"...öyküyü yazan bilge, beşinci ya da altıncı göbekten kral torunu olduğumu ortaya çıkaracak şekilde belirleyebilir soyumu." -Cervantes, Don Quijote |
|
||||||||||
|
iz sürer nazar karan öte evren şu tün yirmisiydi yılların şu tin bir çanak tuzdu dün şarap su ve ekmekti kristal gizli oda hücreydi sözdü çıplak el yanağında maskeli mevsimin kızıl saç melek parlar da aynaya bulur zülfaris o anda kahkahasını göze gelmeden tomurcuklar ötesinde pencerenin hemen ülkesinde filizkıran ikiz ayak yok salt ışıltı ağızda o baygın pırıltı beyaz, sıcak, yumuşak yeni gün açmış da kapıyı Yaz sonu, yazın son ayı... Sokak araları kekik, biberiye, pırnal, üzüm küspesi kokar... Kapıların önünde ellerinde hasır sepetler, çitenlerle toplanmış rengarenk bir kalabalık, kocakarılar, ere varmamış celcüre kızlar, arsız çocuklar bekleşir; ha bire cavalaciroz gevezelik ederler. Pazar yerinde top top temiz kumaşlardan insanın içini gıcıklayan o güzelim çitlembik kokusu yayılır... Güneşin ışıması azalmıştır. Hava artık, ılık ılık kış kokmaya başlar. Bu berrak hava genizleri yakar, burun deliklerinde nane ferahlığı bırakır... Günlerdir kasabanın taş evlerine çarpa çarpa Bolayır yönüne sert esen filizkıran görüntüleri o kadar saydamlaştırır ki Ekinlik, Kapıdağ pırıl pırıl ortaya çıkar. Çardak feneri iyice belirginleşir. Nerdeyse boğaz ortasındaki Umurbey kulesi görüleyazar. Karşı yakada Kavaklıburun, Göktepe'ye doğru ardıl sıradağların doruklarından yerkürenin öbür ucunu seçebilirsiniz... Burası cadılar yöresi Tristatis’tir. Uzun sohbetlerin gırla gittiği, ucuz şarapların, koyu demli kızıl çayların, berbat kahvelerin içildiği, elden ele mıncık mıncık olmuş gazetelerin okunduğu, -bazen de okurmuş gibi yapıldığı- salaş liman kahvesi aylak balıkçılar, moruklar, geveze emeklilerle doludur. Sağda solda tembel kediler, köpekler gerine gerine gezinirler. Bağıra çağıra konuşan bu neşeli, gururlu, müdavim insanlar kırs kırs kafa çekmeyi, dalga geçmeyi, dedikoduyu, atıp tutmayı çok severler. Çile, tasa, dert, sıkıntı, üzüntü, gerçekleşemeyen, ama bir türlü bitip tükenmek bilmeyen hayaller, özlemler, gizli tutkular, iç çekişler, hıçkırıklar aslında bu insanların yaşadıkları hayatın ta kendisidir. Karınlarını doyuracak kadar ya kazanırlar, ya kazanmazlar. Ama, onlar, kalin kokan mavi denizden aldıkları o gizemli güçle, acıların kenarından dolaşıp geçmeyi, ve dünyaya gülümseyerek tepeden bakmasını çok iyi bilirler... Kahvenin yanındaki, eskiden kilise ama şimdi ambara dönüşmüş, üçgen damlı sarı taş yapının önünde Gagalik Ali lacivert çipil gözlerini kısarak güneydoğu doğrultusunda belli belirsiz akça bir noktaya çocuksu bir heyecanla işaret ediyor: Orası Edincik abi: Ölü ruhlar şehri... Beyaz kent. Savaştan sonra yüzlerce boş kefen, bir sürü iç çamaşır, çorap, savut, palaska, asker elbisesi bulmuşlar. Ama tenler yokmuş, silahlar, cephane de yokmuş, süngüler de yokmuş: Buharlaşmışlar sanki. Çıplak olarak savaşmaya gitmedi ya bunlar! De gömülmediler be ya diri diri! Boğaz savaşının kayıp askerleri o kıyı ovasında başıboş, yersiz, yurtsuz, toplanırlar, çırılçıplak dolanırlarmış. Karlo Hasan önce Çetro’ya, sonra Takoz Nuri’ye, sonra bana dönüyor, saç sakal bir yanda, gacal gözleri kıpır kıpır, anlatılanları çürük sarı dişlerini göstererek dinliyor, “de git işine be geberik” diyerek hayatı boyunca hiç evlenmemiş, hiç kız arkadaşı olmamış Ali’ye takılıyor, gıcırdayan tahta iskele üzerinde ağları, fanyaları temizlemeye devam ediyor... bir kova dolusu iskorpit, kolyoz ve ispendeki tek tek özenle ayırıyor. .. Ali “lan amcıkağazlı doğru söylerim be ya” diye bağıra çağıra Takoz ile Çetro’yu ikna etmeye çabalıyor. En çok bağıran tartışmayı kazanıyor. Gagalik Ali’nin gözünde tüm dişi yaratıklar, kaç yaşında olursa olsunlar, hepsi şeytan, bağıcı ve cadı. Kekeme olduğu için ona gagalik diyorlar. Kadınlardan korkuyor. Onlara bakmaktan, onlarla konuşmaktan bile korkuyor, karı-kız muhabbetti oldu mu, önce başını öne eğiyor, sonra usulca oradan uzaklaşıyor. Oysa, liman kahvesindeki gizli fısıldaşmalar doğruysa, asıl mesleği tornacılık olan Ali buraya yıllar önce kuzeydeki bir kentten gelmiş. Günün birinde, kamışından boza kıvamında bir sıvının sızdığını fark edince hastaneye gitmiş: Doktor zamparalığı bırakmasını, edepli olmasını, karısının da tedavi olması gerektiğini söylemiş. Çünkü, belsoğukluğu zührevi hastalıkmış, cinsel ilişkiyle geçermiş, erkeği eritir bitirirmiş, tüm beli kendiliğinden akıp gidermiş. Ali afallamış kalmış bu işe: çünkü onun karısından başka hiç kimseyle bir ilişkisi olmazmış... Gagalik Ali afal afal düşünürken ansızın içi öyle bir cız etmiş ki sazlıklardaki tüm sazlar sağa sola savrularak, başaklarını çarparak, cızır cızır cızırdamış. Yunuslar, balinalar karaya vurmuş, yavru kuşlar yuvalarından patır patır yerlere düşmüşler. Ağustos böcekleri de cırlamaktan çatlamış. Kalbi birden küt küt atmaya başlamış. Kalbinin kütlemesini bir türlü durduramamış. Gözyaşı dolu damarları birden patlayıvermiş; ciğerleri, midesi, bağırsakları buz kesmiş, parça parça olmuş. İçi çakul çukul eden donmuş kırıklarla dolu bez bir kukla kabuk, bir koza gibi kala kalmış dünyanın ortasında. Bekliyordum zaten, biliyordum zaten... Seni en sevdiklerinle kirleteceğim, lanetleyeceğim, vuracağım, kukla kabuk ta ki nefreti, sevmemeyi öğrenesin, beni yadsıyasın. Ali, o eczane senin, bu eczane benim, kaba etinden iğneleri yiye yiye bir hal olmuş. En sonunda, iyileştikten sonra, bir sabah kuşluk vakti hiç kimselere bir şey demeden, karısı ve iki kızı uyurken, bir çıkınla evden ayrılmış. Gidiş o gidiş. Gitmiş, gitmiş, gitmiş, gelmiş de bu kasabaya yerleşmiş... Gagalik hayatında sünnet de olmamış. Sünnetsiz kalafat nasıl olurmuş diye merak edenlere, çok ısrar edilince, utana sıkıla bir köşede gösteriyor... Şimdi ne zaman kahvede bir fincan es kaza kırılsa, çay bardakları birbirine çarpsa, fazladan bir şangırtı kopsa, ses tınılarında beklenmedik bir artış olsa, gözü açık gördüğü bir düşten ayılır gibi korkuyla yerinden sıçrıyor, silkiniyor, orasını burasını yokluyor, zannediyor ki içindeki kırıklar kabuğunu delerek dökülüyor... Su kum kokuyor. Kum tuz kokuyor. Tüm deniz ufka kadar dev köpükler içinde kaybolmuş. Beyaz-mavi büklümden ordular akın akın, yayıla yayıla, görkemle geçiyorlar. Soluklanmak için duruyorum. Yelin savurduğu kum yüzümü acıtıyor. Yoksa bunlar toz halinde buz zerrecikleri mi? Gözlerimi yumuyorum. Filizkıran taraçada yarı beline kadar sarkmış bakınıyor. Kızgın kalçaları demirlerde . Kızıl saçları rüzgarları savuruyor. Şeffaf teni arzuyla yanıyor. İçi titriyor. Sırça eti çığlık atıyor. Etini benden başkasına verme... Şu bahçede çokçana çimçek, cırlayık, karatavuk… hepsi limonluğun camına çakılıp ölmüşler. İki tekir kuşların başında hiç kıpırdamadan öylecene duruyor. Kasabanın bitimine kadar pedal çeviriyorum. Ter içindeyim. Nefesim kesiliyor. Gülkurusu yalı kasabanın ucundaki son ev. Yol aynı zamanda kasabayı Eriklice'den ayırıyor. Bizi birleştiren yol... Dönüşte kasabanın yarı deli ikizleri önüme fırlayınca irkiliyorum. Bunlar dilsiz. Güneşten solmuş yeşil bol entariler giymişler. Her ikisinin de dudağının üstünde hafif tüylenmiş kocaman bir ben var. Tırnaklarının arası kir dolu, şiş parmaklı mor ellerinde zafer bayramından artakalan pörsük güller, karanfiller, zambaklar var. Bunları tören sonrası alandaki çelenklerden yoldukları belli. Çiçekleri istemediğimi belirtince bu sefer kıllı ayaklarındaki plaj terliklerini göstererek ağlamaklı sesler çıkarıyorlar. Terlikler farklı numaralarda ve hepsi sol ayak için... Tamam size ayakkabı bulacağım. Güleç kartaloz yüzleri güneşten, kirden kavrulmuş. Elleri, kolları yanmış, gür beyaz saçları şaşkın bir zıtlıkla kafalarına tutturulmuş. Söylenenlere göre bunların ikisi de kızoğlan kızmış. Bunlarla yatan aklını oynatırmış. Tüm cadılarınki gibi bunların da göbek altları kapaklıymış... Güya bunlar kasabanın zengin Rum ailelerinden birinin kızlarıymış. İki hergele, Rum kuyumcuyu öldürüp altınları, gümüşleri çalmışlar, evi yağmalamışlar, bir tek bu ikizler kurtulmuş. O iki hergele de kasabanın zenginlerinden olmuş... Ama gel zaman git zaman birisinin kıçında karpuzdan büyük bir ur oluşmuş, zürriyeti kurumuş, hiç çocuğu olmazmış; öbürsü de kaza geçirip felç olmuş, ağzı yamulmuş, titreye titreye bastonla dolaşırmış. O büyük kentlerin çöp bidonları üzerinde hani şu pisi pisi deyince kaçan kırçıl pasaklı kediler vardır ya, pisi pisi dedikçe daha çok korkuyla kaçarlar. Yine de bir ara durup umutla insanın ta gözünün içine bakarlar. Onlarda insan yüzü vardır: Acılı, umutsuz, buruk yüzlerdir bunlar. Güvensiz, ürkek kedi yüzleri. Delibaş cadılarda öyle bir yüz var işte: maskelerinin ardında gizleniyorlar. Kasabalı bunlardan korkuyor. Nerde yatarlar, nerde kalırlar, kimse bilmiyor. Haklarında olmadık şeyler anlatıyorlar: Yok ayaklarındaki terleri emip özsularını da katarak büyülü iksir yaparlarmış, yok enikleri, kedi yavrularını pişirip yerlermiş, yok mezbahadan çiğ et çalarlarmış, yok hastanenin atıklarını yerlermiş, yok ecinnilerle konuşurlarmış, yok Tepeköy’de bir kadın bunların yaptığı ter ve aybaşı suyu karıştırılmış çaydan içince taş kesilmişmiş... Güya o taş kadının gölgesi çeşme duvarında hala duruyormuş... “Gidelim abi, bana inanmıyorsan kendi gözlerinle gör!” İkizler bir gece yattıkları iskelenin dibinden korkuyla uyandılar: Karanlıkta yankılanan büyük bir çığlık duymuşlardı. Tüm kasaba uyuyordu. Aslında bu tek bir çığlık değil binlerce insanının hep bir ağızdan çıkardıkları son bir imdat çağrısıydı sanki... “o büyük depremde binlerce can öldü”... Hep kendini düşünen, kendi kendine söylenen, mırıldanan, kuran, uyuyamaz kalbinin çarpıntısından, geceleri ölüm korkusundan. Yükselirken göğe iri beden, iri gözler, iri memeler, iri göktaşları düşer art arda... Bu sonu gelmeyen buz, tunç, taştan suçlar, dualar ve günahlar okyanusunda büyülü halınla yükselirsin... Ten, tin ayrışır, birleşir. Koza patlar, sayılarca sayısız pırıl pırıl damlacık uzay boşluğuna savrulur. Samanyolu işte böyle oluşur, büyür, genişler. Kastor ve Poluks galaksilerden onu izler, göz kırpar. Bir korkulu rüyada, kabusta, yaşayan, oradan oraya savrulan ölü gölgelerin, hayal varlıklarının imgeleri, çıplak uzuvlar, ince deriler, sinirler, bezeler, kemik iliği, kıkırdaklar, beynin gri dokusunu kuşatır, kemirir, çürütür, yer bitirir. Et toprak olur gider... Böyle ürküler, sanrılar hepimizin içinde vardır... Bu gece ay çok erken doğdu. Uzaklarda çomarlar havlıyor. Yazın son günleriydi. Dördün yükseliyordu. O seni seviyordu... Mevsimler hiçbir şeye aldırmadan ve acımadan akıp gidiyordu... Kayıkçı bir an nefes almak için durakladı... “Artık kürek çekme, kayığımızı durdur. Artık kürek çekme, kayığımızı durdur!”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hulki Can Duru, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |