"Gülün dikene katlanması onu güzel kokulu yaptı." -Mevlana |
|
||||||||||
|
O gidince kumsal daha bir kirlendi, otlar daha bir kurur gibi oldu. Ayın çekim ivmesi yerküre katmanlarını zorladı. Eylül sonuna doğru havalar serinledi. Güz geliyordu. Patigül hala buralarda koşturup duruyor. Münüş üç yavru daha doğurdu. Biri sana, biri bana, biri de bu eksensiz masalı okuyanlara.... ...Ona ilk ağlarken dikkat etmiş ve o halini hiç unutamamıştı. Neden ağladığını bilmiyordu, ama sıra arkadaşı Emin’in “put bunlar” diyerek pötikare ceketindeki çizgilere başparmağını sürtmesine de sinirlenerek –ki onun için artı işareti de bir puttu ve tüm sınıfın defterleri ve kitapları putlarla doluydu- yerinden kalkmış, yanına gidip elini ılık, terli, kırılgan sırtına koymuş alışılmadık bir ses tonuyla “ağlama Neşe” demişti. Kendi sesinden kendi de korkmuştu. Siyah önlüğü gözyaşı ve terden sırılsıklam olmuş kız hıçkırmasını iç çeke çeke kesmiş, sorgulayan gözlerle ona bakmıştı. Ders başlamadan aşağı inmişler, Neşe çeşmede yüzünü yıkamıştı. Örgül kızıl saçlarına, capcanlı gözlerine, mavi tokalarına yakından bakmış, ince bacaklarını, yırtık pırtık pabuçlarını, ayaklarının çorapsız olduğunu o zaman fark etmişti. Neşe ona doğru dönerek, ş ve r harflerini çatlatarak, filmlerdeki soylu hanımefendiler gibi öyle bir “teşekkür ederim Arda” demişti ki bu esrik tınıdan tüm benliği büyülenmişti. Pötikare ceketinin putlarla dolu olduğunu anlatınca o da kaşlarını kaldırıp kafasını sallamış ağzını ve gözlerini kocaman açarak hıçkırığa benzer bir sesle gülmüştü. Neşe onun temiz defterine özene bezene kırmızı ve mavi boyalı kalemle çiçekli bir kenar süsü de yapmıştı. Artık sınıfta ne zaman ondan yana dönüp baksa o da örgülerini savurarak hemen ona bakıyor, göz göze geliyorlar, Arda herkesin içinde çılgıncasına kahkahalar atmamak için kendini zor tutuyordu. Uzunca bir süre okula beraber gidip geldiler. Arda yağmurlu havalarda babasının şemsiyesini alıyor, Borivaj’ın karşısından Hakkak Yümnü yokuşunu tırmanıyor, Hayat Bahçesi’nin kapısında buluşuyorlar ve ikisi bu koca siyah çadırın altında yan yana yürüyorlardı. Doksandokuz Basamak’a geldiklerinde eli uyuşuyor, ağrıyor, ama tüm gücünü harcayarak şemsiyeyi kalın sapından tutmaya devam ediyordu. Yağmurlu ve rüzgarlı bir gün eli ve bileği o kadar sızladı ki kalem tutacak gücü bile kalmamıştı. Neşe elini tutup baktı: bileği incinmiş, parmağı su toplamıştı. Kibritle ucunu yaktığı bir toplu iğneyle özenle kabarcığı patlattı, kolonya sürdü. Bileğini ovdu. Neşe sınıf başkanı ve en çalışkan öğrenciydi. Doktor olacaktı. Seneye Arnavutköy Kız Kolejine gidecek, sonra tıp okuyacaktı. Kendisini şimdiden buna hazırlıyordu. Annesi zaten ebeydi, dikim işleri de yapıyordu. Evleri iki katlı ahşap bir Emirgan eviydi. Kapıdan girince sarımsı büyücek taşlarla döşeli taşlık vardı. Üç beş basamakla az yukarıya oturma odasına çıkılıyordu. Bu odada sürekli yanan döküm bir soba olur, taşlık, mutfak ve arka bahçe kedilerle dolup taşardı. Üst kat yatak odaları ve en üst çatı katıydı. Tel dolabın yanında ambalajı açılmamış bir ikinci buzdolabı ve çamaşır makinesi gören Arda’nın şaşırması üzerine “bunlar benim çeyizim, annem şimdiden alıyor” diye açıklamada bulunmuştu Neşe... Yağmurlu bir öğlen okul dönüşü çatı katına çıktılar. Annesi arka bahçede tavukları yemliyordu. Basık tavanlı, oldukça geniş olan çatıda insana uyku veren sıcacık ve loş bir sessizlik vardı. Dışarının sesleri, yoğurtçunun çıngırağı ve çinge kızının “maşa var” cırtlak bağrışı ki Arda bunu nedense hep “maşrapa” olarak algılıyordu, bu yüksek kuleye ulaşamıyordu. Güneş damı iyice kızdırmış, her yer toz ve ısınmış ahşap kokuyor, tahtakurdu çıtırtıları duyuluyordu. Yere iki boş fare kapanı konmuştu. Ufacık pencerenin ayaklığına basıp dışarı baktılar. Çok yüksekteydiler. Yağmur dinmişti. Oyumlu bir vadi, masmavi gökyüzü, bulutlar, bir iki limon, ıhlamur ağacı, birbirlerine yaslanmış bir sürü eğri büğrü dam, isten kararmış bacalar ve en arka planda belli belirsiz bir gökkuşağı oluşumu görünüyordu. Saçaklar kırlangıç –kutsal mavi kuş- yuvalarıyla doluydu. Neşe heyecanla pirinç kakmalı bir sandığı açarak havlu ve çarşafların içinden altılı bir likör takımını övünçle ona gösterdi. Arda başıyla onaylayarak kenarları altın simli küçük bardakları sevecenlikle eline aldı, inceledi. Camlı kitaplıktan ona bir de kitapçık “Oz’un Harika Büyücüsü”nü uzattı. Sayfaları karıştırırken bir süre sessiz kalmışlar ve ikisi birbirlerine doğru yaklaşıp sarılmışlardı. Arda, yüreği çarparak onun kar beyaz parmaklarını, sonra pembemsi çilli yanağını öptü. O da aynı şekilde karşılık verdi. Büyük kahverengi kanepeye çöktüler. Kız beklenmedik bir şey daha yaptı. Terliklerini çıkarıp kıkırdayarak ayaklarını onun kucağına doğru uzattı. Arda kucağına fırlayan, tavşan yavrusu bu ipeksi çıplak ayaklara iki kutsal simgeymiş gibi gözlerini dikip öylece baka kaldı. Sonra onları yavaşça kucakladı, uzak yolculuktan dönen birine kavuşur gibi sarıldı, kokladı, öptü. Neşe yoğun kızıl kirpiklerini kapamıştı. Dışarıda rüzgar uğuldadı. Bir kapı gıcırdadı. Yapraklarda kalan son damlalar da yere döküldü. Ağaçların hışırtısı yükseldi. O an yüzyıllarca sürmüştü... Aşağı indiklerinde annesi taze ıhlamur demlemişti. Utangaç bir gülümsemeyle “ayakkabılarını çıkarmana gerek yok oğlum, biz köylü değiliz” demişti Çerkez ağzıyla, bir taraftan da “filcan”lara limon damlatıyordu. Neşe ve Arda hayranlıkla damlaların sarımsı sıvının içinde nasıl dağıldığını izliyordu. “Püsküvüt alın çocuklar”. Yine de bunu söylerken, sesi çatallaşmış, çillerle dolu yüzü kızarmış, perçemi yüzüne düşmüştü. Bir iki damla da sobaya serpti. Kekre bir koku yayıldı. Neşe, annesinin tam bir eşiydi, ama gözleri onunkiler gibi lacivert değil koyu kestane karasıydı. Ama bu öyle bir gizemli karaydı ki içinde binbir çakımlı yıldız öbeklerinin ya da serin yaz gecelerinin yakamozlarının ışıl ışıl yanıp söndüğünü görebilirdiniz. Erken yaşta yitirilen denizaltı subayı babanın resmi duvarda asılıydı. Denizaltısı Çanakkale Nara burnu açıklarında yabancı bir şileple çarpışarak batmıştı. Dibe oturduktan sonra kurtarma şamandırası salarak oniki saat boyunca yardım çağrısı yapmışlardı. Ancak, fırtınada şamandıranın halatı kopmuş, iletişim kesilmiş, seksen denizci göz göre göre şehit olmuştu. Bu faciadan sonra annesinin günlerce gizli gizli ağladığını, dolabın en üst gözünde hiç el sürülmeyen yeşil çuha içindeki bir kitap ile girişteki eski yazı bir levhanın parça parça edilerek nasıl sobaya atıldığını fısıldayarak anlattı Neşe. Arda bir an için resimdeki bu geniş alınlı, kartal bakışlı adama hayranlıkla baktı. Böyle biri olmayı düşledi. Bir moda dergisine göz attılar. Neşe, Arda’nın ıhlamuru içtikten sonra hiç ayrılmak istemediği bu ortamdan isteksizce dışarı çıkışını, tırnağını kemirmesini, gözlüğünü başparmağıyla iteklemesini, ikide bir durup izci selamı vererek yürüyüşünü, köşeyi dönüp gözden kaybolana kadar onu izledi. Bunlar her ikisinin de en mutlu günleriydi. Neşe hayvanları çok seviyordu; özellikle kedilere bayılıyordu, en pis, en çirkin, hastalıklı sokak kedilerini bile bağrına basıyor, kötü durumda olanları eve taşıyordu. Arda ise, utanmasa tüm hayvanlarla konuşacak duruma gelmişti nerdeyse. Evet. Kesin kararını vermişti. Annesinin gözüne girmeye çalışacaktı. Neşe’yle evlenecekti. Balıkçılık yapacaktı. Sandalın ismi “Kon-Tiki” olacaktı. Kovalar dolusu çil çil balıkla gelecekti eve. O kadar çok balık olacaktı ki konu komşuya da dağıtacaklardı. Tabi evde bir sürü afacan çocuk, kedi, köpek, tavuklar ve kuşlar olacaktı. Bahçede salatalık, domates, fasulye, patates yetiştirecekti. Bunların denemesini zaten balkonda saksılarda yapmış ve başarılı olduğunu görmüştü. Kendi kendilerine yeteceklerdi. Salatalıkları acı da olsa yiyecekti. Ali Baba’nınki gibi bir de çiftlikleri olacaktı. Kapıda süslü püslü pırıl pırıl bir araba, İstanbul’un o güzel dolmuşları gibi... Neşe bir hafta başı ayağında rugan ayakkabı, beyaz temiz çorap ve yepyeni önlüğünün yakasıyla gizlemeye çalıştığı boynunda ısırığa benzer tuhaf bir morlukla okula gelmiş, soranlara bunu evdeki kedinin yaptığını söylemişti. Arda o gün sırılsıklam vurulmuştu ona. O eşsiz bir tanrıçaydı. Mitoloji kitabında gördüğü su perileri kadar uyumlu, saf ve güzeldi. O gün kibrit falına baktılar. Kutunun kenarına iki kibrit sıkıştırıp yaktılar. Kibritler boyunlarını bükerek alev alev yandı, ama bir türlü kavuşamadılar. Biri kırılıp gitti, biri yana doğru eğrildi kaldı. “Aman saçmalık bu” diye Neşe omuzlarını silkti. İkisi de kahkahalarla gülüyordu. Ama gel zaman git zaman, Neşe gün geçtikçe durgunlaşmaya, gözlerinde alışılmadık bir elemle dalıp gitmeye, gitgide hırçınlaşmaya, çok sevdiği Arduş dediği Arda’ya bile olur olmaz çıkışmaya başlamış, derken okulun son haftası başlarken kayıplara karışmıştı. Arda o gün okuldan sonra evlerine gittiyse de kimseyi bulamadı. Taş merdivenlere oturup kısık sesle bir şarkı mırıldanarak, avucuyla ağzını kapatıp ıslık çalarak bekledi. Kırlangıç sürüleri “gittiii-o, gittiii” diye tiz çığlıklar atarak hızla geçip gitti. Arda irkildi, ama aldırmadı. Hava karardı. Sütçü köşeyi döndü. Bütün lambalar... yandı. Konu komşu onların nereye gittiği bilmiyor, ya da söylemek istemiyormuş gibi ona bakıyordu. “Haberin yok mu? Taşındılar işte. Gelmeyecekler !” diye cırladı yemenili bir dudu yan evden sarkıp. Cam öfkeyle çat diye indi. Arda utancından yerin dibine girdi. Soluk soluğa eve dönerken, sokak lambaları altında, yerde sürüklenen, uzayıp kısalan, kopuk bir memeyi andıran şişman gölgesini gördü. Durakladı. Korkuyla çevresine bakındı, tek başına ve ne kadar yapayalnız olduğunu duyumsadı, içi acıyla burkuldu, büyük bir açlık duydu. Son haftalarda okula özel aracıyla sürekli gelip giden, parmaklıkların dışında, bazan da bahçeye girip bir köşede dikilen, sağı solu süzen, ağzında çakıl taşı varmış gibi konuşan, dudakları kıpır kıpır ve köpüklü, şiş parmaklı o yaşlı adamla Neşe'nin annesinin evlendiğini duymuştu çocuklar. Aradan daha bir hafta geçmeden Neşe narin tenini İstinye burnundan sulara bırakmıştı. Gazeteler olayı manşetlere taşımıştı. Bir sürü inanılmaz mide bulandırıcı söylenti kulaktan kulağa fısıldanmıştı. Ceset bulunamamıştı. Annesi bileklerini keserek yaşamına son vermiş, yaşlı hacı da hapsi boylamış, ve sabahı göremeden gecenin bir vakti koğuşta şişlenip işini bitirmişlerdi. Arda bu haberleri duyunca dünya başına yıkıldı, sarsıldı, katıldı, ciğerlerinin çeperleri yandı, boğulur gibi oldu, ama hiçbirine inanamadı. Bu olanaksızdı. Böyle şeyler asla olamazdı. Onun minicik, şirin Neşesi onu bırakıp gitmiş olamazdı. Ölmüş de olamazdı. Çünkü o kadar cana yakın ve tatlıydı ki ölüm ona ulaşmaya utanır, çekinirdi. Neşe mutlaka evden kaçmış, Emirgan parkı, Boyacıköy, Baltalimanı tepeleri, ya da çevrede bir yerlerde gizleniyordu. Arayıp da bir türlü bulmadığı sevimli bir oyuncak gibi – halbuki oyuncak odanın gizli bir köşesinden ona hep bakmaktaydı- ama er veya geç arayıp tarayıp sonunda onu bulacaktı. Evet. Kızıl saçlı bebek bir yere saklanmış, onu bekliyordu. Bu saklambaç gibi bir tür gizemli oyundu. Onu arayıp bulacak, oyunu kazanacaktı. İşte bu beklenti, kuruntu ve umutlarla koskoca bir yaz, sonbahar, kış, derken yıllar da damlaya damlaya akıp geçti. Ama zaman onun için hep yeni baştan kurgulanan, aynı sürelge yaprağına yapışık, sürekli yinelenen, kuş sesleriyle cıvıldayan tek bir dural gündü. Aslında mevsim dalgınlıkla geliyor, yıl aymazlık yapıyor, ılım noktaları soğuşuyor, güdük, çipil gözlü bir aşifteye benziyordu zaman. Dün, bugün, yarın, yeryüzünün çekim yeğinliği, üğrümü, burçların dönme ve dolanım dönenceleri, hepsi kandırmacaydı. Geçen, giden, dönen bir şey yoktu. Her şey tek bir boyutta durağan, kımıltısız ve kıpırtısızdı. Tavşan kaplumbağaya yetişemiyordu... Arda ömrü boyunca tek başına kalacağını, yaşadığının bilince vardığı o ilk çocukluk anında, o ilk evreden beri, çok küçükken sezmişti. Bu birdenbire olmuş, bulanık bir düşten uyanırcasına gözleri açılmış, varolduğunun ayırdına varmıştı. Bu, roman okumakta olan birinin, baş tarafını hiç anımsamasa da, birdenbire roman okuduğunu farketmesi gibi bir şeydi. Sonra, bu içini sızlatan yalnızlık sezgisi onun yaşantısının ayrılmaz bir parçası oldu. Kendi kendine bu yazgıya “ayı şansı” dedi. Yaşamın yazgısı tef çalan bir çingen, bir sokak çocuğu, tıknaz, bodur, top kıçlı bir yaratıktı. O zavallı oyuncu ayı gibi hangi tarafta dursa o taraf çökmüş, nereye tutunsa orası yıkılmıştı. Dünya değişmiş, ama o değişememişti. Aşamalar, atılımlar yapılmış, kent merkezine bazalt gökdelenler dikilmiş, ama o, kuytudaki bir ağacın kovuğunda, donuk bakışlı, uğursuz bir baykuş gibi kala kalmıştı. Eski arkadaşlar kaçmış, düşler çökelmiş, tüm kapılar yüzüne kapanmıştı. Sonunda, umut zamansızlığa dönüştü, yangılara yoldaş oldu. Koca deniz bir suluğa sığdı. Bir damla gözyaşı okyanusları taşırdı. Yanan bir kibrit yalımında dev güneşler eridi. Arda geçmişin derinliklerine akıp gitti, sınıklığı yurt edindi, şekilsizlik şekline büründü, aktığı yerin rengini aldı. Yokluğu varlık bildi, durup dinlenmeden tutkuyla arayışını sürdürdü. Neşe’nin o küçümen haliyle, şıpıdık terlikleriyle, gizlendiği yerden çıkıp geleceğine inanıyor, onu bulma ve yeniden görme coşkusuyla gün doğarken bisikletiyle yola koyuluyor, Boğaz kıyılarını tarıyor ve en son dere ağzındaki bu kumsala geliyor, iskelenin ucundan oltasını sallandırıyor, bakınıyor ve bekliyordu. Hava kararmadan, daha doğrusu sokak lambaları yanmadan, o şişman gölgesini görmemek, Patigül'ün asfaltta “çip çip çip” yankılanan pati seslerini duymamak için telaşla kaldığı karavana dönüyordu. Karavan parkın duvarı dibinde duruyor ve çevrede herkesçe bilindiğinden kimse ses çıkarmıyordu. Onu en çok korkutan karanlık bastığında lambaların ışığında yere düşen gölgesiydi. Bu tek başına uzayıp giden yusyuvarlak gölge onu korkutuyor, ne kadar yalnız ve kimsesiz olduğunu anımsatıyordu. Bu yüzden ayna da kullanmıyor, aynalara, vitrin camlarına, kendisini yansıtabilecek hiçbir şeye bakamıyordu. Kendini görmeye görmeye yüzünün neye benzediğini, nasıl biri olduğunu da çoktan unutmuştu. En güzel havada bile yanına mutlaka şemsiye alırdı. Karavanı küçük bir işlikti. İstese tek eliyle bile her çeşit şemsiyeyi, büyük plaj günceklerini bile tamir ederdi. Bu kıyı, kumluk ve Boğaz güzeldi ama tanrılardaki olanaklar onda olsa çok daha güzel şemsiyeler, güneşlikler yapabilirdi. Neşe’den daha güzel bir varlık düşünemiyordu. Gördüğü her kızıl saçlıda ondan bir ışık, bir yansıma vardı. Onlara deli deli bakması bundandı. Her gördüğüne tutulmuş, hepsine ayrı ayrı aşık olmuş, kendi kendine hayaller kurmuştu. Tensel acı, tinsel acıdan çok daha büyüktü. İnsanları tanıdıkça mutsuzluğu artmıştı. En iyi dostu benliği idi. Köpeği ve kedisi bir gün ölecekti. Fakat benliği ile ölüme kadar beraber olacaktı. Ah Neşe olsaydı yanında keşke. O olsaydı hiç korkmazdı, dünyaya meydan okurdu. Yarın? Yarın yeni ve başka bir gün olacaktı. Böyle düşünerek uykulara dalıp gitti. Küçükten beri sürekli gördüğü, yaşamı boyunca yinelenen bir düş bilinçaltı id düzleminden yeniden doğdu. Elinde bir fenerle babasını aramaya çıkıyor, ama o çok karanlık gecede korkup ağlayarak tekrar annesine dönüyordu. Kalkar kalkmaz erkenden yine yola koyuldu. Akşamın nasıl geldiğini, havanın karardığını fark edemedi bu kez. Karanlık düşmüş, bir sağanak gelip geçmiş, dolunay çıkmış, o hala elinde baston gibi savurduğu şemsiyesiyle deniz kenarında bir aşağı bir yukarı dolanıp duruyordu. Patigül'ün peşi sıra havlamaları kumsalda yankılanıyordu. Sonunda, gün ağarana kadar beklemeye karar verdi. Bir grup gürültücü genç sahilde ateş yakmışlardı. Paçoz kılıklı kızlar arsız, yılışık çığlıklar atıyor, itişip kakışıyorlardı. Karşı sahilde gemiler ışıkları yiyor, havai fişekler patlıyor, gece ışık yumurtluyordu. Hava, uzak balıkçı kayıklarının kürek çıpıltıları, tekne ve motor sesleriyle doluydu. Onları görmemek, duymamak için başını rasgele çevirdi. Uzakta, denizle kumların birleştiği yalıyar boyunca soluk bir gölgenin akıp gittiğini görür gibi oldu. Oraya doğru yüreği çarparak dikkatle bakındı. Yoksa ? Islak kumlarda salyangozun bıraktığına benzer pırıltılı izler vardı. Ama dolunay ve Ağustos sıcağı bu izleri silebilirdi. Onun için tez davrandı. Evet bu izler ancak onun şirin ayaklarının izleri olabilirdi. Ateş böceği balkısına benzeyen bu fosforlu ışıltıyı izlemeye başladı. İzler ilerdeki boz kayalıklarda son buluyordu. Arda hızla tepeliğe doğru seğirtti, Patigül havlamayı, solumayı kesmiş, artık koşmuyordu; bisikletin yanında donmuş kalmış, ardından umarsızca bakakalmıştı. Ayaklarındaki ağrı ve acıya rağmen Arda koşmasını sürdürdü. Koştu. Koştu. Birden kumlar savruldu, ortalık karıştı. Kıyıdaki tüm kum taneciklerini tek tek seçebildiğini şaşkınlıkla fark etti: Kum kırıntıları iri gözenekli, koca ağızlı, geveze, birbirine hiç benzemeyen güleç yüzlü, binbir tür, şekil ve saydamlıkta prizma kristallerdi. Her birinin kucağında sarı dumanlı, sarı turunculu, yeşilli, morlu, kan kırmızısı, beşgen, altıgen, yedigen, sekizgen, dokuzgen, çokgen, kedigözü, yıldıztaşı kuvartzlar halinde bir çift tortul piramit öbeği vardı. Bu biçim, ışınım ve renk cümbüşünde gözleri kamaştı. Renk, ışık, katman, özdek birbirine girmişti. Arşimet’in kaldıracı sonunda yer yuvarlağını yerinden oynatmış, gökler ve engindeki sular bir tomar gibi dürülmüş, uzay açılmıştı. Ay ok gibi yerinden fırlayıp gitmiş, gezegenler bilardo topları gibi tokuşmuş, yıldızlar ham incirler gibi patır patır yere saçılmış, acunun gizi açığa çıkmıştı. O çok iyi tanıdığı, bildiği, yıllardır özlemle aradığı sesi, o pürüzsüz sesi varlığında duydu: “Ben Neşe...” Avazı çıktığı kadar bağırdı: “Neşe, ben Arda. Al beni ! ” ... ...Patigül en büyüğün keskin kokusu yitince onun uzaklığa gittiğini bildi. Sabaha kadar bisikletin yanında acı acı uludu. Hava aydınlanırken son sığınağa doğru yöneldi. Dışarının gürültüsünden birden sessiz bir ortama girmesi bir gevşeme yaratmış, gerginliği azalmıştı. Eskiden bir ayazma olan yıkık deponun kapı aralığından süzüldüğünü kimse görmedi. Burası en büyüğün yerini andırıyordu. Her şey karmakarışık, karton kutular, meyve sandıkları, kasalar, kafesler gelişigüzel, üst üste, alt alta yığılmışlardı. En üstteki oluklu mukavvalardan birinde yavrularını emziren Münüş’ün süt kokusunu ve süreduran mırıltısını duydu. Rahatladı. Talaş, sünger ve yongalarla dolu kuytu köşesine döne döne yerleşti. Kuyruğuyla yüzünü kapattı. Bir sürü koku, im, görüntü, ivinti, ses beyin kıvrımlarında aylanıyor, uyku ezici bir yük gibi üzerine çöküyordu. Tam güvende olduğunu algılayınca kendini bol düşlü, mamalı derin bir uykuya bıraktı...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hulki Can Duru, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |