değildir. Coğrafya’da kutup, tarihte TÜRK!” Vallahi çok güzel bir söz… Dedik ya! Anadolu’ya gelip karışmışlar, Rumeli’ye gidip karışmışlar, fethetmişler, göç etmişler; ama etnik gösteri sahnesine hiç çıkmadıkları halde, Viyana kapılarına onlar gelmiş, İslam’la onlar özdeşleştirilmiş; nasıl bir kimlik bu?! Mehmet Akif Türk değil; Ziya Gökalp, Ömer Seyfeddin, Ahmet Haşim, Dağlarca, Yaşar Kemal Türk değil! Doğru mu? Değil. Doğrusu şu ki hepsi Türk Milleti’nin şairleri yazarları, yani hepsi Türk. Etnik, Malazgirt’in öncesinde, çok öncesinde kalmıştır. Yahya Kemal’in millet tarifi çok zekice söylenmiş doğru bir sözdür… İlkokul yıllarımda iken öğretmenimiz milliyetçi bir insandı ve bana kurt efsanesinden söz eden bir çocuk kitabı hediye etmişti. Neden bilmiyorum o yaşımda bile sıkıldım kitaptan. Çünkü hiç gerçekçi gelmemişti. Kitabı bir kenara bırakıp “okuyamadım sarmadı beni” demiştim hiç çekinmeden. Bugün “Batı’nın Romüs Romülüs’ü gibi bir kitabı nasıl ayıplıyorsak bu da benim için öyle bir şeyden ibaret. Zira benim milliliğimin zerre kadar ihtiyacı yok böyle efsanelere… Bu sebeple bizim milletimizin milli bir sıkıntısı olamaz, olmaması gerekir. Zorla oldurulmak istenmesi ise sizce mantıklı ve meşru ise bu da sizin probleminizdir elbette. Şayet Almanların millet tekevvünü açısından sıkıntıları olmasaydı, homojen bir etnik yapıda ırkçılık sapması yaşayamazlardı. Zaaf hissettikleri için o sapmaya hemen meylettiler. Tekevvününü tamamlamış bir milletten inanın bir Hitler çıkamaz. Çıksa da kimseye sesini soluğunu ulaştırıp ciddiye almazlar. Şimdiki etnosantrik oryantalizm pompalamalarının da işte bu zaafın uzantısı olarak görüyorum. Hepimiz taşın altına elini sokup sırf yarınlarımız için çalışması gerekir. Özellikle Türkçe’nin, sadece güzel bir dil değil, güçlü bir dil olduğu çocuklara gerekiyorsa üç boyutlu anlatılmalıdır. Dil, bir alışkanlık zenginliğinden ibaret değildir. Etnik dil, milli dil yerine ikame edilemez; etnik dil ile bir medeniyet kurulamaz ve yaşanamaz. Büyük meselelerde; “sahiplenmek”, liyâkat kesbetmek içindir, korumak için değil. Dolayısıyla hepimizin şumullü ve derinlikli Türkçe’ye ihtiyacı var bunu unutmayalım yeter. Beri taraftan yıllardır, “Türk” ve “Sünni” kelimeleri alerjik telakki edildi. Sineye çekmek nefsimize ağır gelmez; sabır ve tolerans imkanlarımız da çok geniş bilirim. Fakat şöyle bir mesele var: Müsamahanın, itidalin, tepkiselliğe hakikatleri feda etmeme şuurunun, mukavemet ve hamle gücünün kaynağını ve dinamizmini biz yine bu kavramların zenginliğinden üretmeye hepimiz muhtacız. Realitemizin gereği budur çünkü. Hiç yeri değilken negatif tanımları benimseyip, yani aleyhteki atıflarla (yollamalarla) ters yönden kendini ifade etme metodunu benimseyip kendi realitemizi zedelemekten milletçe vazgeçmeliyiz. Negatif atıflarla çerçevelenmiş bir malzemeden tanım falan çıktığına hiçbir zaman şahit olmadık ki bu zaten bir tepkisellik hırçınlığından başka bir şey değildir. “Efrâdını câmi, ağyarını mâni” der eskiler yani, önce ne olduğunun unsurlarını kuşatacak ki vuzûhu, ne olmadığını ortaya koysun. İşte doğru tanımın metodunun ise bu olması gerekir. Bu yüzden bu tarz meselelerin sosyo-ekonomik bir problem değil, etnik değil, maddi de değil bir fikri mesele olduğunu görelim lütfen. Tefekkür tarihçiliğinin günümüzde düşünürleri ve düşüncelerini nakletmek olarak anlaşılıyor gibi görünse de aslında tarih üzerinde düşünmek ve tarihi fikri değerlendirmeler yaparak anlatmadır. Ne hazindir ki işte anlatmaya çalıştığım bu boşluğu oryantalizm can havliyle doldurmaya çalışıyor…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |