Kötü insan korkuya itaat eder, iyi insan sevgiye. -Aristoteles |
|
||||||||||
|
http://www.izedebiyat.com/yazi.asp?id=113277 2 *** Kolunu kaldırdı, saate baktı. 4’ü çoktan geçmiş, zaman sabah ile buluşmak için sabırsızlanıyordu. Elini uzattı telefona. Baktı. O’ydu. Birkaç saat önce, Ant ile konuşmaları esnasında bir susuş anında telefonunu eline almış, kısacık bir cümle kurup, içinin yanışını anlatmak istemiş, fakat geçmiş zaman içerisinde yaşananlar nedeniyle; kadının onu artık ne bir daha görmek ne de bir daha yaşamak istememesinden mütevellit bu mesajı bile, ‘Çok kötüyüm’ yazılı kısacık bir metini bile, O’na yollayamamıştı. Fakat şimdi O, oldukça alkollü kafasına hayal gelebilecek kadar uzunlukta bir mesajla, aradan aylar geçtikten sonra, kendini hatırlatıyordu Salih’e. Hatırlatıyordu demek hata olur, böyle durumlar için. Giden bilir ki, geride kalan, asla gidenin giderken attığı adımları unutmaz, unutamaz. Salih de o adımlara aylardır takılı kalmış, olduğu yerden ne bir adım geri ne de bir adım ileri gidebilmişti. Duruyordu Salih. Dakikalardı, saatlerdir, günlerdir, haftalardır, aylardır. Duruyordu. Belki Ant kadar derin hissetmediğini düşündü, çünkü Ant gün gün hatta saat saat biliyordu mazisini, konuşurken saatine bakıyordu aradan geçen zamanı hesaplamak için. Bir an Ant’a imrendi yaşadığı yoğunluk için. Sonra telaşla mesaja döndü. Uzun uzun yazmıştı, hepsini içti Salih. Tekrar tekrar içti. Uzun zamandır alkole hasret kalmıştı da sanki, o aradan sonraki ilk biranın ilk yudumunu hissederek yudumluyordu. Uzandığı yatakta doğruldu. Oturdu yatağına, bağdaş kurdu beceremese de. Ufakken ayak bileğini kırmıştı, tam olarak bağdaş kuramıyordu asla. Hayatının her alanında olduğu gibi, bu ayak kırma işini de tek başına başarmıştı adeta. Öyleydi Salih, kendi hareketlerinden ve aldığı kararlar yüzünden gelmişti gelenler başına. Akılına ilk geleni yapardı hep. Sonra pişman olurdu gerçi ama böyleydi o, bu yaşına kadar böyle yürümüştü. Bu yaştan sonra adım atma şeklini değiştiremezdi ya? Belki düşe düşe, yürümeyi öğrenirdi bir gün. Kim bilebilir ki bunu? Cevap yazdı O’na. Kuruyan boğazını fark etti bu esnada. Elinde telefon, yatağından kalkıp karanlık koridorda yürümeye başladı mutfağa doğru. Mutfağa yaklaşırken başını Ant’ın olduğu odaya uzattı, uyuyordu Ant. Yoluna devam etti. Mutfakta buzdolabının kapağını açtı, içinden bir bira aldı, gerisin geriye odasına döndü. Bu esnada bir mesaj daha geldi. Yatağına oturdu, birasını açtı. Bir yudum aldı. Kısık gözleriyle gelen mesajı okudu. Gülümsüyordu. Aylar sonra ilk defa fark etti bunu. İçinden gelerek gülümsemeyeli ne kadar olmuştu sahi? Biliyordu bu sorunun cevabını. O gittikten sonra, her şey solmuştu hayatında. Geçmeyen bir sonbahar sürekli yaprak döküyordu sokaklarına. Tüm sokaklar denize çıkıyordu üstelik, gözlerini kapatsa ulaşacağı yer belliydi rüyalarında. Aylardır doğru düzgün uyuyamıyordu, ne saatin ne de zamanın veya bir başka bir olgunun, hatta işin ve arkadaşların ve yolların ve tüm bunların bir değeri bir anlamı kalmamıştı. Bazen olur, bir şey eksilir ve geriye kalan hiçbir şey eski tadını yaşatmaz. Bazen olur, bir şey gider ve ardında koyduğu her cümle devrikleşir, hüzne bulanır. Yüzüne yerleşmiş bilinçsiz bir gülüş, aklına geçen zaman içerisinde yaşadığı bu duyguları, bu gölgeleri anımsattı. Zaman ne çabuk geçiyor dedi içine. Bir yudum aldı. Cevap yazmaya başladı. Mutsuzluk üzerine konuşuyorlardı mesajlarda. Aramayı düşündü, sonra vazgeçti bu düşünceden. Bazen suskun bir sohbet, sesli bir muhabbetten daha kıymetliydi. Öyle bir andı bu an da. Bozmak istemedi. Arasa açar mıydı, bunun da bir tereddüdü vardı içinde. Korktu ve mesajlara sığındı. Aylar sonra bu anı kısalaştıracak bir harekette bulunmak istemiyordu. O, ondan vazgeçene kadar, böyle devam etmeye razıydı. Öyle de oldu, mesajlaşmalar bir süre sonra kesildi. Uyudu diye düşündü, telefonu yastığın yanına bıraktı. Birasını iki elinin arasında sıkıca tutup, o anın gerçekliğini sorguladı. Akşam iş çıkışından beri yaşadıklarını anımsamaya çalıştı kafasında. Ant’ın anlattıklarını düşündü, çaresizliğini. Kendisini; bir gidiş ardında yaşadığı ve hala içerisinde olduğu bu durma halini düşündü. Hala duruyordu, bir yere gidebilmiş değildi. Hangi ara uzanmıştı yatağa hatırlamıyordu. Sabah olmuş, üst kattaki çocuklar evin içinde koşuşturmaya başlamıştı, hatta nazlı gün ışığı yavaş yavaş odaya doluyordu açık kalan perdenin kıyısından. Çalan telefon fark ettirdi tüm bunları. Arayan uzun zamandır konuşmadığı bir arkadaşıydı, hatta şaşırdı ismi görünce ama yine de açmadı telefonunu. Uzun zamandır pek telefon cevaplamıyordu, çünkü konuşmak yoruyordu onu. Daha çok yazışarak işlerini halletmeyi tercih ediyordu. İşi de pek konuşmasını gerektiren bir iş değildi, bir internet sitesi için metin yazarlığı yapıyordu. Tek başına, yalnız, sessiz. Cumartesi sabahı erken uyanmak pek alışkanlığı değildi aslında bu mecburi uyanış hali nedeniyle yüzünü ekşitti uzun uzun. Geri uyuyamazdı katiyen. Bir kere uyandığında bitmişti olay. Keşke, dedi içinden, kafasını yastığa koyduğunda uyuyabilen o şanslı insanlardan olabilseydim. Hayatta ne şanslı insanlardı onlar. Kafalarından düşünceleri ne kadar kolay uzaklaştırabiliyorlardı öyle. İmrenilebilecek bir şey varsa bu hayatta Salih için, bu kesinlikle kolay uyuyabilen insanın uykusuydu. Ant geldi aklına aklında bu düşünceler koşarken. Ses yoktu, uyuyor herhalde diye geçirdi. Saat daha erkendi, gerçi üst kattaki çocuklar bir öğle ertesini temsil ediyorlardı ama, çocuklar için her an biraz öğle ertesi değil miydi? Kesinlikle öyleydi. İnsan bazı şeyleri çocuklukta bırakarak hata mı ediyordu acaba? Mesela bu canlılığı ömrünün tamamına neden yayamıyordu insan? Bir yaştan sonra büyüdüğünü fark ediyor ve senelerdir alışkanlığı olan koşup durmayı, itip kakmayı, bağırıp durmayı terk ediyordun. Toplum bunu istiyordu çünkü, sıradanlaştırılmış bir hayat, kolay kontrol edilebilirdi. Heyecanlı insanları toplum sevmezdi, çabuk paniğe kapılır, derhal galeyana gelebilirlerdi çünkü. Tehlike, hareketten doğardı ve en masum olabileceği yaşta terk edilmeliydi. Yani çocuklukta. İlerleyen yaşlarda hareket bilinçlenirse kontrol edilmesi güçleşirdi. Bu sebeple terbiye edilmeliydi heyecan. Bu da toplum bilinciyle gerçekleştirilirdi. Genellikle öyle de olurdu. Salih böyle bir bireydi. Hareketini çocukluğuyla beraber yitirmiş, yolda yürüyen herhangi bir adamdı. Fark edilmeyen milyonların içinden birisi, yok sayılanlardan bir fert. Memnun oldunuz. Bu esnada mahçup bir bakışla Ant kafasını odanın kapısından merakla uzattı. Nerede olduğunu merak ediyordu bakışları ve Salih’i görünce bakışlarındaki merak arttı. Salih fark etti Ant’ı, seslendi ona; ‘Günaydın Adana, Niğde, Trabzon.’ ‘Adana, Niğde, Trabzon? Ha, Ant, evet ben, günaydın, kusura bakma abi, başımda ciddi derecede bir enkaz var sanırım hala deprem oluyor içeride.’ ‘Hatırlıyor musun beni?’ dedi gülümseyerek Salih. ‘Hayal meyal. Çok saçmalamadım değil mi ya, bir yerden sonrası kopuk bende.’ ‘Yok yok sıkıntı yaratacak bir durum olmadı, için rahat olsun.’ ‘Vallahi konuk da etmişsin, kral adammışsın Anafor abi.’ ‘Adımı hatırladığına göre sıkıntı yok Ant! Ben bir çay koyayım bize, bir şeyler yeriz.’ Yerinden doğruldu Salih. Mutfağa sendeleyerek yürüdü. Yolda karar değiştirip şişen mesanesini rahatlatmak için önce tuvalete girdi, sonra elini yüzünü yıkadı. Bu esnada Ant salonda televizyonun karşısına oturmuştu, televizyonu açtı. Salonu inceledi biraz, sadeliğini sevdi odanın. Bir sürü müzik albümü vardı, ayaklandı onlara doğru seğirtti. Bir tanesini açtı, çok sevdiği bir şey bulmuş olacak ki kumandayla önce kapattı. Sonra müzikçalara cd’yi yerleştirdi. Çalmaya başladı. Pearl Jam - Black çalıyordu. Elinde ufak bir tepsi, içinde kahvaltılıkla odaya girdi Salih. Masaya tepsinin üstündekileri yerleştirdi. Ardından çayı getirdi. Çalan müziği fark etmişti fakat Ant yoktu odada. Geri yattı herhalde diye düşündü, diğer odaya bakmak için salondan çıktı. Yoktu. Sonra banyoya baktı. Orada da yoktu Ant. Mutfağa geçmiş olamazdı, hayalet değildi nihayetinde. Seslendi, bir cevap bekledi, herhangi bir ses de yoktu. Yatak odasına döndü, ayakkabıları duruyordu. Ee, dedi içinden, ayakkabıları burada hiçbir odada yok, nerede bu çocuk? Evin içinde kaybolmuştu adeta adam. Bir an telaş yaptı Salih. Elini beline koymuşken, karşıda açık olan pencereyi fark etti. Yoksa diye koşarak yaklaştı pencereye, aşağıya baktı telaşla. Neyse ki sokağa yapışmış herhangi bir beden de yoktu. Nereye gitmişti bu adam böyle birden bire ayakkabılarını bile giymeden? Buharlaşmış olamazdı ya? Sonra kendini rahatlatmaya çalıştı, ölmemişti en azından, belki kafasına şarkıyı takmıştı. En fazla yalın ayak kıza giderdi. Öyle bir kafayı yaşıyor olabilir miydi? Neyse dedi içine, kurcalamadı pek kafasını. Masaya oturdu. Çay döktü bardağına. Birkaç zeytin yedi, biraz da peynir. Sabahları pek bir şey yiyemiyordu. Mutsuz insanlar sabahları pek bir şey yiyemezdi genelde. Kahvaltı mutlulukla alakalıydı. Annesinin deyimiyle, çimtiniyordu. Her şeyden birazcık. Bir tek çayı özümseyerek içiyordu. Çay diyordu, sana şükürler olsun. Oturdu kahvaltı ettiği masada, çalan müziğe kaptırdı bir süre kendini. Kafasından diğer tüm şeyleri uzaklaştırdı. Müzik çok enteresan bir şeydi hakikaten, bazen aklı temizleyebilirken, bazen de ağır yaralanmalara sebebiyet verebiliyordu. Biraz sonra çalacak şarkı, Ant’ta olduğu gibi Salih’i de ağır yaralayan bir şarkıydı üstelik. Black yeniden dönmeye başladı odada. Salih’in bakışları odaklandığı yerden ayrıldı, yıkılan düşünce taşlarının seslerine uyanıyordu. Dün geceyi düşündü tekrar şarkıyla beraber. O’nunla çok güzel bir tablonun iki mutluluk unsuru olabilecekken, böyle hiç buluşamayan güzle bahar gibiydiler. Uzaktan birbirleriyle konuşuyorlardı ama içlerine. Konuştuklarını yalnızca kendileri duyabiliyor, bir türlü aynı düzlemde ve yörüngede olamıyorlar, birbirlerine eziyet çektirme konusunda da gayet çaba gösteriyorlardı. Ah, dedi, belki de sesli dedi bunu. Kapattı gözlerini, elini başına koydu. Şarkı en can alıcı yerine gelmişti, neden diye bağırmak istiyordu o da. Neden böyleydiler, neden bu şehri birbirlerine sevdirmek istemiyorlardı? Neydi dertleri, neydi tüm bu yorgunluk, bıkkınlık? Neden birbirlerine eziyet etme konusunda böylesine inatçıydılar? Güzelleşmek varken, neden aynalarda kendilerine çirkinliklerini açıklamak için direniyorlardı? Neydi gönüllerinden çiçekleri toplamalarına engel? Neden? Neden? Gözlerini açtı Salih bu düşüncelerle içi taşarken. Dolmuştu gözleri. Gözlerini açtığında gördüklerinin karşılığında yaşadığı şaşkınlık, o esnada yanağından akan yaşları unutturdu. Oturduğu yer evinin salonu değildi, bilmediği bir yerdeydi.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Caner Almaz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |