Yaşam başlangıcı olmayan bir yolculuktur. -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
Evin kapısına vardığında Filiz’in bahçe temizliğine başladığını gördü. Ekrem çit kapısından içeriye girdi. “İçeri girebilir miyim?” dedi. Filiz “Tabi içeri ile işim bitti. Yalnız taban tahtaları kenarlarında çürükler var. Aralarından böcekler çıkacağını tahmin ediyorum. Onlara karşı çaresiz kaldım.” Ekrem “Çok teşekkür ederim. O kadar bir ayrıntının önemi yok.” Deyip lafı uzatmadan içeriye girdi. Pırıl pırıldı ev. Filiz annesini aratmamıştı. Ekrem kendi kendine sordu. “Neden biz erkekler dağıtıcı oluyoruz da kadınlar toplayıcı. Neden anaerkil değiliz. İlk insanlarda bunun tersi yaşanıyordu. Şartlar mı değişti. Bir kez daha değişebilir. Her evde kocasına emreden kadın enteresan olurdu.” Ekrem mutfağa geçti. Kulplu cam bardağına su doldurdu. Önceden beş kez yıkadığı cezveye suyu boşalttı. Ocağın altını yaktı. Kahve kavanozundan Türk kahvesini şeker kaşığı ile alıp bardağın içine koydu. Amacı cezvede ki su kaynayınca bardağa dökecekti. Böylelikle cezve kahve artığı ile kirlenmeyecekti. Yöntemi o bulmuştu. Bardaktaki sıcak su ile kahveyi bir süre bekletti. Kahvenin aroması ortaya çıkması içindi bu. Yeterince bekledi ve kahve dolu bardağa çeşmeden az bir şey soğuk su kattı. Sıcak içemiyordu. Sonra kahvesini seri şekilde içip bitirdi. Çalışma odasına geçti. Bilgisayarını açtı. Word dosyası oluşturdu, açtı dosyayı. Yazmaya başladı. “İlk rabıtam zamanda geriye gitmek içindi. İkinci rabıtam gittiğim zamanda ki avcıların zihinlerini okumak içindi. Zorlanmadım. Bilakis kolaydı bilgilere ulaşmak.” Diye devam etti. Ekrem mağaradaki rabıta esnasında gördüklerini okuduğu düşünce ışımalarını yazdı. Zorlandığı tek şey avcıların ölüm korkusu idi. Bu biraz da tehlikeliydi Ekrem için. Avcının ölümünü aktarabilmek için bunu birebir düşünmek gerekirdi. ‘En iyisi bunu yazmamak’ dedi. Bu kısmı yazmadı. Bir tıkırtı duydu evin içinde. Ekrem yerinden kalktı, odadan dışarıya çıktı. Filiz zannetti ama değildi. Filiz bahçede temizlik yapıyordu. Korkulu adımlarla mutfağa doğru yavaşça yaklaştı. Tam o an mutfaktan tangır tungur ses çıktı. Ekrem yutkundu. İçeriye bakacaktı ama nasıl. Karşılaşacağı şeyden korkuyordu. “Hey orada biri mi var. Hemen çıkın oradan.” Diye seslendi Ekrem. Cesaret edip mutfaktan içeriye baktı. Bir şey görünmüyordu. Kimsecikler yoktu içeride. Yalnız mutfağın penceresi açıktı. “Porsuk, kedi veya ona benzer bir hayvan olmalıydı.” Diye düşündü Ekrem. Tezgahın üstü darmadağınıktı. Hırsızın veya hayvanın bir şeyler aradığı malumdu. Elbette bu yiyecek olacaktı. Hemen buzdolabını açtı. O da ne, iki kutu sütü yoktu. Şimdi anlaşılıyordu. Bir hayvan olsa süt içmeye çalışır yere dökerdi. Yerlerde süt bulaşığı olmadığı için hırsız kesinlikle zeki biriydi. Aklına geliyordu ama bunu yakıştıracağı kişiyi düşünmek istemiyordu. Yine de biraz düşündü. “Kesinlikle haylaz bir köy çocuğunun işi.” Dedi noktayı koydu. Pencereden bakıpta soygundan bir iz aramadı. Pencereyi kapattı, tekrara odasına döndü. Bütün keyfi kaçmıştı. Az önce yaşadığı şeyi ya unutacak ya da hırsızı bağışladığına kendini inandıracaktı. Ancak bu şekilde yazısına devam edebilirdi. İkisini birlikte yaptı. Öğlen olmuştu. Ekrem dört sayfalık mağarada ki yaşadıklarını yazma işini bitirmişti. Bilgisayarını kapattı. Mağaraya tekrar gitmeyi düşünüyordu. Evden mağaraya bir saatlik yürüyüşle ulaşabiliyordu. Bir saat orada kalış ve geri dönüş. Üç saatini alacaktı. Karanlığa kalmaz hatta evde yalnızlık çekecek zamanı bolca olurdu. Bu sefer hazırlıklı olacaktı. Sırt çantasına fener, çapa, fotoğraf makinesi ve bolca batarya aldı. Evden dışarıya çıktı. Filiz yoktu ortalıkta. Bahçe temizliğini bitirmiş olmalıydı. Çit kapısına doğru ilerledi.Uyduruk tahta kapıyı açtı. Sağına soluna baktı Kimse yoktu sokakta. Sokağa adımını attı. Önce köyün çeşmesine uğradı. Bir kaç çocuk oturmuş bir şeyler içiyordu. Ekrem ellerinde ki süt kutularını görünce anladı. Bu onun sütüydü. Hiç bozuntuya vermeden çeşmeye yaklaştı. Oluktan su içti. Çocuklarda biri “Abi al sen de iç.” Deyince Ekrem bu ikramı geri çevirmedi.Kutuda kalan son yudumları tüketti. Sütü ikram eden çocuk “Abi sütü bitirdin sen. Bize bir şey kalmadı.” Dedi elinde ki boş kutuyu ayağıyla ezerek. Ekrem “İkram ediyorsanız bunu sorgulamanız doğru bir şey değil. Hem süt zaten bitmek üzereydi. Son yudumları da ben içtim.” Aynı çocuk “Afiyet olsun o zaman abi.” Dedi. Ekrem ne diyeceğini bilemedi. “Çok naziksiniz.” Demekle yetindi. Oradan uzaklaştı. Dağın eteğine gelmişti. Tırmanışa geçti. Dağın zirvesi uzak değildi ama normal yürüyüşte yirmi saniyelik yol iki dakika sürüyordu. Dağda tek tük ağaçlar vardı. Çoğu kaysı ağacıydı. Ekrem birinin yanına gidip soluklanmak istedi. Yanına vardığı ağaç kaysı çağlası ile doluydu. Dalların birine uzanıp beş altı tane çağla kopardı. Yemeye başladı. Her meyvenin aroması nasıl farklıysa, bu çağladaki ekşilik diğer ekşi meyvelerin ekşiliğinden farklıydı. Çağlayı yerken limon yiyorum diyemezdiniz. Ekrem avucundakileri bitirince bu sefer biraz daha fazla çağla kopardı. Kopardıklarını sırt çantasının gözüne koyuyordu. Yeter deyip koparmayı bıraktı. Yoluna devam edip yirmi metre kalan zirveyi tırmanışa geçti. Kısa zamanda zirveye ulaştı. Fotoğraf makinesini çıkardı. Aşağıda ki manzaranın ve köyün bir hayli fotoğrafını çekti. Sonra gözlerini manzaraya çevirdi. Böyle yerlerde aklına hep dinozorlar gelirdi. Dağlarda ki kayaların ihtişamı ona çok şey anlatıyordu. Hemen karşısında ki zirvede dikdörtgen kayalık bir oluşum vardı. Ekrem “Mutlaka bir dinozor devrine şahitlik etmiştir.” Diye içinden geçirdi. Ekrem hemen rabıtaya geçti. O dikdörtgen kayalıktan kalbine kızıl renkte düşünce ile nur akıtmaya başladı. Bir üç dört dakika böyle yaptı. Sonra üzerinde durduğu dağa görünmez ve gizli manevi hattını çekmek için dağın iç merkezine “Destur ya rab.” Diyerek Allah’tan nur içirdi. Bu zevk veriyordu Ekrem’e. Bu rabıtada on dakika kaldı. “Bu kadar yeterli dağa rengini verip, iz bırakıp iz almak.” Diyerek yönünü çevirdi. Mağaranın bulunduğu dağa ulaşmak için inişe geçti. Yokuş aşağı inmek rahatlatıcıydı. Yine kaysı ağaçları ile karşılaşıyordu ama çoğu çam ağaçlarıydı. Ekrem araba yoluna indi. Bir kaç adım sonra tekrar tırmanışa geçti.. Mağaraya vardığında fenerli kasketini taktı, ışığını yaktı. Tekrar çantasını sırtladı. Mağaranın içine doğru yürüdü. Bu mağaranın derinliğini kimse bilmiyordu. Bilenler ise ucu bucağı yok diyorlardı. Bir söylentiye göre mağaranın derinlerinde insan kemikleri vardı. Bu mağaranın kokusundan belli diyorlardı. Yine de Ekrem korkmadan, çekinmeden yürüyüşüne devam etti. Ekrem elektronik mesafe ölçerine baktı. Şaştı kaldı. “Ne zaman beş yüz metre yürüdüm.” “Cihaz söylüyorsa doğrudur.” Dedi sonra. Bunu üstelemedi. Aniden bir ses duydu. Su damlası sesi gibi ama sanki su damlasının sesini arttırmışlar da kulağa yüksek sesli bir hoparlörden geliyor gibiydi. Korkmadan sese doğru ilerledi. İleriden yeşil renkli bir ışık huzmesi gördü. Ekrem ışığa yaklaştıkça ışığın aydınlığı daha da artıyordu bilinçli bir şekilde. Ekrem ışığa iyice yaklaştı. Işık insan boyunda bir sandıktan çıkıyordu. Ekrem yaklaştı. Işık saçan sandığın üzerinde parlayan kırmızı semboller gördü. Çeşit çeşitti semboller. “Ekrem “Tarih öncesi bir muamma.” Diye söylendi. Ne yapacağını şaşırdı. Dokunsa mıydı dev sandığa. Cesaret edip dokundu. O an olanlar oldu. Ekrem ortalıktan yok oldu. Ekrem kısa bir ışık parlamasından sonra kendini, devasa genişlikte başka bir mağarada buldu. Agarta ve Şamballa fanatiğiydi Ekrem. Tutkunu olduğu bu uygarlıklarla sorguladı durumunu. “Keşke öyle olsa. Bir gerçek var ve hiç çaba harcamadan yabancı bir yerde buldum kendimi. Umarım yaratıkların ülkesine gelmişimdir.” Diye söylendi. Etrafta lambalar yoktu. Ama geniş mağaranın içi pırıl pırıldı. Bu aydınlık Ekrem’in bütün korkularını giderdi. Her on beş yirmi metrede mağarada karşılıklı iki çıkış kapısı görüyordu. Ekrem bunlar nereye açılıyor diye kontrol bile etmedi. Geniş ve aydınlık mağarada karşısına çıkacak sürprizlere doğru ilerledi. Az sonra mağaranın sonuna gelmiş gibiydi. Karşısına düz mavi bir duvar çıktı. Ekrem duvara yaklaştı. Parlamaya başlayan duvardan ses geldi. “Korkma dokun.” Dedi. Sesi sorgulayacak durumda değildi. Hemen duvara dokundu. Kap katı, ne metali olduğu belli olmayan, kadife kumaş gibi hissettiren duvar gözünün önünden yok oldu. Karşısına Şamballa halkı zannettiği, gözleri kocaman, şeffaf vücutlu, bakınca kemikleri dahi seçilen, iki yaratık gördü. Yaratıklar Ekrem’in zihni ile konuşuyordu. “Gel diyorlardı. Bizi takip et.” Uzun bir koridorda ağır adımlarla ilerlediler. Beş dakika gibi yürüyüşten sonra koridoru çıktılar. Eşsiz mükemmel manzaraları olan, dağları ve ormanlarıyla, gök yüzünde uçan kuşlarıyla, dinozorların olduğu bir dünya serildi önlerine. Ekrem’in sağındaki yaratık “Burada kalmak istiyorsan bizimle antlaşma yapmalısın. Antlaşmamız biz reptilyan Şamballa halkımızla hiç dışarıya çıkmadan iki sene yaşamaktır. Kabul etmezsen seni hemen dünyana götüreceğiz. Ve zihninden bu yaşadıklarını sileceğiz. Var mısın yok musun?” Ekrem “Burada fotoğraf çekmeme izin verirseniz şartınızı kabul ediyorum.Yalnız bir sorum olacak. Beni niye buraya getirdiniz. Bana niye iyilik yapıyorsunuz?” Yaratık “Siz zeki insanlar bize benzediğiniz için. Her iyiliği sorguluyorsunuz da ondan.” Dedi. Tuna M. Yaşar
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Tuna M. Yaşar, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |