Gece oteldeki odamda uyku tutmuyordu. Bütün bir günü gerginlik içinde geçirdikten sonra, geç saatte odama dönmüştüm. Bir süre televizyon kanallarında oyalandım, ışığı söndürdüm, perdeyi açtım, yatağa girdim. Gecenin bu saatinde kent uyuyordu. Kentin yanına uzanıp deliksiz bir uyku çekmek için kıvranıyordum. İstediğim tek şey uyumak, öylece uyumaktı, ama uyuyamayacak kadar huzursuzdum. Sabah ilk uçakla buradan ayrılacaktım. Sıcaktı, terliyordum, içimi sıkıntı basıyordu. Neyin var senin, sorusuyla ürperdim önce. Sonra gayriihtiyarî gülümsedim. Öyle uzun zaman olmuştu ki bu soruyu kendime sormayalı, varlığını bile unutmuştum bu sorunun. Yastığımı dikleştirip, yatağın içinde bağdaş kurdum. Uyuyamayacak kadar dert edeceğim neyim vardı, gerçekten? O’ nu hasta yatağında görmek! Ne yani, bu mu bütün sorun? İyi ama ziyaretine gelmeden önce de bilmiyor muydum hastalığının derecesini? Tıpkı anlattıkları gibiydi işte. Oturduğu yerden kalkamıyor, yürüyemiyor, eline tutuşturulan bardağı ağzına getirip su içemiyor, yemek yiyemiyor konuşamıyordu da artık.
Zayıflığı da anlattıkları kadar vardı. O, enine boyuna dolgun can arkadaşım, suyunu çeken ağaç misali kurumuş, bitmişti adeta. Hele yüzü kaşık kadar kalmıştı. Gözleri… O, kaşık kadar yüzünde gözleri hala eskisi kadar iriydi ama. İriliğinden bir şey kaybetmesede nasıl da sönüktü gözleri bugün. Bakışları kırılgan hatta küs, konuşmaya çabaladıkça daha bir küs. Canımı yakan tuhaf bir küslük sanki bu. Konuşmaya başlayınca bakışlarımı gözlerinden çekip, ağzına çevirdim ister istemez. Ağzına bakıp söylediklerini anlamaya çalıştım ama ne mümkün. Tek kelime dahi seçemedim, ona özgü o söz diziminden. Sonra söylediklerini anlamış gibi başımı sallayınca, o da gözlerini yere indirip sustu birden. Densizliğin en büyüğümüymüş meğer başımı sallayışım. Susunca öyle utandım ki o an çenesinden tutup, yüzünü yüzüme yaklaştırıp, gözlerinin taaa içine bakıp, özür dilemek istedim ama… Ama yapamadım bunu. Korktum. Gözlerinin içinde, eski günlerimizin pırıl pırıl neşesine duyduğu özlemi görmekten korktum. Geç saatlere kadar oturup lafladığımız gecelere, “ yatalım artık, ” diyerek onu zorla odasına gönderişlerime, tam uykuya dalacağım sırada kapımı açıp “uyudun mu, bak aklıma ne geldi, “ deyip, yeniden başlattığı bitmek bilmeyen konuşmalarımıza, kahkahalarımıza ve ardından neşemize galip gelen yorgunluğumuzla birbirimize sarılıp, o daracık yatakta uykuya dalışlarımıza duyduğu özlemi… Sonra… Sonra birlikte uyandığımız cıvıl cıvıl sabahların keyifli kahvaltılarına, gün boyu durup dinlenmeksizin gezip tozmalarımıza, akşamları yorgunluğumuza iyi gelir bahanesiyle pişirdiğimiz iki fincan kahveye, kahve sonrası giriştiğimiz o koyu fal muhabbetlerinde üç vakte kadar sözünün arkasına sıraladığımız hayallerimize duyduğu özlemi… Gözlerinde görmekten korktuğum, bu özlemler miydi sahi? Sanki… Geçmişimize dair bu sıraladıklarımla kendimi kandırıyorum sanki. Bundan öte, daha farklı bir şey olmalı görmekten korktuğum. Öyleyse, o tuhaf küslük! Gözlerine ilk baktığımda nedensiz sandığım, canımı yakan o küslük. Ben… Ben galiba, kaybettiklerine sahip olmama duyduğu küslüğü görmeye korktum gözlerinde. Tutmayan ellerine karşılık ellerimin tutuyor olmasına, yürüyemiyor olmasına karşılık yürüyor olmama ama en çok da konuşamıyor olmasına karşılık konuşabilmeme duyduğu küslüğü… Ne tuhaf! İnsan, can diye adlandırdığı arkadaşının ellerinin tutmasına, yürüyebilmesine, konuşabilmesine küsebilir mi hiç? Ya onun yerinde ben olsaydım? Ben de küsebilir miydim can arkadaşıma? Cevaplaması ne kadar zor bir soru bu. Ve gerek var mı, yaşamadan bilemeyeceğim bir gerçek için kendimi bu kadar huzursuz etmeme? Uyumalıyım artık, uyumalıyım. Onu bu kente, o can aldatmacasının içine küslüğüyle hapsedip uyumalıyım.