"Bazen bir mısra yaşamı değiştirir." -Kafka |
|
||||||||||
|
Yaşadığım yeri kısaca anlatacağım size; kırsal olduğu kadar, yörenin zengin bitki dokusu, tarihi değeri, özellikle mitolojik öyküleri olan, farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış olması yanı sıra, yaz aylarının “olmazsa olmaz” dedikleri, havası ki, önemle üzerinde durulması ve sağlık turizmi neden yapılmadı, sorusu sorulması gereken bir oksijen okyanusu. Şimdi bu yer neresi, sorusunu duyar gibiyim. Sizi fazla merakta bırakmayacağım. Yaşadığım yer Kuzey Ege Sahilleri, Kaz Dağının zümrüt yeşili yamaçlarına bakıyor. Adı Akçay… Akçay; yazın büyük şehir kültürünü yaşarken kışın çok farklı bir sosyal kültürü taşır. Sosyal dokusu bu yüzden büyük şehirlerdeki gibi yerleşme rengini gösterir bize. Yöre halkının yaz-kış daimi konuklarıysa; “havası-suyu” güzel düşüncesiyle büyük şehirlerden gelen emekli insanlar oluşturuyor, desem yeridir. Gelelim yaşadığım o iki anımı aktarmaya… “…Bayram öncesiydi ve içimde bir sıkıntıyla Zeytinli Çayı boyunca yürümeye başladım. Genelde, doğa yürüyüşlerine çıktığım zaman yanıma mutlak bir poşet alırdım. Mevsimine göre faydalı otları toplar ve evde onları bir güzel yıkayıp haşlardım. Üzerine zeytinyağı, limon bir de sarımsak ezip ekledim mi, lezzetine doyulmazdı. İşte o gün yanımda poşet taşımadığıma bu nedenden ötürü üzülmüştüm. Yabani otların arasında gezinirken gözlerim, dikenli kozalakları da o anda fark etmiştim. O kozalakların “hemoroit” hastalığına çok iyi geldiğini biliyordum ve bir dostum için sürekli kırlarda gözlerim onları arıyordu. O gün Kaz Dağlarının bağrından nazlı nazlı süzülen kar sularının, hemen kıyısında bana bakmaktaydılar. Hem de sıra sıra dizilmişlerdi. Gözlerim çevreyi bir radar gibi taramaya başlamıştı. Geniş arazide otlayan büyük baş hayvanları görünce aklıma eski evimin komşusu geldi. Eski komşularımız olan; Aliye teyze ve eşi besicilikle uğraşırlardı. Önceleri çiğ sütümüzü onlardan satın alırdık. Aliye teyze ve eşi, sık sık romatizmalarından şikayet ederlerdi. Ağrıların, onları yürütmekte zorladığını söyler, sızlanırdı. Evi ile hayvanları beslediği alan arasındaki mesafe 1-2 km kadardı. Şimdi ben, şu geniş yeşilliklerde otlayan hayvanların, onlara ait olabileceğini varsayarak, otlağın hemen yanındaki dam veya kulübe sandığım yere doğru yürümeye başladım. Yanılmamıştım. Aliye teyze ve eşi küçük bahçelerinde oturmaktaydılar. Beni gördüklerinde çok sevindiler. Üç beş söz sonrası konu besiciliğe vardı. Amann, bu konuda bir dertlilermiş, sormaz olsaydım. Efendim, belediye yetkilileri; bazı kişilerin şikayetleri üzerine sosyal konutların yakınlarında hayvanlarını otlatmaya izin vermemiş. Onlar da dağ eteklerine yakın bir araziyi kiralamışlar, kiralamışlar da şimdi kederli kederli düşünüyorlar. Arazi sahibi, mimar ve mühendislere ölçüm yaptırıyormuş, betondan siteler inşaat etmek için. Yaşlı çift, damlarının başına kara bulutlar çökmüş gibi düşünüyorlar: “100-200 hayvanı, biz şimdi nerede ve nasıl otlatacağız?” diye… Onlara dedim ki: “Siz yaşlandınız artık, satın hayvanları ve o beton yığınlarından alıp kiraya verin, ömrünüzün sonuna kadar refah içinde yaşayın.” Ee, akıl vermekle olmuyor. İş başa düşünce bu şekilde konuşmak kolay olur mu acep? Aliye teyzemiz ve eşi hayvanlarını beslemek için yem üreticilerine oldukça borçlanmışlar. Yemin kg 35TL. ederken, etin kg. satmaya gelince, alıcıların yaşlı çifte teklif ettikleri fiyat yarı yarıya bile etmezken, alıcıların canlı hayvanlarına biçtikleri fiyat ise kg başı 10-15 TL. mış. Büyük firmalar onlardan çiğ sütü 20-40 krş gibi bir fiyata alıyorlarmış. Ben poşet peşindeyken, meğerse yaşlı çiftin bulundukları yanlarına dert dinlemeye gitmişim. Aliye teyzenin eşi; ezan okunur okunmaz oturduğu yerden bastonu eşliğinde zorlanarak, ayağa kalktı. Dizlerindeki kireçlenme ve bana acı acı gülümsedi: “Kapitalist toplumun esareti altında olan bizler, asla kalkınamayız, lokma aslanın ağzında kızım, sen bir kg peynirin, sekiz kg sütten yapıldığını biliyor muydun?” Ağzım açık kalmıştı: “Hayır, bilmiyordum!” diye fısıldadım. Yaşlı amca; “İşte gerisini sen düşün artık, marketlerdeki yoğurt ve peynirlerin nasıl yapıldığını ve neden ucuza satıldığını! O içtiğin”gerçek süt” dediğiniz kutu sütlerin, hakiki süt olup/olmadığını bile bilmiyoruz, değil mi?” Şaşkınlığımı ifade edecek sözcük bulamamıştım: “Nasıl yani!” Aliye Teyzemizin eşi elindeki bastonu havaya sallayarak, öfke biçiyordu gök mavisi gözleriyle… ” Süt kutularının ambalajına, nakliyesine, pazarlamasına yetmez o bir TL’sı. Toz katıp, süt diye içiriyorlar size kapitalist uşaklar işte, neymiş adı bilmem ne sütmüş, vitaminliymiş, hayır efendim hayır, melaminli süt o sizin içtikleriniz! Günümüzde kanser hastalığının artış sebebini bir düşün artık sen…” Vay, vayyy! Kanım donmuştu sanki üşüdüm. Biz şimdi çocuklarımızı yıllarca, melaminli süt mü içirmiş ve beslemiştik? Eşi yakınlardaki camiye doğru yol alırken, Aliye Teyze kederli kederli başını salladı: “İşte böyle kızım, ne sendeki dert bana, ne de bendeki dert sana uymuyor. Balık baştan kokuyor. Sana hakiki bir ayran hazırlayayım da iç.” Güleyim mi, ağlayayım mı, öylece küçük bahçelerinde kala kalmıştım. Ayranlarımızı içerken, elimdeki bardağı inceleyip durmuştum: “Ben şimdi eskiden olduğu gibi, gerçek sütten mayalanmış ayran mı içiyorum?” diye… Aliye Teyze, sordu bana: “Sahi, sen uzun zamandır görünmüyordun kızım! Seni hangi rüzgar itti buraya?” Keyfimin kaçıklığını mı anlatsam, bayram öncesi hüzünlerimi mi der dest etsem onun yaşlı gönül sayfasına, bilemedim: “Çay boyunca merkeze yürümek istedim teyzem. Baktım şu dikenleri gördüm. Adını bilmiyorum, ama bir dostun rahatsızlığına iyi geleceğini biliyorum. Toplamak istedim, ama poşetim yoktu. Senden isteyecektim teyzem.” Aliye Teyze gözlerini kısarak baktı; bakışları hemen çay boyunca bitmiş, olgunlaşmış dikenli kozalakları taradı: ” Ha, onlar mı? Onlara biz tantana deriz. Buralarda çoktur. Astıma ve hemoroite iyi geldiğini söylerler, dikenler eline batmadan topla, emi kızım? Sert dikenler parmaklarını deler, yara yapar. Sahi dur da sana bir torba getireyim, bizim barakadan.” Bir saate kadar Tantanalardan topladıktan sonra bayram öncesi elini öptüğüm ilk büyüklerimden biri olmuştu. “Ayran içtik ayrı düşmeyelim, sende bize gel olur mu Aliye Teyzem… Hayırlı bayramlar.” diye vedalaştık. “Sağ ol kızım. El öpenlerin çok olsun. İnşallah yolumuz düşerse uğrarız. Eşinle, çocuklarınla sağlıklı bir bayram geçirirsiniz inşallah, eşine selamımızı söyle.” — Emine PİŞİREN/Akçay 09.12.2010 Devam Edecek
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Emine Pişiren, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |