"Bazen bir mısra yaşamı değiştirir." -Kafka |
|
||||||||||
|
Öğrencileri huzur evine götürmekle görevlendirilen bir grup öğretmenin arasındaydım. Bu işi istemiyordum. Ama seçme şansım da yoktu. Bu tip ziyaretler hep yapılır. Ziyaretçiler, ellerinde hediyeleri ile gelirler, buradaki yaşlı insanlarla sohbet ederler, fotoğraf çektirirler ve tekrar geleceklerini söyleyerek giderler. Bizimkisi de buna benzeyecekti. Öğlene doğru huzurevindeydik. Bir yetkili, kurum hakkında bilgi verdikten sonra, gezdirmeye başlamıştı bizi. Yemek yenilen yer, televizyon izlenen salon, faaliyet odası ve daha bir sürü yer. Sıra sıra odaların bulunduğu bir katı geziyorduk. Bazı odaların kapıları açıktı. Gülümseyen ya da kederli yüzler merhabalarımıza karşılık veriyorlardı. Bir anda oldu her şey. Bir kadın bağırıyordu: “Kapat kapıyı lanet olası, kapat!” Koridorun sonundaki odanın önünde bizim bir öğrencimiz korkudan kekeleyerek duruyor ve odanın içersinden bir kadın bağırıyordu. Hemen yanlarına koşup ne olduğunu anlamaya çalıştık. Öğrencimiz, düşünmeden odanın kapısını açmış ve odanın sakini izinsiz kapısı açıldığı için çok sinirlenmişti. Benim öğrencim adına özür dileme çabam sonuç vermemiş, kadın “Burası sirk değil, görülecek hiçbir şeyimiz yok bizim!” diyerek, kapısını kapatmıştı. Bu cümle beni öyle bir sarsmıştı ki. Zaten istemeden, hiç anlamlı bulmadığım bu ziyarete dahil olmuştum ve bu kadın haklıydı. Demek ki bu tip gruplar halinde yapılan yüzeysel ziyaretler böyle algılanabiliyordu. Kim bu şekilde ziyaret edilmek isterdi ki? Çok üzülmüştüm. Üzüntüm kadının bağırması değil, onu bu noktaya getirdiğini tahmin ettiğim duygulardı. Gelen ziyaretçiler, açık olan kapılardan başlarını sokuyor, selam veriyor, hal hatır sorup diğer bir odaya yöneliyordu. Başka bir gün başka bir grup geliyor ve aynısı oluyor. Hiç bir duygusal temas yoktu aslında. Yetkili bizi teselli etmeye çalıştı: “Kusuruna bakmayın bizim Sıdıka Hanım’ın. Ziyaret günleri daha bir sinirli olur. Aksidir biraz sağ olsun.” Saraylı diye takılırlarmış ona. Aslında çok görgülü bir kadınmış. Buraya geldiği günden beri küskünlüğü geçmemiş. Başka bir şey dinlemek istemiyordum. Ama sanki yetkili sorsam her şeyini anlatacaktı Sıdıka Hanım ‘ın. Kadıncağıza zaten bir saygısızlık yapılmıştı. Uzaklaştım grubun yanından. Bir hafta sonra tekrar aynı yerdeydim. Önce telefon edip uygun bir zamanda Sıdıka Hanım’ı ziyaret etmek istediğimi ve ona bu ricamı iletmelerini söylemiştim. Yanıt olumluydu. İşte Sıdıka hanım’la dostluğumuz böyle başlamıştı. Asil bir hanım efendi gibiydi bana hoş geldiğimi söylerken. Tane tane konuşuyordu yumuşak bir ses tonuyla. Beyaz saçlarının arasındaki siyah saçlar yaşlanmaya direniyor gibiydiler. Güzel bir kadındı. Saçlarını yanlardan tokayla toplamıştı. İnsan ona ilk defa baktığında, kendisine özendiğini anlıyordu. O da üzgündü yaşananlar sonucunda. "Üst üste gelen gruplar beni boğdu. Kapımı kapatsam da kilitlesem de, mahremiyetime saygı duyulmadığını hissediyorum bazen” dedi. İnsanların buraya sergi gezer gibi geldiklerinin farkında bile olmadıklarını düşünüyordu. "Belki çok iyi niyetliler ama o teyzecimli yapmacık sohbetler, sen bizi buralara düşmekten koru tanrım bakışları, bizleri üzebiliyor.” Kimsenin buraya görev bilinciyle, iyilik yapıyorum duygusuyla gelmesini istemiyordu. Ama yine de bağırmasından dolayı çok özür diledi. Onu sık sık ziyaret ediyordum. Arkadaşlığından keyif alıyordum. Genelde o beni tanımaya yönelik sorular soruyordu. Sanki ona sormamı istemiyordu buraya neden geldiğini. Oysa sormayacaktım. Hiç sormadım. Ben ona kendimi anlatırken onu da tanıyordum çünkü. Bana anılarını anlatırken, bazen fotoğraflarını da gösteriyordu. Bir kutunun içinde birçok fotoğraf vardı. Ayrıca bir sürü de albüm. O içinden seçtiği bazılarını eline alır ve kutuyu tekrar kapatırdı. Bana hangi fotoğraflarını göstereceğini sanki önceden ayarlıyor gibi gelirdi bana. Bir defasında eline aldığı bir fotoğrafa bakmış ve bana göstermeden tekrar kutuya koyarken,"Kim bu ?"deyivermiştim. Siyah beyaz bir fotoğrafta sekiz on yaşlarında bir kız çocuğuydu bu. Anlamıştım bu soruyla onun öyküsüne parmak bastığımı. “Annem” dedi. “Çocuğunuz ya da torununuz sandım. “ dedim. “Bu yaşlı kadının da bir annesi vardı ve o anne de bir zamanlar çocuktu.” diyerek fotoğraf kutusunu kapatıp dolaba koymuştu. Sonra başka bir konuya geçivermişti. Merakım yüzünden utanmıştım. Benimle annesi hakkında konuşması çok sonra olmuştu. O benimle ilgili pek çok şeyi öğrendikten sonra. Annesi ile ilgili hissettiği en yoğun duygunun öfke olduğunu söyledi. Birçok insanın da böyle hissettiğini ama sakladıklarının ekledi. “Öyle yoğundu ki anneme öfkem, asla çocuk sahibi olmak istemedim. Kimsenin bana böyle öfke duymasını istemedim. Herkes bir şekilde babasına annesine benzer çünkü.” Kendi annesine karşı duyduğu öfke sonucu yaşadığı vicdan azabından bahsetmiş, kendi çocuğunun da bu şekilde sıkışıp kalmasını istememişti. Bu konuşmanın sonrasında bana üzümlü kurabiye ikram ettiğini ve bir zamanlar yaptığı nefis kurabiyeleri anlattığını hatırlıyorum. Kendi yaşamı ile ilgili bir şeyler anlatırken birden sıradan konulara geçivermesindeki ustalık beni şaşırtıyordu. Onunla saatler süren havadan sudan sohbetlerin arasına gizliyordu kendini. Ben de tek tek özenle ayırıyordum cümlelerini. Pek çok arkadaşı vardı. Kocasını kaybedeli çok olmuştu. Tekrar evlenmemiş,yalnız yaşamıştı.Zorlandığını hissettiğinde de buraya gelmişti. “İki can dostumla geldim buraya. Beraber olunca alışmak zor olmadı.Onların çocukları falan var,zaman zaman gelirler.Benim çocuğum olmadığı için yol da gözlemem,kimseye sitem de etmem.” Bir gün birlikte dışarıya bile çıktık. Öğle yemeği yedik. Hatta bana kahve falı baktı.Bir film üzerinde konuşurken ,annesinin babasını aldattığını söyleyivermişti birden bire. Annesi, ailesi aşık olduğu adamla evlenmesine izin vermeyince,apar topar babasıyla evlendirilmiş.Yıllar sonra sevdiği adam onu bulmuş ve gizli gizli buluşmuşlar.Babası öğrenmiş ve boşanmışlar. "Hiç göremedik annemi o zamanlar. Bize babaannem baktı. Babaannem ölene dek annemi sayılı kez görebildik.Babaannem ölünce bizi annem yanına aldı çünkü babam bize bakacak durumda değildi.Annem bize sarılır sarılır ağlardı.Biz affetmedik onu.Ailemizin dağılmasından onu sorumlu tuttuk.Annem bir zamanlar sevdiği adamla evlenmişti.Ne büyük bir aşkmış onlarınki,ancak yaşlanınca anladım.” Bir solukta anlatmıştı. Sık sık onu görmeye gidiyordum. Bir tören gibiydi fotoğraflarını bana göstermesi.Bir kaç fotoğrafı ayırıyor ve kutuyu kapatarak,başlıyordu elinde tuttuğu fotoğrafların hikayelerini anlatmaya. Birlikte bir fotoğraf çektirdik. Onun fotoğraf kutusunda artık benim de bir fotoğrafım vardı. Belki ikimizin hikayesini de bir başkasına anlatırdı bu fotoğrafa bakarken. Ama buna vakti olamadı. Bir gün ansızın arkadaşlarından biri ölüverdi. Yakın dostlarından birini kaybetmek onu çok sarstı. Ona göre yeni dostlar edinemeyecek yaştaydı ve gidenlerin yerinin doldurulamayacağı yaşların çok ağır olduğunu söylüyordu. Bir daha onu yemeğe götüremedim. Sanki tüm umutları sönmüştü. Dışarı çıkmak istemiyordu. Hep annesini anlatıyordu. Sıdıka hanım ömrünün son demlerinde,“Şimdiki aklım olsaydı başka olurdu “diyordu. Artık kendisine eskisi gibi özen göstermiyordu. Hep dalgın bakıyor,sanki nefes almakta zorlanıyordu. Kısa bir süre sonra onu da kaybettik. Belki tam zamanında tanımıştım Sıdıka Hanım'ı, ama çok erken kaybetmiştim. Bana fotoğraflarını bırakmış. Annesi, babası, kardeşi, kocası, annesinin sevdiği adam… Bir kutunun içindeydi tüm hayatı. Ben o çok değerli kutunun içinde bir yerlerde kendimi bulacağımı hissetmiştim. Bir sürü fotoğraf, bir sürü. Çok azını görmüştüm ve sadece onların hikâyelerini biliyordum. Sık sık bakıyordum fotoğraflara. Hiç birini tanımıyorum. Onların gerçek hikâyelerini bulmam imkânsızdı. Bu hikâyesizlikleri dokunuyordu bana. Ona söylemek istediğim ne çok şey vardı. Sormak istediğim ne çok soru kaldı. Bazen geceleri uyku tutmuyor, kalkıp çay demliyorum kendime ve oturup masaya onu düşünüyorum. Belki de hikâyeler hiç tamamlanamıyor, hep yarım kalıyor. Belki de insan ömrü hikâyesini tamamlamaya yetmiyor. Ondandır hep yarım kalmışlık duygumuz, zamansız ölüm yakınmamız… Kendimi de fotoğraflarla birlikte o kutunun içinde sıkışıp kalmış gibi hissediyordum. Artık sahibi bu dünyada olmadığı için hikâyesiz kalan bu fotoğrafların hikâyelerini tek tek yazmak istediğimi fark ettim. Onlara hikâyeler uyduruyorum. Yeni ya da yalan bir hikâye, hikayesiz kalmalarından daha iyi geliyor bana. Hikâyesini yazdığım her fotoğrafı artık başka bir kutuya koyuyorum. Sıdıka Hanım'ı çok özlüyorum. Bazen ona mektup bile yazıyorum. Adresi olmayan mektuplarım çoğaldıkça, hikâyesiz fotoğraflar azaldıkça, yaşamın önünde sonunda geriye kalan bir kaç fotoğraf olduğu gerçeğiyle daha iyi başa çıkabiliyorum. Hilal FIRTINA
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hilal Fırtına, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |