"...Ve hepimiz az ya da çok rüyacı değil miyiz!" -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
Onları, gece gelip gizlice fırlattıktan sonra kaçtım. Bekçiler ayak seslerimi duydu. Köpekler havladı. Ama beni kimse tutamadı... I Oda loştu. Aynalı masa siyahtı. Ayna siyahtı. Gümüş şekerlikte beyaz çikolata, dantel örtülü sehpanın kenarında, yakut pembesi bir tabakta, içi jöleli şekerlemeler, kristal sürahide buzlu nane likörü vardı. Açık pencereden fıskiyelerin serin sesi, gitmekte olan konukların konuşmaları, Schubert'in Mi Minör Serenadı duyuluyordu. Parfüm, çimen, taze toprak, ve onun teninin sıcaklığı ile dolu bu ortamda, adeta ona doğru sürüklendim. Hafif şıngırtılarla mavi porselen fincanlarda çay gelince, ona yakından daha dikkatlice baktım: Tanrım ne kadar güzeldi. Ne kadar da güzeldi! Uzun siyah saçları, balerin başı gibi, topuz yapılmıştı .. Yüzü biraz zayıflamıştı. Kolları inceydi. Elleri de ince ve zayıftı. Eteğinin ucundan yanları açık rugan ayakkabısının ışıltısı görünüyordu. Kesme şekerleri fincanlara atarken konuşmayı kesip bir ara göz göze geliyoruz. Şimdi, hep o koyu yeşil gözleriyle bana bakıyor ve çayını karıştırıyor şıngır şıngır. ...Hep o aynı hafif sesler duyuluyor. Çayını içerken fincanı tutan eline bakıyorum. Parmaklarına bakıyorum. Parmak uçlarındaki beyazlığa, tırnaklarındaki kıvrımın sedef parlaklığına bakıyorum... Kırmızı-yeşil çiçekli tabaktaki yuvarlak keklere elinin ucuyla dokunarak muzipçe soruyor: “Neden yemiyorsun?... Ben yaptım...” Ağzından çıkan gevrek ve sevimli bir kahkaha yere düşüp binlerce parçaya ayrılan boncuktan cüceler gibi hoplaya zıplaya köşelere saçılıyor; kalbim deli gibi çarpıyor ve nedensiz gülüp duruyoruz... Yapraklarla dolu yoldan kimse geçmiyor. Güneş tam karşımızda. Açık pencereden, kepenkler, kuru dallar, su kulesi, bacalar, Büyükada, Aya Voray manastırı ve ta dipte güneş görünüyor... Güneş ne de çabuk gidiyorsun? Ne de çabuk küsüyorsun? Güz güneşi bu... Soluk aldığımızı duymuyorum. Manolya ağacının altında bir karga geziniyor... Haydi bir şey olsun diyorum, bir şey olsun diyorum. Ama, hiçbir şey olmuyor. Sadece, fıskiyelerin süre duran fışırtısı ve eski duvar saatinin gonk vuruşları duyuluyor. Hiçbir şey olmuyor... Aynadaki iki mavimsi hayal gibi birbirimize bakıyoruz.... Bahçe şimdi çocuklara kaldı: Kurt geliyor, kurt geliyor diye çığlık çığlığa birbirlerini korkutuyorlar. Galiba saklambaç oynuyorlar. O piti piti karamela sepeti, terazi lastik cimnastik, der-si-miz ma-te-matik.... sesleri ağaçların arasında yankılanıyor ... Ona yazmış olduğum şiirlerimi okuyor. Arada bir bana göz atıyor. İçinin sevinçle kaynadığını hissediyorum ... Hava kararıyor. Işıklar daha yanmadı...Yandaki yazlık konağın pencereleri bomboş, perdesiz, çiçeksiz...... Su sesleri kesilir gibi oluyor. Yakacık tepelerinde gecikmiş yolcular iç geçiriyorlar. Umutla bekliyorlar. Kuşlar yorgun argın yuvalarına dönüyor. Sayfalar çevriliyor. Manastırın ürperti veren hazin çan sesleri, belli belirsiz, Süreyya Plajının yalı kalıntılarına doğru yankılanıyor... Su kulesi öylecene duruyor. Yeryüzü sanki su kulesinin ayakları dibinde bitiyor... Daha ötesi, sonrasız ve saydam bir boşluk... Yanıma gelip fısıldadığında -sevgili an ne olur sona erme- yüzüme değiyor saçları. Güneş bakır bir mum parçası gibi eriyor. Çekiliyor bengi akşam. Makineler uğulduyor. Savuruyor dumanlarını hırçın kent... Bir kaşık, bir fincanın kenarına çarparak şıngırdıyor. Ve yapraklarla dolu yoldan kimse geçmiyor. Günün sonu idi ki nihayet ona sordum: Ne vakte kadar?... Daha ne vakte kadar ..? O, sadece gözlerini indirdi, ve, uzaklaşırken, genç bir kızın, veya, sürüklenen ağır bir mobilyanın, veya, körfeze yavaşça sokulan, bir kedi gibi mırlayan, ama sonra, pençesini sertçe rıhtıma savuran, bir dalganın sesini duydum... II Işıklar yanmaya başladı tek tük. Kimsesiz bir dünya sanki burası. ...Manastır korkunç, dev bir heyulaya dönüştü ... Şimdi sokak lambaları daha bir parlıyor, ama sesler azalıyor. Büyükada ve Heybeli’ nin ışıkları göz kırpıyor. Başbahçıvan, karayelin, belki de yüreğinin, toprakta oluşturduğu kahverengi izleri eliyle yokluyor. Yamağın omzundan tutarak, aksalkım ağacının dalından sarkan yosunu gösteriyor. Başını sallıyor yamak. Sol gözü frengiden kör. Omzuna astığı sepetin içinde çördük otu, kaba yonca, ıhlamur kabuğu var. Bunlardan anasına ilaç yaptıracak ...Artık su sesleri kesildi. Ağır perdeler çekildi. Rüzgar dindi. Aynalı masanın üstünde, kapağı açık kalmış bir mücevher kutusu, pırlanta taşlı bir iğne, ucunda haç olan altın bir kolye, glayöl desenleriyle süslü mor kaplı bir mektupluk, parfüm şişeleri, pudriyerler, orkide fidanları -benim ona getirdiğim. ...Titrek bir yazıyla yazmış olduğu notu okuyorum yeniden: “Sevgili şair, Anladım ki beraberlikler bana göre değil. Belki hiçbir şey bana göre değil. Belki bu dünya bana göre değil... Onun için benden hep uzak kalmalısın. Aşkı ve hülyaları yaşatan Uzaklık, özlem ve ruhtur. Onlar ikimizin üstünde olan, ikimizi aşan Beraberliğimiz değil, ama ayrılığımızdır. Beni hep kalbinde tut.” Üzerindeki gözyaşları henüz kurumuş kağıt ellerimde titriyor, tekrar damlalar düşüyor , gözyaşlarımız birbirine karışıyor. Tüm oda, ve, odanın içindeki her şey, her nen, hepsi bana bakıyor, hepsi, değişik değişik, kıpır kıpır, küçük küçük seslerle, anlaşılmaz bir dille fısır fısır konuşuyorlar... Kapılar, kepenkler hızla çarpıyor.... Birden yükseliyor akşam rüzgarı... Açık pencereden yaprakların düştüğünü görüyorum. Ağaçların ürperten hışırtısı artıyor ve yapraklar hep düşüyor. Bazıları düşmeden önce, bir nice uçuyor karayelde. İlk ve son uçuşları bu. Özgürce uçuyorlar.Yükseliyor. Alçalıyor. Uzaklara gidiyorlar koptukları daldan, ana gövdeden Keşke ben de gidebilsem. Keşke ben de uzaklara gidebilsem koptuktan sonra dalımdan! Ah, sen su kulesi, sen olmasaydın ya! Ya sen, karşımdaki kara yapı, sen de olmasaydın ya! Hiç biriniz olmasaydınız ya! Sağanak habercisi kara kaşlı çatık bulutlar geri geliyor. Saat on bile olmamış. Bomboş bir zaman parçası savrulup gitmiş. İnce mumlar eriyip bitmiş. Çoktan kaybolmuş battığı yer güneşin... Bırak hayat! Bırak artık beni! Bırak beni bu kaybolmuş mekanın bağrında bu sonsuz anın parçasında! Bir mum gibi olayım burada eriyip giden ve kimse aramasın beni! Hep böyle kalayım burada o sonsuz kule gibi! Çünkü, o uzak günlerin ötesinde, Dragos tepelerinde veya başka bir yerde, hala o hafif sesler, iç çeken hüzün sesli yelle birlikte, çamlıklar arasından yankılanıyor ve hala bir kaşık, bir fincanın kenarına çarparak şıngırdıyor ve yapraklarla dolu yolda ayak sesleri duyuyorum.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hulki Can Duru, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |