Milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar, mahvolur. -Atatürk |
|
||||||||||
|
Çocukken annemle bindiğimiz kalabalık, itiş kakış otobüsleri hatırlıyorum ama. Kendimi kapanda hissederdim.Bir an önce inebilmek isteğiyle daha kaç durak kaldığını sorardım anneme.O hep aynı yanıtı verirdi: “Az kaldı kızım,çok az kaldı.” Sonra sonra bu yanıtın doğru olmadığını, bana bitmeyecekmiş gibi gelen o yolları gide gele öğrenmiştim. Her otobüse bindiğimizde yine de sorardım anneme, daha çok var mı, diye.Alacağım yanıtı bilirdim ama belki bu kez doğruyu söyler diye midir,nedir, yine de sorardım. Arada trene binerdik. Çok severdim trene binmeyi. Oysa trenle gidilebilecek yerler azdı bizim yaşamımızda. Genelde Alsancak’ta bir işi olduğunda annemin, otobüs yerine trenle giderdik. İstasyonda indiğimizde annemin hızlı adımlarına koşarak yetişirken, dönüşte de trene binelim, diye pazarlık yapardım. Dört nala giden trende kendimi mutlu ve özgür hissederdim. Trenlerin asla durmadığını,her türlü engeli aşa aşa her yere ama her yere gidebileceğini düşünürdüm. Ben dünyadaki bütün trenlere binmek isterdim. Oysa hızla, çok hızla, sonsuzluğa giden bir trene binmek istediğimi çok sonra anlayacaktım. Yıllar sonra üniversiteye giderken de binmeye başlamıştım trene.Tren aynı trendi. Çocukluğumun hızlı treni. Hatta o kadar hızlı giderdi ki, bazen yetişemezdim, kalakalırdım istasyonda bir başıma. Hemen hemen her gün Buca’dan otobüse binip Basmane’ye giderdim. Gişeden biletimi alırdım. Basmane-Bornova,v.u.k.yönet.hük.dahil değildir yazısını, seri numarası ve tarihi dışında hep aynı olan bileti ille de okuyarak. Sonra okula servis konulunca, arasıra binmeye başlamıştım trene. Bir gün onca koşmama rağmen yetişemeyip ardından bakakalınca, bana kırgın olduğunu düşünmüştüm. Bazı sabahlar evime çok yakın olan duraktan servise mi bineyim, yoksa en az yarım saatlik otobüs yolculuğundan sonra, trene mi bineyim, diye kararsız kalırdım. Üniversite bitince, ben o güne dek yaşadığım kararsızlıkların çok daha büyükleriyle ömrün boyunca boğuşacağımı da öğrenmeye başlamıştım. Ama ne güzeldi ki yine trene biniyordum. Bu kez işime giderken Buca-Alsancak hattındaki trenle yolculuk etmeye başlamıştım. Sabah erkenden yola çıkar ve daha çokça vakit olmasına rağmen, sanki son dakikalarmış gibi koşarak varırdım istasyona. Severdim biraz sonra kalkacak olan trene son anda yetişmişim duygusunu. Sonra durup bakardım, her gün gördüğüm insanların gelip gelmediğine. Bu benim her zamanki halimdi işte. Ak sağlı orta yaşlı bey gelmiş, çoktan, sigarasını içiyor bile. Kırk yaşlarında, uzun saçlı,genelde kırmızı kıyafetler giyen, evde kalmış kız kurusu dediğim bayan da, elinde sefertasları ağır ağır geliyor . On altı onyedi yaşlarındaki sarışın delikanlı, kolları hafif kısa gelen montunun cebine ellerini sokar, üşüdüğü her halinden belli, esneyerek treni beklerdi. Hep uykusu vardı. Kim bilir ne zor olurdu uyanmak onun için. Pişmandı okulu bıraktığı için belki. Yoksa babasını kaybettiği için annesine ve kardeşlerine bakmak zorunda mı kalmıştı? Genelde etek ceket takım giyinen kısa saçlı hoş bayan, benden sonra gelirdi. Yüksek topuklu ayakkabılarının sesini duymak hoşuma giderdi. Bankacı ya da devlet memuruydu bana göre. Aynı kompartımanda oturduğumuz zamanlar görürdüm; hep kitap okurdu. Belki küçük bir çocuğu vardı evde babaannenin baktığı. Akşam iş dönüşü kapıda sıkıca sarılır öperdi annesinin mis kokulu yanaklarını. Bir diğeri daha vardı ki, hep benden önce gelmiş olurdu. Elinde Samsun sigarası genelde volta atardı. İşte o zaman bir rahatlama duyar, alırdım tren biletimi. Sonra ben de onun gibi başlardım volta atmaya. Her sabah gözlerim ilk önce onu arar olmuştu. Hiç fark etmeden alışıvermiştim istasyonun onunla birlikteki görüntüsüne. O olmayınca sanki fotoğraf eksik kalıyordu. Sıkıntılı bir şekilde, peşi sıra içerdi sigaralarını. Hep aynı gömleği giydiğini düşündürecek kadar sık giyerdi dikine beyaz çizgili, mavi gömleğini. Esmer, iri gözlü ve oldukça geniş alınlıydı. Yürüyüşü bir tuhaf gelirdi bana. Sanki ayak uçlarına basardı yürürken. Akşam evine gitti¬ğinde onu ilgiyle karşılayan, yemeğini yapıp çamaşırlarını yıkayan , hatta sabahları sevgili oğlunu şefkatle uyandıran, her gün neler yap¬tığını ısrarla öğrenmek isteyen bir annesi var gibime gelirdi Onu yakından tanımayı hiç istemedim. Ben onu her gün görmek istiyordum istasyonda. O sadece burada ve bu şekilde anlamlıydı benim için. Çok tanıdık bir insan gibi gelirdi bana. Onca anıyla, düşle dolu dünyamda gizemli bir yeri vardı. Benim hiç bitmeyen raylarımda, durmamacasına giden trenimi, her sabah işe gidiyor görüntümün ardında trene neden geldiğimi bir o biliyordu. Ben de onun sıkıntılı volta atışlarının, dalgın bakışlarının nedeninin, benim istasyona geliş nedenimle aynı olduğunu hissederdim. Bakışlarımız çok uzaklarda birleşir ve birlikte beklerdik aynı treni. Nerde çalışıyordu, kim bilir? Her sabah trende görürdüm onu ama akşam dönüşte hiç rastlamamıştım. Bir gün bilet alırken önümde duruyordu. Elindeki naylon dosya içinde birtakım kağıtlar vardı. Birine gözüm ilişti. Fotoğrafı yapıştırılmıştı. Bir zamanlar bıyıklıymış. Nerdeyse kolunu dürtüp, bu halin daha güzel, sakın bir daha bıyık bırakma, demek istedim. Deseydim tuhaf olduğumu düşünür müydü? Hiç tanımadığım bir insanı bu kadar düşünmek, onu kafamda istediğim gibi şekillendirmek, istasyonda göremediğimde ağlarcasına üzülmek...Tuhaftı tabii ama ben bu tuhaflıklarımdan besleniyordum o zamanlar. Acaba benim her gün görmeye alıştığım bu insanlar,istasyonda ben olmadığım zamanlar hissederler miydi yokluğumu? O hisseder miydi? Onların her sabah işe giderken geldikleri bu istasyondaki resimleri nasıldı, kim bilir? Dört bir yandan gelip aynı trende buluşan bu insanlar, tren durduğu zaman aceleyle inerlerdi. Bir kısım insanlar bir kapıdan diğerleri bir kapıdan terk ederlerdi istasyonu. Yaya geçidine giden insanların içinde olurdum hep. Yeşil ışığın yanması, artık herkes kendi yoluna anlamını taşırdı. Karşıya geçince dağılır ve yarın aynı saatte, aynı yerde buluşmak üzere ayrılırdık; birbirimizden habersiz ve sözleşmeden. Ama sözleşilmeyen o yerde, sözleşilmeyen o zamanda her gün buluşurduk. Hal böyle iken,güneş bir doğup batıp,yağmurlar akıllarına estiği gibi yağarken,tren hala hızla gidiyordu.Hiç durmayacakmış gibi ama hep durup beni hayal kırıklığına uğratarak. Beklenen tren çok gecikmişti.Oysa gelecekti dörtnala,bağıra bağıra. Düşlerimde hiç durmadan giden bir tren olduğu müddetçe sürecekti bu duygu. Hayatım devam ediyordu.İşe gidiyordum.Arkadaşlarımla buluşup sohbet ediyor,sinemaya gidiyordum.Fıkralar anlatıyordum.Ailemle herkesin ailesiyle olduğu gibiydi ilişkilerim.Kimse bilmiyordu bendeki enerjinin nedenini. Kimse bilmiyordu hiç tanımadığım ama benim en yakınım olan birisi için günlüğüme sayfalarca yazdığımı. Kimse bilmiyordu benim bu normal görünümüm ardında olup bitenleri. Ben normal yaşantımı sürdürebilmek için böyle, herkes tarafından anlaşılmaz, hatta belki tuhaf olabilecek bir durumu yaşıyordum.Yani pek çok insan için anormal sayılabilecek olan duygularım, benim normal hayata uyumumu sağlıyordu aslında. Onu çok merak ederdim. Nelerden hoşlanırdı? Evinde neler yapardı?Nasıl uyurdu? Kim bilir nasıldı kokusu? Ben onu merak ettikçe sorularımın yanıtlarını onun için günlüğüme yazdığım öykülerde bulurdum. Öykülerimde hep onu anlatırdım. O öykülerimde kimlik bulmuştu. Her gün trenle işe giden, düşünceli, kitap okumasını seven, müziği seven, düzenli, duyarlı ve güvenilir birisiydi. Ben her sabah istasyonda onu görür ve akşam günlüğüme onu yazardım.Sabah gördüğüm bu yabancı, benim günlüğümdeki en yakınımdı. Yazardım, sayfalarca yazardım. Yazdıkça hem onu hem kendimi bulurdum. Ya da hem onu hem kendimi kaybederdim. O,çok yabancıydı. O,çok tanıdıktı. Bir sabah yine her zamanki gibi gelmiştim istasyona. Hava çok soğuktu.Tren erken gelmişti ve hemen binmiştim. Çantamdan defterimi çıkarıp, yazdıklarımı okumaya başlamıştım. Arada bir gözüm dışarıya kayıyordu. İnsanlar yavaş yavaş geliyor,fotoğraftaki yerlerini alıyorlardı. O hala gelmemişti. Yazdıklarıma o kadar dalmıştım ki, trenin hareket ettiğini bile fark etmemiştim. Pencereden baktım bir ara. Yine defterime dönecektim ki, yüreğim gümbür gümbür atmaya başlamıştı. O, tam karşımdaydı.Ben defterimde ona dair yazdıklarımı okurken, beni seyrediyordu.Hakkında yazılan sayfalarca yazıyı asla bilmeden. Çok heyecanlanmıştım. Bu çok beklenmedikti. Sanki bir açıklama ister gibiydi. Eyvah! Ne yapacaktım ben şimdi? - "Evet hanımefendi. Hayallerinizde beni kullandığınız yeter artık. Kendimi sizden alıyorum. Beni dünyanıza sokmadan evvel sormadınız bile. Buraya kadar" Hayır,hayır.O bunları bilmiyor,sadece bakıyor öylesine. Ne zordu bu kadar yakınken ona anlatamamak. Bak,bunlar seninle ilgili. Sen benim günlüğüme, yüreğime girebilecek kadar özel bir insan olduğunu biliyor musun? Seninle birlikte sonsuzluk trenini beklediğimizi de bilmiyorsun değil mi? Sen, bendeki seni tanısan ne dersin acaba? Ben, bendeki seni çok seviyorum. O kadar çok ki, bu nedenle senin gerçekliğini asla bilmek istemiyorum. Seni düşlerimde ben yarattım.Onun için, senin seni yok etmene asla dayanamam. Tuhaf bir sabahtı o sabah. Defterimi kapatıp,öylece baktım dışarıya. Bir an önce inmek istiyordum. Karşımda hiç tanımadığım ama aklımdan çıkmayan, dalgın dalgın bir dışarıya bir önüne bir de bana bakan bir adam, elimde sadece onunla ilgili yazdığım öykülerin bulunduğu günlüğüm… Sonraki birkaç gün trene binmedim. Nedenini bilmiyorum. Hiç istemedim. İstasyona tekrar gitmeye başladığımda onu göremedim. Onu göremediğim o günün, onu yine göremediğim ertesi, ertesi ve daha ertesi günü, artık onun bu fotoğrafta yer almayacağını anlamıştım.Belki de o gün karşımda oturduğunda anlamıştım artık fotoğrafın değişeceğini. Ağlamak istiyordum, çünkü dikine beyaz çizgili mavi gömleği olan adam artık trene gelmiyordu. Ben onu uzunca bir zaman bekledim. Ama gelmedi. Kaç kez yağmurlar yağdı, kaç kez ıslandım kurudum, elimde şemsiyem, istasyon kaç kez onsuzdu, bilmiyorum. Rüya gibiydi. Aslında rüya olan hangisiydi? Treni onunla beklemek mi, yoksa beklememek mi artık? Zordu istasyonda bir başıma kaldığımı hissetmek. Zordu eksik olduğunu bildiğim ama tamamlayamadığım o fotoğrafta ille de onu aramak. Öykülerim yarım kalmıştı artık. Sonrasında hayatım herkesin hayatı gibi devam etti. Buca Alsancak arasında artık tren işlemiyor. Ama benim bildiğim bir tren var ki, o hala Buca Alsancak arasında gidip geliyor. Bunu bir ben biliyorum bir de istasyondaki o yabancı adam biliyor. Ben o adamı tanıyorum. İstasyondaki o yabancıyı ben, öykülerimden tanıyorum.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hilal Fırtına, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |