Öyle yaşamalısın ki ölünce mezarcı bile üzülsün. -Mark Twain |
|
||||||||||
|
Baharın yaklaştığı günlerdi. Öğleden sonra iş dönüşü annemin evine uğramış, kitaplığında aradığım bir kitabı bulmaya çalışıyordum. O sırada elime geçen bazı kitaplarla da ilgileniyor ve bir an önce bulmam gereken kitaba gecikiyordum. Sosyal psikoloji ile ilgili bazı araştırmaların olduğu bu kitabım bir arkadaşıma lazım olmuştu. Onu bir süre önce anneme verdiğim için bugün annemin evinde onun kitaplığını karıştırıyordum. İki sene önce öğretmenlikten emekli olan annemin çok zengin bir kitaplığı vardı. Çok severdim annemin kitaplarını. Bu kitaplık üç beş yılda bir yanına üzerine bir raf eklenmesiyle sürekli büyürdü. Her kitabın arasında istisnasız bir kâğıt parçasına, bir nota, bir fotoğrafa rastlamak mümkündü. Annemin kendi el yazısıyla kitapların köşelerine iliştirdiği notları okumak çok hoşuma giderdi. Çok önemliydi annem için kitaplar ve okumak. Hiç unutmuyorum bir gün ansızın anneme neden babamın olmadığını sorduğumda, annemin kitaplarla dolu çalışma odasındaydık. "Baban yok değil kızım, herkes gibi senin de bir baban var ama nerde ne yapıyor bilmiyorum, yıllar oldu gideli” demişti. Ben doğduktan altı ay sonra babam, annemle yaptığı şiddetli bir kavganın sonunda evi terk etmiş. Annem uzun zaman ondan haber alamamış. Çok sevdiği kocası baba olur olmaz çok değişmiş. Kendisinden beklenmedik bir şekilde sorumsuzca davranmaya başlamış. Annem babamın hayatına günü birlik birçok kadının girdiğini öğrenmiş. Çok kırılmış ama kendisini babamdan ayrılacak kadar güçlü hissetmemiş. Ateşli bir çocuk hastalığından dolayı iki gün hastaneye yatırmışlar beni. Annem babama ulaşamamış. O zamanlar cep telefonu yokmuş tabii. Babam anneme hiç haber vermeden iş yerinden izin alarak şehir dışına çıkmış. Döndüğünde sinirleri iyice yıpranmış olan annemle yaptıkları kavgadan sonra “Bu ev bu ilişki beni boğuyor .” diyerek gitmiş. Benimle hiç ilgilenmemiş bile. Hasta olan kızına bir kez bakmamış bile. Bu olaydan kısa bir süre sonra evde kimse yokken babam eve gelmiş. Kendine ait eşyaları ve almayı uygun bulduğu bir iki şeyi kapıda bekleyen bir arabaya yüklemiş. Anneme de bir mektup bırakmış. Üzgün olduğunu, ama buralardan gitmek istediğini, evliliğin ve çocuk sahibi olmanın kendisi için bir hata olduğunu belirterek annemden özür dilemiş ve boşanmak istediğini belirtmiş. Uzun bir mektupmuş bu. Ama başka neler yazmış babam hiç öğrenemedim. Annem döner diye beklediği kocasının gidişi karşısında büyük bir hayal kırıklığı yaşamış. Hemen arkasından boşanmışlar. Annem “Senin baban var ama nerde, bilmiyorum “ dedikten sonra bana duvarlar boyunca uzanan kitaplığını göstererek “Ama bak bir sürü kitabın var” demişti. O zamanlar bunun ne demek olduğunu anlamamıştım. Daha okuma yazma bile bilmiyordum. Ama yıllar boyunca babasızlığımın acısını kitap okuyarak dindirmeye çalışırken annemin ne demek istediği anlamış ve okuduğum her kitapta aslında babamı bulmaya çalışmıştım. Babama duyduğum öfke ile baş etmem çok zor olurdu. Okulda aile konularının işlenmesi, yeni gelen öğretmenlerin baba mesleğini sormaları beni acı ve utançla baş başa bırakırdı. Utanırdım, çünkü babam için çok değersizdim. Benimle hiç ilgilenmemişti. Kendimi zavallı hisseder, yok olmak isterdim. Boşanmanın ardından babaannemin zoruyla babam beni birkaç kez görmüş. Babaannem beni kendi evine götürürmüş ve babam orada görürmüş. Sonra babamın yurt dışına çıktığını, yabancı bir kadınla beraber olduğunu annem babaannemden öğrenmiş. Babaannem yıllarca çok sevdiği küçük oğluna hasret kalmış. Amcam uzak bir şehirde eşi ve bir çocuğuyla birlikte yaşardı ve annesinin kardeşine duyduğu farklı sevginin altında ezildiği için dört beş yılda bir zorla gelirdi. Bu sebepten amcamı yaşamım boyunca üç beş kez görmüşümdür. Zaten sevmediği ve kıskandığı babamın çocuğu olarak bana hep sert bakar ve bakışları beni ürkütürdü. Amcam tüm ezikliğine karşın babaanneme yaşaması için gereken maddi desteği sunar, çok genç yaşta kocasını kaybetmiş babaannemin rahat yaşamasını sağlardı. Ama babaannem yurtdışında olan sevgili oğlunu özlemekle o kadar meşguldü ki, amcamın kendisi için yaptıklarını hiç görmez, amcamı nedense hiç önemsemezdi. Babamın iyi bir insan olduğunu, beni sevdiğini ve görmeye geleceğini anlatırdı babaannem. Babamla ilgili sorularımı hep babaanneme sorarmışım. Beş yaşlarında olduğum o günleri hayal meyal hatırlıyorum. Sanıyorum babaannem babamın bu yaptığından onu sorumlu tutmamış, bunu babama yakıştıramamış, onu hep birilerinin etkilediğini, hatta büyü yapıldığını söyleyip durmuş. Sonradan öğrendiğime göre anneme de için için kızarmış. Annemin dır dır yaptığını, oğlunu boğduğunu, hiç hesapta yokken hemen hamile kalarak oğlunu zor duruma falan soktuğunu anlatırmış komşulara. Şimdi düşünüyorum da babaannem babamı o kadar sevmekle, kayırmakla hiç iyi etmemiş. Belki babasız büyümemin en önemli sebebi buydu. Aşırı şımartılmaktan hiç büyüyemeyen babam, bir çocuğu olduğunu anlayamamıştı. Sorumluluklarını bilen, kararlar alan, duygularını belli etmeyen, bağımsız annem babama sanırım görmek istemediği şeyleri hatırlatırdı. Beklenmedik bir anda benim doğmam, şimdi düşünüyorum da babamı ne kadar zorlamıştır. Babaannem öldüğünde altı yaşlarındaydım. Babama ulaşılamamış yine. Amcam kendisinden sevgisini esirgeyen annesine son görevini yaparak bir daha uğramamak üzere gitmiş buralardan. Babam haftalar sonra gelebilmiş, halledilmesi gereken bazı yasal işler nedeniyle. O günlerde bir pazar günü beni alıp lunaparka götürdüğünü hatırlıyorum. Eve nasıl geldi, annemle ne zaman konuştular hatırlamıyorum. İstemeyerek ama ses çıkarmadan babamın elini tutmuş, hiç konuşmadan onun bana aldığı pamuk şekeri yemiştim. Sonrasında babamla birkaç telefon görüşmem oldu. Ergenliğimin en ateşli günlerinde ona bağırmış, hesap sormuş,neden beni terk ettiğinin yanıtlarını alamamıştım.Bu konuşmalarımız sırasında ben öfkeyle haykırırken babam ağlardı. O zaman ona acırdım. Nefretin yanında bu acıma duygum beni kızdırır, neye kime öfkeleneceğimi bilemezdim. Amcamı da bir kez aramıştım. Ama çok soğuktu bana. Acı içinde geçen yalnız çocukluğunun sebebi olarak gördüğü kardeşinin çocuğuydum ben. Ne beni görmek ne de o günleri hatırlamak istemediği belliydi sesinden. Oysa ortak noktamız aynıydı: İkimiz de babam yüzünden acı dolu bir çocukluk geçirmiştik. Annem birkaç kez babama ulaşıp benimle ilgilenmesini istemiş. Babam “Hayır” dememiş ama bir iki kez para yollamak dışında ilgilenmemiş tabii. Hayatını yurtdışında geçirmiş. Babamı hayal bile edemiyordum o zamanlar. Hatırladığım tepesi saçsız başı ve bıyıkları. Gerisi yok. Sanki onu tamamen yok etmek, adını, varlığını, hayalini kazımak istiyordum beynimden. O sırada telefon çaldı. Öyle dalmışım ki, olmamam gereken bir yerde aniden yakalanmışım gibi hissetmiştim. Annem nasılsa evde değildi ve benim de telefona bakmama gerek yoktu. Telefonun çalması kesilince biraz rahatladım. Annemin okuma koltuğuna oturup dinlenmek istedim. Ne kadar da yorgun hissetmiştim kendimi.Bir kitap ararken kitabı bulmak yerine neler neler gelivermişti aklıma. Beynimden kazımak için uğraştığım babamın soyadını taşımak çok ağır gelirdi bana. Ben annemin soyadını taşımak isterdim. Annemin yapmaya çalıştığı açıklamaları hiç anlamaz, onu erkenden evlenip babama ait bu addan bir an önce kurtulmakla tehdit ederdim. Ama yıllar sonra evlenirken eşimin soyadının yanında kendi soyadımı da kullanabilmek için dilekçe vermiştim nikâh memurluğuna. Annem bu duruma şaşırmış, bir şey sormamıştı. Sorsaydı eğer bir yanıtım yoktu o zamanlar. Bugün de öyle kolayca dile getirebileceğim bir yanıtım yok. Ama içimde bir yerlerde niye böyle istediğimi biliyorum diye düşünüyorum. Tekrar kitaplara bakarak aramayı sürdürüyordum. Telefon bir daha çalmaya başlamıştı. Arayan aynı kişi miydi acaba? Bu ne ısrardı böyle? Ya önemli bir şey varsa? Açsam mı? Ben ne yapacağıma karar veremezken, telefon susmuştu. Birkaç dakika sonra nihayet aradığım kitabı bulmuştum. Yorucu bir iş olmuştu bu. Bir sürü hatıra sanki uzun zamandır güneşe hasretmişçesine, küçücük bir çatlaktan sızan ışığa kanıp çıkıvermişlerdi dışarıya. Bir kahve içmeden annemin evinden ayrılmak istemedim. Bir fincan kahve tekrar her hatırayı yerli yerine koyabilirdi. Kitabı çantama koyup, mutfağa yollandım. Annemin şirin mutfağında kahvemi yudumlarken, benim ve kızımın fotoğraflarının süslediği buzdolabına baktım. Dolabın yan tarafında kızımın yaptığı bir resim. Çocuk, pastasındaki mumları üflerken, anne ve babası gülüyorlar kocaman ağızlarıyla. Ben hiç anne, baba ve çocuk resmi yapmış mıydım acaba? Fincanı ve cezveyi yıkadıktan sonra, çarşıda ya da yürüyüşte olabileceğini düşündüğüm anneme kısa bir not bırakıp çıktım. Merdivenlerden hızla inerken, kitabı da çantamdan çıkarmıştım. Aklıma takılan bir şeye bakıyordum. Annem bu kitaba da o zarif yazısıyla notlar düşmüştü küçük küçük. Birden arasındaki vesikalık fotoğrafı fark ettim. Siyah önlüklü beyaz yakalı bir erkek öğrenciye aitti bu fotoğraf. Arkasında bir yazı yoktu ama bunun annemin eski öğrencilerinden birine ait olduğunu anlamıştım. Bakışları nasıl da ürkekti. Fotoğrafı tekrar kitabın arasına koyarak, otobüs durağına doğru hızlanmıştım. Otobüsten inip arkadaşımın iş yerine vardığımda akşam olmuştu. Ona kitabı verirken son anda arasındaki fotoğrafı anımsadım.Onu alıp cüzdanıma koymam en iyisiydi. Evime doğru yürürken tekrar fotoğrafa bakmak istedim. Beni etkilemişti bu yumurcak öğrenci. Onun hikâyesini en kısa zamanda öğrenmeliydim annemden. Adı neydi? Dersleri nasıldı? Annemin çok sevdiği bir öğrencisi olmalıydı. Fotoğrafı tekrar cüzdanıma koyup evime vardığımda, annemi aradım. Bugün ben oradayken çalan ama benim açmadığım telefonu bu kez ben çaldırıyordum. Annem gelmişti. Biraz sohbet ettikten sonra kitabın arasında öğrencisinin fotoğrafını da yanlışlıkla aldığımı, ama en kısa zamanda vereceğimi söyledim. Annemin “Ne fotoğrafı?” deyişine, şaşkınlığına o zaman bir anlam veremeyip, çok da önemsememiştim. Gece kızım ve eşim uyuduktan sonra biraz kitap okudum. Ertesi gün için çantamı hazırlarken elime tekrar o fotoğrafı alıp dalıp gittiğimi anımsıyorum. Büyük bir yoksunluk hissetmiştim bu çocuğun bakışlarında. Asi ama yoksun bakışlar. Hiç tebessüm yok. Bu çocuk sanki hiç içten gülmemiş gibi. Nasıl gülerdi acaba? Onu kucaklayıp, güldürene kadar gıdıklamayı istedim. Sanki istemeden zorla çektirmişti bu fotoğrafı. “Siz zorla çekiyorsunuz benim fotoğrafımı ama ben de gülmeyeceğim işte” dercesine asi bakmıştı. Haylaz, yaramaz, belki öğretmeninin yaka silktiği, anne babasının bir türlü anlayamadığı bir çocuk. Geceleri sanki yatağında ağlıyordu bu çocuk. Belki de büyüdüğü halde hala yatağını ıslattığı için utanıyordu. Saçları kısacık, ürkek bir çocuk… İçimde ona karşı bir acıma, şefkat duygusu uyanıvermişti. Bu çocuk şimdi kimbilir nerede, ne yapıyordu? Annem bu fotoğrafı benden birkaç ay önce aldığı bu kitabın arasına koyduğuna göre, değer verdiği bir öğrencisine aitti. Fotoğrafı cüzdanıma koyup yattığımda hala düşünüyordum. Anılar, acılar, mutluluklar bir fotoğrafta donduruluyordu. Bu donmuşluğu bir gün birinin bakışları eritebiliyordu sanki. Ne tuhaftı bugün artık olmayan anların fotoğraflardaki donmuşluğu. Fotoğraflarda donmuş kalmış çocukluklar, ürkek bakışlar… Bu çocuk büyüdüğünde nasıl bir yetişkin olmuştu acaba? Annemle iki gün sonra buluştuğumuzda cüzdanımı açıp fotoğrafı anneme uzatmıştım. Onun şaşkınlığına şaşırmıştım. “Sana verdiğim kitabın arasında buldum bu öğrencinin fotoğrafını. Dedim ya telefonda. Çok duygulandırdı beni, içimi acıttı.” Annemde ses yok. Elindeki fotoğrafa bakıyor anlamsız. “Şimdi burada olsa onu kollarıma almak, sarılmak, onu çok sevdiğimi söylemek isterdim.” dedim. Annemin gözleri neden dolmuştu? Belli ki bu öğrenci onda derin izler bırakmıştı. “Anne, kim bu çocuk ya?” dedim sıkıntıyla. “Çok sevdim ben onu.” “Sev onu kızım sev, o da tüm çocuklar gibi masum ve yalnız bir çocuk “deyiverdi. “Adı neydi bu öğrencinin? “İsminin bir önemi yok. O da bir çok çocuktan biri. Sokakta gördüğün çocuklardan biri. O da büyüyünce pek çok hata yapacak olacak bir çocuk işte.” Annem durdu, derin bir nefes aldı. “Sev onu kızım sev.” Derin bir nefes daha aldı. Annemin bu halleri garibime gitmişti. “Çocuklar hangi çağda, hangi zamanda olursa olsunlar masumdurlar. Bir yetişkini ancak onun da bir zamanlar çocuk olduğunu hatırlayarak affedebiliriz” dedi. “Kim bu çocuk anne? “Bu çocuk büyüdüğünde çok hatalar yaptı dersem ne dersin?” Şaşırmıştım bu soru karşısında. “Bilmiyorum anne, ben sadece bu çocuğu çok sevdim. Etkiledi beni bakışları. Hata yaptıysa bile ne olur? Kimbilir ne gibi sebepleri vardı? Hangimiz hata yapmıyoruz ki?” Annem, gözlerini silerek bana baktı. Sanki bu zamanı bekliyormuş gibiydi. Sanki o fotoğraftaki çocuk gibi bakıyordu: Suskun ama söyleyecek çok şeyi var. “Anneciğim, ne oluyor sana böyle, bir sorun mu var? Kim bu çocuk, söylesene.” “Bu çocuk… Kızım bu fotoğraftaki çocuk, büyüdüğünde senin baban olmuştu” “Ne! Bu benim babam mı?” Bir sessizlik. Uzun mu kısa mı, hatırlamıyorum. Şok olmuştum. Beni terk eden, için için kendisinden nefret ettiğim babamın bir zamanlar çocuk olmuş olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Öyle bir çocuk ki, bakışları beni çok etkilemiş, onun canlanmasını, ona sarılıp tüm kederini dindirmeyi istemiştim. Ben babamı kollarıma alıp, “Tamam küçüğüm, bitti her şey, artık güvendesin” demek istemiştim. Olduğum yerde kalakalmıştım. Sevgi ve nefretin içimde giriştiği ve hiç bitmeyecekmiş gibi gelen korkunç savaşın sonlarına gelmiştim demek ki. Annem “Baban yok ama kitapların var.” Demişti. Ben her kitapta babamı aramıştım. Sonra bir gün bir kitabın arasında bulduğum bir çocuk bana babamı sevebileceğimi fark ettirmişti. Babamı bulmuştum. Bir çocuk sayesinde babamı bulmuş ve onu ne kadar çok sevdiğimi anlamıştım. Annem, elinde fotoğraf ağlayarak bana bakıyor. “Biz sevgiyi ancak ve ancak çocuklardan öğrenebiliriz sevgili kızım .” diyor en öğretmen sesiyle. Annemin elindeki fotoğrafın buzları çözülmeye başlıyor. Bütün anıların, duyguların, öfkelerin buzları çözülüyor. Gözyaşlarım eriyor. İçimdeki yıllardır donmuş olan sevgi yavaş yavaş eriyor. Erime damla damla akıyor gözlerimizden. Bazı şeyler ancak olması gerektiği zamanda oluyor. Ben o çocuğu seviyordum. Kendi çocuğumu sevdiğim gibi. İşte, benim babamı bulduğum ve affettiğim gün o gündür. Şubat 2010
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hilal Fırtına, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |